• BIST 9645.02
  • Altın 2430.366
  • Dolar 32.529
  • Euro 34.865
  • İstanbul 19 °C
  • Diyarbakır 18 °C
  • Ankara 15 °C
  • İzmir 24 °C
  • Berlin 6 °C

Yine mezar polemiği, yine cuntacılık hortlaması!...

Abdullah Can

Müfit Yüksel’in, 04.03.2016 tarihi itibariyle basına düşen “Said Nursi'nin mezarı bulunmalı ve türbe yapılmalı” başlıklı yazısı, Said Nursî’nin mezarını bir kez daha gündeme getirdi. Yazı, her ne kadar alışagelmiş bir ezberi tekrar da etse, “Bediüzzaman hazretlerinin mezarı mutlaka bulunmalı, münasip bir mekâna nakledilerek şanına layık bir türbe yapılmalıdır.” talebini, yerinde ve isabetli olarak değerlendiriyorum. Ancak, “algısal” bir muhteva taşıyan bu ezberci yazıları, zamanında teşrih masasına yatırmakta fayda mülahaza ediyorum. Niye mi, diyeceksiniz!

Müfit Bey, bir araştırmacı ve genellikle belgelerle konuşan bir kişilik... Ne var ki, bu yazısını okuyunca, karşımda bir araştırmacıdan ziyade, ezberci ve basmakalıpçı bir “Nurcu” profilini gördüm. Çünkü bir taraftan “Mezar bulunsun, türbe yapılsın!” diyeceksin, diğer taraftan ise, sahte vasiyetlerle Üstad’a, “Mezarım bilinmesin!” dedirteceksiniz; yaman bir çelişki. Maalesef, Müfit Bey’in çabası da bu temeldedir. Üstüne üstlük, naaş hırsızlarının, Abdülmecid Ünlükul’a zoraki imzalattıkları belgeleri de gerçek birer belgeymiş gibi yayınlatacaksınız... Yani, 27 Mayıs Cuntacılarını bilerek ya da bilmeyerek aklama çabası...

Müfit Bey’in yazısında, göze çarpan temel çelişkiler şunlardır: (Konuyla ilgili özel incelemelerimi, “Paylaşılamayan bir miras: Risale-i Nur (I)”, “‘Faili meşhur’ mezar(lar)” ve “Faili belli meçhul mezar” başlıklı yazılarıma havale ediyorum)

1- Verilen belge, Ceylan Çalışkan’a nisbet ediliyor, ancak belgedeki yazı merhum Ceylan’ın değil; daha çok Hüsrev Ağabeyinkine benziyor. Ceylan’ın, elimdeki bütün nüshalarına baktım, onun yazısını andırmıyor. Ayrıca, Ceylan Çalışkan’ın hattında, satır aralarındaki çizgilerde süsleme yoktur; noktalı süsleme metodu, daha çok merhum Hüsrev Ağabeye aittir.

2- Verilen belgenin aynısı, Emirdağ Lahikası’nda geçmektedir. Ancak Lahikadaki mektubun başında, alışageldiğimiz “Bismihi Sübhanehu” ya da “Esslemau Aleykûm...” ifadeleri yoktur.  Mektup başlıksızdır. Sonunda ise, Said-i Nursî imzası yoktur; onun yerine, “Hizmetinde bulunan Nur Talebeleri” diye, kim oldukları belirtilmemiş bir ifade vardır.

Verilen belgede ise, köşeli parantez içinde [Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Vefat Etmeden Bir Sene Evvel Etmiş Olduğu Vasiyyetnâme] ifadesi geçmektedir. Belgenin sonunda ise, “Said en-Nursî” imzası bulunmaktadır; ancak bu imza, Üstad’ın kendi el yazısıyla değildir. Kısacası, bu belge, uzuncası Emirdağ Lahikası’nda bulunan mektuptan –Üstad’a nisbet edilen kısmı iktibas edilerek– hazırlanmıştır. Tamamen bir algı operasyonudur. Ve Müfit Bey, buna alet olmuştur.

