• BIST 9722.09
  • Altın 2428.571
  • Dolar 32.5199
  • Euro 34.8
  • İstanbul 17 °C
  • Diyarbakır 15 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 19 °C
  • Berlin 5 °C

“Zalimler için kurtuluş yoktur!”

Abdullah Can

İnsanoğlunun en garip yanlarından biri, kendini dünyanın merkezinde ve daimi görmesidir. Bu garabetin sevkiyle, kendini hep asıl, gayrısını teferruat, hatta fazlalık olarak görmektedir. Doğal olarak, teferruat; olsa da olur, olmasa da... Fazlalık ise, ismi üzerinde, atılmalıdır; temizlenmelidir. Bu anlayış ve saik, savaş ve imhayı, insan hayatının felsefesi kılmıştır. Dolaysısıyla, dünyayı, yaşanılır ve paylaşılır olmaktan çıkartmış, “iki padişaha dar, birine ise birazcık geniştir” konumuna oturtmuştur.

Hâlbuki insanoğlunun varlık sebebi ve varlıklar içindeki konumu, paylaşımcılığı önceler, benmerkezciliği ise reddeder. Sofrasına gelen bir ekmek, üstüne giydiği bir elbise için, nice ellere ve himmetlere muhtaçtır. Serpiştirilen tohumdan, fabrikadan çıkan son haline kadar, nice ellerle temasa geçmekte, onları –adeta– öpmektedir. Bu noktada, insanın “ben” değil, “biz” yanı ağır basmakta, fıtrî ve sosyal yanı devreye girmektedir. “Bir post, bir dost” anlayışı, insanın doğasına aykırıdır; bu anlayışa sapmak, kişiyi kendi doğasıyla kavgaya iter. Doğayla kavga, sadece doğayı değil, kavgacıları da helak eder; tarihin çöplüğüne gömer.

Kur’an-ı Kerim, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”(Kıyamet, 36) ayeti, insana sorumluluğunu, asıl rol ve pozisyonunu hatırlatmaktadır. İnsan, ipi boğazına sarılmış da dilediği yerde, dilediği şekilde salıverilmemiştir. Said-i Nursî’nin ifadesiyle, “Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak? Haşa! Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük büyük, az çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek(tir)”(Lem’alar). Buna rağmen, insan, gaflet ve dalalet saikasıyla, olması gerekenden farklı yaşayabilir, kendi gerçekliğiyle savaşabilir; ancak bu durum, sonucu değiştirmez; onu acı akıbetten kurtaramaz.

Tarih, mazlumlar kadar zalimlerin de tarihidir; sorumlular kadar sorumsuzların da serencamıdır. Ve bu, bütün insanlığın ortak imtihanıdır. Kendisiyle birlikte yaşadığı dünyayı ve dünyalıları tanımak, insanoğlunun başat sorumluluğudur. Tanımak; yararlanmak, yarar dokundurmakla gerçekleşir. Düzen böyle kurulmuştur. Kadim ve İlahî düzene rağmen, düzen koymak, hevasını ilahlaştıranların işidir. “Şayet Allah onların heva ve heveslerine uysaydı, kuşkusuz ne yerde, ne de gökte düzen kalmaz, her şey fesada uğrardı. Hâlbuki Allah, onlara kendilerini tanımalarını istedi; ancak onlar, kendi gerçeklerinden yüz çevirdiler”(Mü’minun, 71). Demek insan, ister istemez, kendini tanımak, kendi gerçekliğiyle uyumlu yaşamak zorundadır. Buna “kendini okumak” da diyebiliriz...

Nefsini(kendini) bilen, Rabbini bilir” hakikati, bilmenin, tanımanın hareket noktası hakkında önemli bir ipucudur. Evrenin küçük bir örneği olan insan, kendini tanımaktan yola çıkarsa, sağlıklı bir okumayı gerçekleştirebilir. Kendisindeki maddi ve manevi zenginliğini keşfettiği takdirde, kendisine atfedilen yüksek değeri kavrar, bu değerin pespayeleşmesine izin vermez. Aynı halde, kıyas-ı binnefs(empati) yoluyla, hemcinslerine de değer verir; ötekileştirme yoluna gitmez. Derken, daireyi genişletir, yakın-uzak bütün varlıkları İlahî ve evrensel düzenin bir parçası görür; onlarla birlikte yaşamanın kaçınılmazlığını fark eder. Bu farkındalıkla, başta hemcinsleri olmak üzere, kâinattaki bütün varlıklara muhabbet besler; onları kardeş tanır; kaynaşma ve dayanışmayı hukuksal bir zorunluluk addeder.

