• BIST 9077.87
  • Altın 2324.865
  • Dolar 32.3699
  • Euro 34.9644
  • İstanbul 18 °C
  • Diyarbakır 16 °C
  • Ankara 16 °C
  • İzmir 19 °C
  • Berlin 10 °C

Faili belli meçhul mezar

Abdullah Can

Ölümünün üzerinden tam 55 sene geçti. Dirisini hazmedemeyenler, ölüsünü de tahammül etmediler. 27 Mayıs İhtilalı’nda kabri balyozlarla parçalandı, naaşı mezarından kaçırılarak meçhullere götürüldü. 55 yıldır kayıplarda ve hala bulunamamıştır. Kimden bahsettiğimi biliyorsunuz; Bediüzzaman Said-i Nursî’den. Vefat tarihi: 1960. Vefat ettiği yer: Urfa. Gömüldüğü yer: Dergâh. Buna yüz binler şahit. Yani her şey şeffaf ve bilinmedik bir durum yok...

Ve iki ay sonra, 27 Mayıs İhtilalı. Mezarı parçalanıyor; ceset kaçırılıyor. Kaçıranlar, belli; cuntanın elebaşları. Kaçırılan yer, meçhul. Gömülen yer, meçhul. 55 yıldır bu meçhullük sürüyor. Sorup soruşturan çok, cevap veren yok. Cevap makamı, belli; devletin bizzat kendisi. Ama “vermezük” deyip diretmekte; mezarına kapkara bir şal çekmektedir. Yeni yönetimle birlikte bir umut doğmuştu; belki açıklar da aslî mezarına iade ederler diye. Heyhat! Ne gezer? Ayasofya’yı açamadıkları gibi, Üstad’ın mezarını da açıklamadılar. Hani ya Genelkurmay arşivleri açılacaktı? Hani ya gizli bir şey kalmayacaktı? Hani ya İhtilal dönemlerinin izleri silinecekti?...

Dün akşam Üstad’ın 55. vefat yıldönümü kutlandı. Kendimi bildim bileli bu kutlama ve ihtifaller tertip edilmektedir. Israrla “Mevlanalaştırlma”ya çalışılan Üstad hakkında –her yıl olduğu gibi– bu yıl da çok şeyler konuşuldu, konuşulmayan tek şey, yine Üstad’ın kayıp mezarı oldu; sorulmadı, sorgulanmadı. Başta Urfa Gönüllüleri Tertip Komitesi olmak üzere, bu ihtifale katılan hiç bir “Ağabey”, bunun hesabını sormadı, soramadı. Bu üç maymuna oynama müsameresi ne kadar sürecek? Bu, devletle varılan bir konsept midir, nedir? Henüz net değildir.

Elimizde bu sağırlığı, körlüğü ve dilsizliği icap ettiren tek done, Emirdağ Lahikası-2’de geçen malum “Mezarım bilinmesin” mealindeki vasiyettir. Ancak daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, bu mektup talebeler adına tertiplenmiş ve altında Üstad’a ait “Evet, tasdik ediyorum” ifade ve imzası olmayan bir düzmece. Hâlbuki Üstad’a ait asıl vasiyet, kendi el yazısı ve imzasıyla mevcuttur ve onu da neşretmişizdir. O halde uydurma bir mektup üzerinden yaşanılan bu duyarsızlık ve vurdumduymazlığa ne demelidir, onu da vicdan ve feraset sahiplerine bırakıyorum.

Yıllarca Kemalizm’le ve Kemalist otokrasiyle yaka-paça bir Üstad ve onun şakirtlerinin mirası, nihayetinde malum odaklarla mutabık bir çizgiye çekilmiş ya da çektirilmişse, buna “terakki” değil, “tedenni” denilir. Sayısal “inkişaf”, düşünsel “inhisaf”la başa baş yürüyorsa, ciddi bir sorunla yüz yüzeyiz demektir. Hâlihazırda müşahede edilen de budur. Üstad’ın vefatının üzerinden 55 geçti. İç dinamiklerini kaybetmiş, muhtelif fraksiyonlara inkısam etmiş, birbirlerine yabancılaşmış bir Nurculuk, “Cadde-i Kübra-i Kur’aniye” olamaz. Müşterek paydalar yerine, gurup ve meşrep taassuplarını önceleyen bir gidişat hayra alamet değildir.