3- Verilen belgede zikri geçen “mezarının bilinmemesi” talebinin ikinci bir örneği yoktur. Bütün Külliyat’ta bunu destekleyen ikinci bir mektuba rastlayamazsınız. (Aşağıda aktaracağım dört adet vasiyetnamenin hiç birinde, bu talebin bir benzerinin olmadığını göreceksiniz)

4- Külliyat’ta geçen, “...Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız..." ifadesinden, Üstad’ın, kendi mezarının bilinmesi gerektiğine dair bir işarette bulunduğunu okuyabiliriz.

5- Üstad, Vahhabiler Bahsi’nde, mezarlara karşı olan hürmet-i şer’iye suiistimal edilse bile, “Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr” ifadesiyle, kabir ziyaretinin, –meşru çerçevede kalmak şartyla– meşruiyetini dillendirmektedir. Dolayısıyla, Nur Talebeleri gibi, hayatlarını tevhid dersleriyle geçiren şahısların, –cahil-cühelada olduğu gibi– mezarda yatanları sahib-i tasarruf görmeyecekleri kesindir. Bu durumda, sünnet olan bu ziyaretin, bir de Üstad’larının kabri vesilesiyle tahakkukunu istememeleri düşünülebilir mi? Ve “istemezük” diyenlerin bu hali, calib-i hayret değil midir?

6- Ayet, Hadis, İcma ve Kıyas gibi edille-i şer’iyede, “mezarın bilinmemesi” gibi bir mesnedin bulunmaması, ayrıca bahsi geçen sahte mektubu nakzetmektedir.

7- Üstad’ın Vasiyetnamelerinin yer aldığı Emirdağ Lahikası’nda 4 adet vasiyetname de Müfit Bey’in aksini söylemektedir. Zihinleri bulanmış olanları bulanıklıktan kurtarmak; bulandırmak isteyenleri de insafa çağırmak adına, bu dört vasiyetnameyi aynen aktarmakta maslahat görüyorum:

BİRİNCİSİ:

“Vasiyetnamemdir:

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim! Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki (*) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin. Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû'-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

                                                                                                                                       ﺍﻟﺑﺎﻗﻰﻫﻭﺍﻟﺑﺎﻗﻰ

                                                                                                                              Kardeşiniz Said Nursî

(*) Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo'lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.”

Bu vasiyetnamede, okuduğunuz gibi, mezardan bahis yok. Geçelim diğerine:  

İKİNCİSİ:

Üstadımızın Vasiyetnamesi:

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur'un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır. Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler. Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

                                                                                                                                           Said Nursî

Bu vasiyetnamede de kabrinden bahsetmiyor; Risale-i Nur’dan hâsıl olacak gelirin nasıl ve kimlere sarf edilmesinde dairdir. Geçelim diğerine:

ÜÇÜNCÜSÜ:

“Vasiyetnamenin Haşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men'edildiği cihetle anladı ki, bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur'un mesleğindeki a'zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünki bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a'zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki a'zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

                                                                                                                                          Said Nursî”

Görüldüğü gibi, bu vasiyetnamede her şey gayet açıktır; Üstad, mezarından bahsediyor. Hayatını Risale-i Nur’a vakfetmiş; yanında bulunan talebelerinden birer kişinin nöbetle kabrinin yanında bulunmasını ve lüzumsuz ziyarete gelenlere, kabrinin yanına gelinmemesini; Fatihaların uzaktan da ruhlara ulaştığını, talep etmektedir.

Şimdi, bu kadar açık-seçik bir hüküm varken, hükm-i şahsîsi olmayan asılsız bir mektubu buna tercih etmenin, sürekli aynı mektup üzerinden Nurcuları iğfal etmenin; algı oluşturmanın, hakiki Nur Talebelerini ne kadar mahzun, naaş hırsızlarını ise ne kadar mahzuz ve mesrur ettiği aşikâr değil midir?  