Her geçen gün, vahşileşen sözde medenilerin tahribatlarını gördükçe, cihanşümul kardeşliğin ne kadar elzem ve tahakkukuna çalışmanın ne kadar insanî ve kutsal bir görev olduğunu daha çok anlıyoruz. Bu göreve hayatını adayanlardan biri olan Said-i Nursî, eserlerinin birinde, ta yüz yıl öncesinden şöyle demektedir: “Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslamları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü iman bütün müminleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.”(Mesnevi-i Nuriye)

Kur’an, insanları sıla-i rahme davet eder. Sıla-i Rahim, karşılıklı merhamet gösterisidir; hemcinsleriyle, dünyalı komşularıyla akrabalık bağıdır; paylaşma ve yardımlaşma köprüsüdür. Ve Kur’an, sıla-i rahmi terk edenleri, yeryüzünde “fesat/bozgunculuk” cürmünü işleyenlerle aynı kategoride görür;(Bakara, 27); her ikisini, “lanetle” anar, “cehennem ateşiyle” tehdit eder.(Ra’d, 21, 25) Zira ki yeryüzü, takva üzerine inşa edilmiş bir mescittir; “sıla-i rahim” ve “ıslah”, bu mescidin adap ve ibadetlerindendir; fesat ve kat’-ı sıla, bu mescidin kuruluş amacına zıt, insanın varlık sebebine aykırıdır.

Dünyayı kan ve gözyaşına boğan barbarlar, fesada odaklanmışlardır. Fesat, onların iman ve amelidir; inşa ve imar, onlar için fuzuli çabalardır. Hak ve adalet yerine, gücü ve zulmü önceleyen ihtilalci müfsitler, Kur’an’ın tabiriyle “Hars ve nesli tahrip eden”(Bakara, 205) dünya anarşistleri, bazen örgüt, bazen cemaat, bazen mezhep, bazen tarikat, bazen hareket, bazen devlet, bazen hükümet ve bazen despot kişilikler olarak sahneye çıkar, üst akılların kendilerine biçtiği rolleri ifa ederler. Dünya ve içindekileri ganimet ya da atalarından kalma arpalık olarak değerlendiren yeryüzü ihtilalcileri, bütün dünyalıların istifadesine sunulan yeryüzü zenginliklerini, kendi özel mülkiyetlerine geçirme hırsından bir an olsun geri durmazlar; bu uğurda leş üzerinde boğuşan sırtlanlardan geri kalmazlar.

Evet, kâinatı; “kardeşlik beşiği”, “bütün mahlûkatı kardeş” gören anlayış ve uygulamalara, her zamandan daha çok muhtacız. Bu anlayış ve uygulamalar arttıkça, hayat anlamlı ve yaşanılır hale gelir. Bu anlayış ve uygulamalar sayesinde, “insan” ve “insanlık” vasıfları tahakkuk eder. Aksi takdirde, kendine ve evrene yabancılaşma kaçınılmaz olur. Müteakiben, yabancılaşma, ötekileşme ve düşmanlaşma güdüleri hayata hâkim olur. Paylaşmayı tanımayan egoizm, hukuku tanımayan despotizm, farklılıkları tanımayan tek tipçi faşizm, inançlara tahammülsüz ateizm, birlikte yaşamayı reddeden şovenizm, halk iradesini hiçleştiren totalitarizm, doğayı ve fıtratı yok eden endüstriyalizm ve daha nice ihtilalci/ifsatçı beşerî akımlar, insanlığı istila ve işgal eder; evrenin en şerefli ve itibarlı varlığını kendi anaforuna çeker, necaset gayyasında boğdurur.

Dünyayı sabit, kendilerini kalıcı gören maneviyat katilleri, aynı halde bütün dünyayı dönüştürme azmiyle maneviyat temsilcilerine ve alametlerine, –kırmızı gören boğalar gibi– saldırmaktadırlar. Zihin ve nazar dünyalarından kovdukları maneviyat ve insaniyeti, tümden yok etmek; göz ve düşünce sahasından tamamen silmek için, topyekûn imhayı program haline getirmişlerdir. Materyalizm üzerine tesis ettikleri seküler/kapitalist dünyalarını, emperyalist emelleriyle sentezleyerek, güç ve teknolojinin acımasızlığı eşliğinde dayatmaktadırlar. Direnen herkes ve her çevreye, “ya kabul, ya imha”yı şart koşmakta, önlerine, “ya bizdensin, ya düşmansın” dayatmasını sürmektedir.