Evet, Dergâh’ta farklı öbekler halinde, ya bir ağabeyin etrafında, ya kendi standlarının çevresinde, ya da kendi cemaat mensuplarının beyninde guruplaşan bir Nurculuk tablosu, “Ümmet-i Muhammediyeyi sahil-i selamete çıkaran sefine-i Rabbaniyenin hademeleri” ümidini vermemektedir. Böyle bir tablo iç karartan bir tablodur; Kur’an’ın ifadesiyle, “Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır”(Haşir, 14) ayetine bir masaddaklık örneği... Her ne ise, biz dönelim mevzuumuza.

Üstad’ın mezarı nerededir; mezar hırsızları onu nereye kaçırdılar? Bu sorunun ilk muhatabı bence Urfalılar olmalıdır. Husussan Urfa Gönülleri Platformu... Neden mi? Çünkü Üstad onların misafiriydi. Üstad özellikle onları istedi ve onların kucağında teslim-i ruh eyledi. Ve nihayet onların bağrına gömüldü. Bu aziz misafir, yine onların bağrından sökülüp götürüldü. Parçalanan onların bağrı, sökülen onların canı-ciğeridir. Neden bu hususta irade belirleyemiyorlar, doğrusu mucib-i hayrettir. İkinci derecede ise, onun akraba ve talebeleri, üçüncü derecede bizim gibi Nurları okuyanlardır. Ancak ilginçtir, bağırıp-çağıran ilk saftakiler değil, benim gibi son saftakilerdir.

Üstadla ilgili en çok araştırma yapan, ona aşk derecesinde bağlı  ve aynı zamanda ziyaretinde bulunmuş olan Urfalı Abdülkadir Badıllı Ağabeyimiz bu hususta ketum davrandı; Üstad’ın mezarına sahip çıkmadı, peşine düşmedi. Bilebildiğim tek çıkışı, Abdülkadir İkbal Ağabeyle birlikte katıldığı bir televizyon programında, çekingen bir eda ile söylediği “Herhalde bulunmalıdır” ifadesidir. Halbuki Badıllı Ağabey’in bu hususta ağırlığı herkesten fazlaydı; ama ağırlığını hissettirmeden, o da her fani gibi, aramızdan ayrılıp gitti. Allah rahmet eylesin...  

Hayatta olan Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Said Özdemir, Ahmet Aytimur gibi Nurcuların kanaat önderleri ve aynı zamanda Üstad’ı ziyaret etmişlerden de bu güne kadar bu hususta bir açıklama duymadık; aksine, mezar soyguncularını rahatlatan ve adeta naaş hırsızlarının gönlüne su serpen açıklamalarda bulunmuşlardır. Hepsinin ortak noktası, Emirdağ Lahikası-2’deki sahte vasiyetnamedir. Onlardan hiç biri, bu mektubun orijinalini ortaya koyamamışlardır. Ve hiç biri de, “Uydum Üstadıma” kabilinden, “Mezarımın bilinmemesini vasiyet ediyorum” dememişlerdir.

Bediüzzaman’a bu vasiyeti nisbetle Emirdağ Lahikası’na sokuşturanlar, aynı zamanda Mektubat’ta geçen Vahhabiler Bahsi’ni de kitaptan çıkartmışlardır. Zira mezarların tahribinde Vahhabiler ilk sırada yer almaktadırlar. Üstad, onların ifratlarını zikrederken, Ehl-i Sünnet adına mezarlarda icra edilen istismar ve cehaletleri de yermektedir. Bu meyanda, bir not düşerek diyebilirdi ki “Benim mezarım belli olmasın!” Ancak müstakil Vahhabiler Bahsi’nde böyle bir ifadesi olmadığı gibi, Vehhabilere dair sair mektuplarda da bu meyanda bir ifadesi yoktur.