DÖRDÜNCÜSÜ:

ﺑﺎ ﺳﻣﻪ ﺳﺑﺣﺎﻧﻪ

“Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib'in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said'in hususiyetlerinden altı nümunesinden yedinci nümunesi ki, mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış-yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur'un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medreset-üz Zehra'nın dört-beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur'a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler.

İnşâallah Risale-i Nur'un tab' serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder. Medar-ı hayrettir ki, o eski zamanda Evkaf'tan beş talebenin tayinatını Van'da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazan talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş-altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı.

O altmış- yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış-yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki, o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski hurufla izin vermemekle beraber, kaç senedir dört-beş vilayet vüs'atindeki manevî Medreset-üz Zehra'nın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti. Hâlbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa'ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur'un teksirine sarfettiği halde, yine Nur'un nüshaları acib bir tarzda hem kendine, hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat'iyyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar "Bu Said günde beş-on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?" dememek için bu hakikati izhar etmek münasib olur. Şimdi manevî evlâdlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur'un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zâtların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.                                                                                                                                           
                                                                                                                                                Said Nursî”

Bu uzunca zeyilde de her şey açık ve nettir; eski talebelerinin nafakasını temin ettiği gibi, bu günkü talebelerinin nafakasının teminine ve temin şekline dair Üstad’ın yaptığı bir tavzih ve telkinat.

Gerek elimizdeki Osmanlıca nüshalarda olsun, gerekse yeni yazı nüshalarda olsun, vasiyetnameler bu merkezde iken, Üstad’a ait olmayan ve yazanları da meçhul olan bir mektubu Üstad’a yamandırıp bunun üzerinden 17 Mayıs Cuntasına, mezar tahribatçılığına ve naaş hırsızlığına kılıf hazırlayanları Allah’a havale ediyoruz.

Üstad’ın ağzından “Dünyada beni şöhretten men eden bir hakikat elbette vefatımdan sonra da, o hakikat o suretle beni mecbur ediyor” sözlerini söylettirdikten sonra, bu gerekçeyle, yine onun ağzından “Benim kabrimi gâyet gizli bir yerde bir iki talebemden başka kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum” dedirtenler, farkına varmadan Üstad’a aslında “şöhret”, hem de yaman bir şöhreti yapıştırdıkların herhalde farkında değillerdir.

Evvela; Üstad, Hz. Peygamber’in çizgisinden şaşmayan bir şahsiyettir. Eğer bu mezar meselesi bu kadar hassas ve tehlikeli bir konu olsaydı, herhalde bunu, başta Peygamberimiz ve Sahabe-i Güzin yaparlardı; “mezarımız belli olmasın” derlerdi. Ancak, bir silsile olarak Peygamberimiz, Sahabe-i Kiram, Hulefa-i Raşidîn, Ehl-i Beyt, Eime-i İsna Aşer, Aktab-ı Erbaa, Dört İmam ve diğerlerinin yapmadığını, yapmayı tavsiye etmediğini Üstad’a mal etmek, onu 27 Mayısçıların ihtilal gayyasına terketmek, ona en büyük ihanetlerdendir.

Bir sefer mezar, kamuya ait bir haktır; mezar soygunculuğu, nebbaşlık müteveffa şahsiyet kadar, kamuya da zulüm ve ihanettir. Malum, kamu hukuku, Hukukullah hükmündedir. Hukukullaha tecavüzün cezasını, Cenab-ı Hakka bırakıyorum.

Üstad’ın vefat yıldönümünün yaklaştığı bu günlerde, mezarı devlet eliyle yok edilen bu aziz şahsiyetin, ümmete mal olmuş bu muazzam kametin bir an önce Urfa’daki boş mezarına iadesini, bu vesileyle iade-i itibarını ivedilikle talep ediyor, sorumlusu olan devleti bu günahtan temizlenmeğe davet ediyoruz. Ayrıca, her seferinde, “istemezük” diyerek, bu meşru talebi paratoner gibi karşılayan Nurcuları için de “Rûz-i Mahşerde her iki elimiz yakanızda olacak!” diyerek uyarıyoruz.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89