İnsan ve doğaya ait bütün değerleri yok eden, bu değerlerin imhası üzerinden sosyal ve küresel kıyametlere davetiye çıkartan ihtilalci ve ihtişaşçı odaklar, ne yazık ki, kadim tarihten günümüze kadar insanlığın ortak evi ve cümle mahlûkatın yaşam alanı yeryüzünü tam anlamıyla zindana çevirmiş; cennet olmaya layık olan bu nadide ve yegâne mekânımızı cehenneme dönüştürmüştür. Hâlbuki yeryüzünü yayan ve donatan İlahî kudret, dünyayı imar etsinler diye insanı yaratmıştır. İnsan için, “mükerrem(saygın)”(İsra, 70), “ahsen-i takvim(en güzel bir sûret"(Tîn, 4), “halife(İlahî misyonun temsilcisi)”(Bakara, 30) vb. tavsiflerde bulunan Allah, bu vasıfları ihlal ve suiistimal ettiği takdirde, aynı insan için, “zalum ve cehul(aşırı zalim ve cahil)”(Ahzab, 72), “zalum ve keffar(aşırı zalim ve nankör)”(İbrahim, 34), “Taği(azgın, haddini aşan)”(Alak, 6) vb. vasıfları layık görür; irade ve kesbine kurban eder.

Çelişki ve düalist kişilik mücadelesinde, menfi yanlarına mağlup düşen insanoğlu, aslında yeryüzünün şifası olarak yaratılmışken, her tarafa zehir serpiştiren bir muzır yaratığa dönüşmüş ve ne yazık ki dünyanın düzenini altüst etmiş; etmeye de devam etmektedir. Tam da, “O, haktan yüz çevirip gittiğinde (yahut bir iş başına geçtiğinde) yeryüzünü fesada vermek, ekinleri (ve kültürleri) tahrip edip nesilleri bozmağa çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.”(Bakara, 205) ayetine masaddak olmuştur. Tarihin kadim devrelerinden günümüze kadar sürüp gelen Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Şeddatlar, Neronlar, Cengizler, Hülagular, Monarklar, Naziler, Süfyanlar, Saddamlar, Hafız Esatlar ve daha nice kan dökücü diktatörler bu kapsamda düşünülmelidir. Öyle ki, tarih, kendi iktidarları uğruna, sulbundan gelen masum evlatlarını ve gayet sevdiği canciğer kardeşlerini katleden padişahlar kaydetmiştir.

Beşerî cinnet ve vahşetin prototipleri olan malum diktatörler, bu kanlı ve karanlıklı cinayetlerini bazen iktidarları adına, bazen taptığı put ve tanrıları adına, bazen kutsadıkları ırk ve asaletleri adına, bazen bağnazca bağlandıkları din ve mezhepleri adına, bazen kölesi oldukları makam ve ihtirasları adına, bazen dünyayı talan ve tahrip adına, bazen gasp ve ganimet adına hareket etmişlerdir. Hepsinin ortak noktası, insan soyunu kurutmak; kültürel zenginlikleri imha etmektir. Yani mutlak irade ve kudretin yaşatmak üzere yarattığı insanı yok etmek... Yani Allah’ın kudret ve iradesine meydan okumak; O’na rağmen O’nun tercih ve takdirini red ve inkâr etmek... İşte beşerî diktatoryanın azgınlığı ve dünyaya yaşattırdığı acıların faturası. Her şey gözler önündedir.

Uyuşturucu bağımlısı olan gençleri kurtarmak adına seferber olan devletleri düşünelim; sırf onları normal bir insan gibi hayata ve topluma kazandırma uğruna yapılan masrafları, sarf edilen mesaiyi düşünelim. Fevkalade bir ilgi, tarifsiz bir sevgi ve sınırsız bir şefkat... Bütün amaç onları malum illetten kurtarmak, hayata tutunmalarını sağlamak, toplumla barışık hale getirmek. İnsanlık adına güzel bir adım, diriltici bir çaba, tarihe geçecek kadar hayırlı bir faaliyet... Peki, aynı anda ve aynı çerçevede eline silah almış, ya da tutuşturulmuş gençler için ne fedakârlıklar ifa edilmektedir? Biri kendisiyle birlikte başkalarını da alıştırmakla öldürmüyor mu? Ya öteki? Peki, onun bundan farkı ne? O da ucunda ölmek ve öldürmek olan bir tehlikenin içinde değil midir? İşte, işin püf noktası, bu sorunun ucundadır!...

