• BIST 9716.77
  • Altın 2427.694
  • Dolar 32.5699
  • Euro 35.0032
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 27 °C
  • Ankara 27 °C
  • İzmir 23 °C
  • Berlin 11 °C

Şimdi muhasebe vakti...

Abdullah Can

Halk olarak, bir oylamayı daha geride bıraktık. Her oylamada olduğu gibi, bu oylamada da “son söz”, halkın olmuştur. Onun sözü, az ve özdür. Kalbi ferasetli, tercihleri isabetlidir. Sabrı fevkalade, hamlesi sarsıcıdır. O, rolünü çok iyi oynar; kimseden rol çalmaz. Bazen destanlar yazacak kadar bahadır, bazen de hesapları altüst edecek kadar ustadır. Onun temayülü, kehanetfuruşları hayrette bırakacak kadar meçhul ve şaşırtıcıdır. Kısacası o, nice ibretli dersler veren bir üstattır. Bize ve siyasîlere düşen, onu tanımak, tercihlerini iyi okumaktır.

Evet, halkın tanınmadığının ispatı, bu oylama sonrasındaki boş-beleş yorumlardır. Yorumların çok az bir kısmı asıl ve esasa dairdir; gerisi, ya züğürt tesellileri, ya da ağyarı suçlama kabilinden şeyler... En ilginci ise, halkı şamar oğlanı gören yaklaşımlar... Olması gereken, “sadede” gelmek, kendilerine dönmekti; halk ifadesiyle, “başkalarını iğnelemek yerine, çuvaldızı kendilerine batırmak”tı. Ne gezer? Erişilmez, eleştirilmez, dokunulmaz, ulaşılmaz ve aşılmaz olarak konumlandırılan “siyasî masum”lar, hiç kendilerine dönerler mi? Yani, “Biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?” gibisinden... Eğer, bilseydiler ki halkın iradesi, “kafeste keklik” değil, özgür bir aslandır, inanıyorum ki, Hz. