• BIST 9915.62
  • Altın 2435.681
  • Dolar 32.5203
  • Euro 34.8906
  • İstanbul 18 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 26 °C
  • İzmir 22 °C
  • Berlin 14 °C

“Bediüzzaman’ın hançeri” mi, Bediüzzaman’ı hançerlemek mi? (IV)

Abdullah Can

“Bediüzzaman’ın Hançeri” nam kitabın yazarı, “hançer” metaforundan hareketle, “Nursî-şiddet” ilişkisini kurgularken, onun “çocukluk” (ergenlik öncesi) evresine de müracaat etmekte, oradan da deliller (!) toplamaktadır. Mesela, Nursî’nin Pirmis’teki medresede dört arkadaşıyla kavgasını (1), ağabeyi Molla Abdullah’la kavgasını (2), Siirt’te medrese ehliyle kavgasını (3), Cizre’de Hamidiye paşası Kel Mustafa’yla kavgasını (4), Mardin’de Şeyh Yusuf’la kavgasını (5), onun “şiddet”e olan eğilimine örnek göstermekte, şiddete dair tezine “mesnet” yapmaktadır. Ne var ki, birçok konuda olduğu gibi, burada da “tezatlar” yaşamaktadır. Mesela:

Yazar, Nursî’nin Pirmis’teki dört medrese öğrencisiyle kavgasını anlatırken, onun hakkında hem “henüz ergen olmadığı”nı (6), söylemekte, hem de onu en olgun ve ileri görüşlü bir dava adamı olarak sunmakta, “Nursi’nin karşı olduğu şeyler yalnızca özgürlük alanlarını ezen geleneksel otorite alanları değildi, bu otorite alanlarını ayakta tutarak zulüm ve sömürüye yol açan ekonomi-politiğe de karşıydı.”(7), gibi bir misyon yüklemektedir. Siirt’teki medreselilerle olan münakaşasında ise, hançer metaforunu, metafor olmaktan çıkartıp etkin bir silaha dönüştürmekte, bunun için de, “Nursi’nin kavgadan yara almadan kurtulduğuna bakılırsa, hançerinin işe yaradığı belliydi.”(8), diyebilmektedir. İlginçtir, yazar, bu öğrencilerin kitaplarının yanı sıra, sopalarını da hazırda tuttuklarını göz ardı ederek, Nursî’yi, sanki eli hep hançerinde; kavgacı ve hırçın bir profille sunmaktadır. Halbuki, bu olayda işe yarayanın “hançer” olmadığı, aksine, halkın araya girerek kavgaya mahal vermedikleri, yani kavganın çıkmadığı gerçeği vardır. Sırf bir iddia (tez) uğruna, gerçekleri atlamanın etiği var mıdır? Soruyorum.

Beri taraftan, yazar, Nursi hakkında, “Silahlanmak istiyordu: Hem korumak hem de korunmak için” (9), demekte, yetmez, onun “Bir noktadan sonra kendisini korumaya mecbur bırakıldığı”, “bu saikle silahları yanında taşıdığını” söyleyerek (10), Nursî’nin silahlanmasının gerekliliğine ve meşruiyetine vurgu yapmaktadır. Bununla da kalmaz, hançer ve kılıcı, “adet-i mahalliye ve silah-ı milli(ye)” (11), kategorisinde zikrederek “hançer” metaforu üzerinden oluşturduğu şiddet anaforuna ters düşmektedir. Hele de kitabın sonlarına doğru, dillendirilen şu ifadeler, yazarın Nursî-şiddet ilişkisine dair ileri sürdüğü tüm iddialarını çürütecek mahiyettedir. Şöyle ki:

“Nursi’nin hayat sahnelerinde sıkça görünen silah aletlerinin savaş istisna tutulmak suretiyle hiç patlamaması anlamlı olsa gerektir. Hayat sahnesinde bunca silahlı koreografılerin bulunduğu kişinin seri katil olması işten bile değilken Nursi’nin bu silahları hiç kullanmamasının rasyonel sebebi zafer değil caydırıcılıktı belki de.” (12)

Evet, yazarın kendi kendini nakzeden ifadeleri, ayrıca bir yoruma lüzum bırakmamaktadır.