Daha önce de belirttim; Üstad’ın hayatı, Kur’an ve Sünnete mutabakat zemininde boy vermiştir. O, bile bile bu esas naslara aykırı bir vasiyette bulunmaz. Ona bu vasiyeti verdiren tahrifatçı zihniyet, Peygamber’in Medine’deki mezarını ve bu mezarın günübirlik ziyaretlerini izah edemez. Nihayet, Üstad’ın içi boşaltılan Urfa’daki mezarının ziyaretini de uydurma vasiyetnameyle izah edemezler. Cahil-cühelanın kabir ziyaretlerinde icra ettikleri istismarlar, mezarların kaybettirilmesine hüccet olamaz. Hele de barbarca bir tahribatla yüz günü mütecaviz bir mevtayı fail-i meçhullere kaçırılması...

Öteden beri Üstad’ın naaşının askeri bir uçakla “Akdeniz”e attırıldığı iddiaları vardır. Acaba bu güne kadar resmî-gayr-ı resmî hiç bir makamın Üstad’ın mezarına dair beyanda bulunmaması, bu iddianın doğru olduğundan mıdır? Bu sükût ve ketumluk, bu iddiayı teyit etmiyor mu? Değilse, neden 55 senedir bir mezarı gizli tutuluyor? O günün otoriter-totaliter cuntası ve siyasî hempaları, bunu sorulmayacağını mı zannediyorlardı? Bunların suç ortağı olmak istemeyenler, bu meçhullük şalını çekip almalıdırlar. Yoksa bu kara şal, onların da mahkûmiyet belgesi olacaktır.

Bu ülkede Kürt sorununu çözmeyi bir namus borcu bilenler, Said-i Nursî, Şeyh Said ve Seyyid Rıza’nın kabirlerini ortaya çıkarmak zorundalar. Kim ne derse desin, bu üç şahıs, Kürtler için yakın tarihin kaydettiği 3 büyük simadırlar. Milyonlarca bağlıları vardır ve dört gözle hayırlı bir haberi beklemektedirler. Özellikle Said-i Nursî gibi, namı ve şöhreti dünyaya yayılmış bir din âliminin bıraktığı eserler külliyatının dünya çapındaki hizmeti, mesulleri sorumluluğa davet etmektedir. Her 27 Mayıs tarihinde Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı gündemleştirenler, neden Said-i Nurs’îye bigâne kalmaktadırlar acaba? Bu husus düşünülmüyor değil!

Birilerine anıt mezarlar yaptırtanlar, onlara iade-i itibarda bulunanlar, neden Said-i Nursî’yi de hatırlatmıyorlar? Yoksa Said-i Nursî, sadece seçimlerde derhatır edilecek bir siyasî malzeme mi? Yoksa onun mensuplarına potansiyel bir oy deposu olarak mı bakılıyordur? Kusura bakılmasın, bu yaklaşım bir aldatma ve taktik oyalamadır. Neticesi de vahimdir. Nihayet bu vehamet de “işte buradayım” dedi ve dedirtmeye de devam edecek gibidir. Fethullah Gülen’in Nurculuk istismarı ne kadar iğrenç ve sahtekârca bir yaklaşım ise, Nurculuk üzerinden siyasî-dünyevî rant avcılığına çıkanlar da bir o kadar iğreti duruyorlar. Hele de Üstad’ın adını kullanarak siyasî bir teşekkülün arka bahçesi olmaya soyunanlar...

Sonuç olarak, asla rücu hareketi esas alınmalıdır. Nurcular, kendi iç sorunlarını halletmelidirler. Her türlü yazılı ve sözlü tahrifattan sıyrılmalıdırlar. “Kâinatta en yüksek hakikat olan iman” davasını bayraklaştırmak adına, her türlü siyasî, ideolojik mülevessattan temizlenmelidirler. Bütün ümmetin hakkı ve mirası olan Nurları hiç bir gurup ve partinin güdümüne sokmamalıdırlar. Nefs-i emmare, enaniyet ve taassubun her türlüsünü susturup “Konuşan yalnız hakikattir” düsturuna uymalıdırlar. 

Ve muhakkak Üstadlarının elyazısı ve imzasıyla neşredilen vasiyeti gereğince, onu Urfa’daki istirahatgâhına iade ettirmek için seferber olmalıdır. Vesselam...

  • Yorumlar 4
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89