Hani ya aklın yolu bir idi; nerde müstakim akıl? Binlerce gencin imhasını esas alan devlet ve iktidar politikaları bir çözüm üretebildi mi? Şefkat pınarı kalpler, sevgi coşan gönüller, en azgın ateşleri bile sündürebilen akılcı politikalar devreye sokulabildi mi? Yok! Aksine, ateş kusan silahlar, kin kusan söylemler, düşmanlığı alevlendiren muameleler başını almış yürümektedir. Hâlbuki insanların toplum hayatında hayırlı ve yapıcı bir iş peşinde olanlar, evrensel yasalara uygun davranmak zorundalar. Sınır tanımaz şiddet ve öfke politikalarının çözüm üretemediği tarihen sabittir; hasım gücü sindirmek mümkün olsa bile, bitirmenin kolay olmadığı sosyolojik bir gerçek, aynı hâlde bir sünnetullah yasasıdır. Sünnetullah dedim de, bir örnek verelim:

Belgesel filimler izleyenler iyi bilirler; en yırtıcı hayvanlar bile yırtıcılıkta sınırlıdırlar. Akılları olmamakla birlikte, his ve ihtiyaçları onları bir noktaya kadar serbest bıraktırır. Aç olduklarında sürüye dalar ve familyaya sofra olacak bir bireye üşüşürler. Ve ilginci, avını yakalayan bir yırtıcı (İlahî düzenin memuru) yakaladığı avını can alıcı yerinden iyi yakalar ve keskin dişleriyle en kısa sürede öldürür. Ancak ondan sonradır ki, onu paylamaya başlarlar. Peki ya insan canavarlarına ne demeli? Atom bombaları mı desen, kimyasallar mı desen, napalmlar mı desen, mayınlar mı desen, yangınlar mı desen... Hâsılı, insan suretindeki canavarları insanlıktan çıkartan bu vahşetler, insanım diyenleri de insanlıktan utandıran bir kerteye vardırmıştır.

Bu gün, yer ve gök inlemekte, Arş-ı Ala titremekte, sabr-ı İlahî zorlanmaktadır. Zalim azmakta, zulüm taşmakta, mazlum ve mahrumların dünyaları kararmaktadır. Ancak, her şeye rağmen inanıyorum ki gecenin en zifiri anı, şafağa en yakın andır; en şiddetli kışlar, en güzel baharların müjdecisidirler. Peygamberimiz(asm)’in “Küfür devam etse de zulüm devam etmez!”( el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/107) hadisine olan imanımızı yinelerken, Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır. uyarısından da korkarak yaşanan zulüm ve barbarlığa karşı tavrımızı netleştirmeliyiz. Yoksa “Zulme rıza zulümdür; küfre rıza küfürdür” hükmüyle karşılaşmaktan korkmalıyız. Zira:

Bir münkeri gördüğünüzde, onu elinizle düzeltiniz(engelleyiniz). Şayet gücünüz yetmezse, dilinizle engelleyiniz. Yok, buna da güç yetmezse, o zaman kalbinizle buğzediniz ki bu, imanın en zayıf mertebesidir.”(Tirmizi, Fiten, 11) diyen Allah Resulü, Allah’ın yasakları karşısında tavrımızın nasıl olması gerektiğini en açık bir şekilde tayin etmektedir. Benim imanım o ki, bu zamanın en büyük münkeri zulümdür; en büyük münkiri de zalimlerdir. Allah’tan duamız, bizi zulme yandaş, zalime de ortak eylememesidir.  Âmin!

Hâsılı; düsturumuz: “Hiç kimseyi, bir başkasının cerimesiyle mahkûm etmemektir.”(Bkz. Necm, 38). Şiarımız, “Zalimlerin zulmüne meyletmemek; zalime ve zulme hayır demektir.”(Bkz. Hud, 113). Ve ölçümüz, “Bir masumu öldürmek, bütün bir insanlığı öldürmektir.”(Bkz. Maide, 32) Vesselam…  

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89