Bu durumda, Nursî’nin Mîran aşiret reisi Kel Mustafa Paşa’ya karşı giriştiği “kılıçlı” meydan okuması ile Mardin’de Şeyh Yusuf’a “bıçaklı/hançerli” mukabelesi de aynı çerçevede, yani “caydırıcılık” temelinde okunabilir. Zira, yazarın da dediği gibi “savaş istisna” tutulursa, Nursî’nin hiçbir kimseyi silahla öldürdüğü ya da yaraladığı tespit edilmemiştir, edilemez. Buna, Miran reisinden alıp Biro Çölü’nde rast geldiği eşkıyalara karşı kullandığı mavzeri dahildir... O halde, yazarın bu noktada okuyucuya açık-kapalı telkin ettiği Nursî-şiddet ilişkisini tekrar gözden geçirmesinde fayda vardır. Hele de tamamen art niyet kokan, hatta kusura kalmasın, “iftiraya” varan şu iddialarını:

“(Tillo’da, şeyh aileleri arasındaki bir kavgada, Nursî’nin), sulh ve sükûneti sağlamak yerine kavgada taraf olması”, “Uzlaştırıcı rolü yerine haklı gördüğü taraf lehine olaya dahil olması”, “Sulh yapma anlayışına kapalı olması...” (13) Halbuki Nursî üzerine bu kadar kafa yoran birinin, onun, 1-Geravî aşireti reisi Şeker Ağa ile Miran aşireti reisi Kel Mustafa’yı barıştırmadaki rolünü, 2-31 Mart hadisesindeki yatıştırıcı rolünü, 3-Rusya esaretinde, kaldığı esir koğuştaki kavgaları yatıştırmadaki başarılı rolünü bilmesi gerekirdi. Öte yandan, Tillo’daki kavgada o, henüz “çocuk” yaştadır ve haklıya değil “zayıfa” yardım etmiştir. Gerçek böyleyken, nedir bu zan, nedir bu şüphe telkinciliği?

İtiraf etmeliyim ki yazarın çok değerli tespitleri de vardır ve kanaatimce bu tespitler, başta Emrah Cilasun gibi müfrit “Bediüzzaman düşmanları”na cevap sadedinde olduğu gibi, müfrit “Bediüzzaman sempatizanları” olan Nurcuların yaklaşımlarına da neşter düzeyindedir. Bu noktada ezber bozanlardan biridir, takdire şayandır. Ancak, hataları düzeltmeye çalışırken, farklı hatalara düşmesi, ayrıca bir tashih çabasını gerektirir ki naçizane yaptığım da budur.

Bir de yazarın en belirgin özelliklerinden biri de “kafa karıştırma” ve “şüpheciliğe sevk” etmesidir ki bu da ayrıca bir neştere muhtaçtır. Bir-iki örnek verelim:

“Aşiretlerin irşad faaliyetlerine, Nursi’nin daha 15 yaşında başlaması büyük ihtimalle onun statü arayışının bir parçasıydı.”(14) ve “Mustafa Paşa’nın namaz kılmamasının hükmünün neden ölüm olması gerektiği açıkçası dini literatürde bir sorun alanı olarak karmaşık bir meseledir.”(15) Yazarın bu iki cümlesi de “kafa karıştırmak” ve “şüphe aşılamak”tan öte hiç bir anlam ifade etmiyor. Zira kendisi de çok iyi biliyor ki Nursî “statü” peşinde değil, yegâne amacı -sırf Allah rızası için- “halkını irşat” ve gelişen dünya ve olaylar karşısında onları “uyarmak” ve “uyandırmak”tır. “Reçetetü’l-Ekrad” ya da “Kürd Reçetesi” olarak bilinen “Münazarat” kitabı, bunun en müşahhas örneğidir. Yazar, ayrıca namazsızlara verilen ölüm cezasının ne “Kur’an” ne “Hadis”te ne de “İcma” ile sabit olmadığını, bunun tamamen münferit bir “içtihat” olduğunu biliyordur. Buna rağmen ketûm davranması, kafa karıştırması ne kadar etiktir?

Keza, yazarın sayfa 107-110 aralığındaki doğru ve yerinde tespitlerine karşın, “Nursi, ilk kez kendisini (Mardin’de) hakka irşad eden birisinden bahsederek onun tarikatına bağlandığına değinmektedir.” (16), cümlesindeki “onun tarikatına bağlandığına değinmektedir” ifadesi doğru değildir. Nursî’nin böyle bir ifadesi yoktur. Cümlenin aslı budur: “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde beni hakka irşat eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in ‘Rüya’sıyla uyandım.” (17) Yine, yazarın bu bağlamda zikrettiği “Nursi’deki egemenlik düşüncesine etki edenin (Namık Kemal üzerinden) Rousseau olduğunu görmekteyiz.” (18) cümlesi de problemlidir. Örneği yok, dayanaksız bir iddiadır.

Evet, Namık Kemal Rousseau’dan etkilenmiş olabilir, ancak bu, Nursî’nin de ondan etkilendiğini göstermez. Nursî’nin okuduğu “Rüya”, Namık Kemal’in, rüya anlatır gibi, kendine has üslubuyla “İstibdad”ı yeren bir makalesidir. Rousseau’yla örtüşen yanlarının olması, ondan etkilendiğini göstermez. Yorumlardaki benzerlik, etkilenmeye delalet etmez. Aynı şekilde, yazarın Afganî’yi de Nursî’ye referans göstermesi, “ondan etkilenmiştir” demesi, “sonraki çalışmalarında onun için bir tür rota mahiyetindedir” (19 demesi de bu kabilden iddialardır. İspata muhtaçtır. Ne var ki yazar, “iddia”nın ötesinde, hiçbir örneğe/delile dayanamamıştır. 

Aynı şekilde, “(Nursî), Ankara hükümetleri dönemlerine kadar halifeliğin egemenliği meselesinde Rousseau felsefesine yakın olarak düşünüp genel iradenin yani ümmetin halifenin kişiliğinde temsil edildiğini düşünmekteydi.” (20) diyen yazar, Nursî’den bir delil getirmediği gibi, onun temel felsefesinden biri olan “şahs-ı manevi” kavramına da yabancı kalmıştır. Bir sefer, Nursî, her zaman için “şahsî” görüşler/içtihatlar gibi, iktidarlara da karşı olmuş, hep “kolektif akıl ve irade”ye teşvik etmiştir. Örnek verecek olursak, Nursî’nin 1923’te Meclis’te yaptığı konuşmasında söylediği, “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir.” (21) cümlesidir.

Evet, Nursî’nin, “cemaatin/cemiyetin ruhu” olarak tarif ettiği “şahs-ı manevi”yi merkeze aldığını, “şahsî halifeleri” ise, ancak o şahs-ı maneviye “dayanmakla” iş görebileceklerini söylemesi, onun “kişi temelli” halifeler ya da “halifenin kişiliği” gibi bir teze sahip olmadığını göstermektedir. Demek bu iddia da yazarın kişisel bir tezidir, doğrusu isnattır, Nursî’yi bağlamaz.  

Devam edecek...


(1) Bediüzzaman’ın Hançeri, s. 90
(2) age, s. 90
(3) age, s. 94
(4) age, s. 98, 102, 109
(5) age, s. 318
(6) age, s. 90
(7) age, s. 90
(8) age, s. 90
(9) age, s. 91
(10) age, s. 94
(11) age, s. 94
(12) age, s. 328 s..328)
(13) age, s. 95
(14) age, s. 99
(15) age, s. 101
(16) age, s. 111
(17) İçtimaî Dersler, s. 139
(18) Bediüzzaman’ın Hançeri, s. 112
(19) age, s. 113
(20) age, s. 112
(21) Mesnevi-i Nuriye, s. 112

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89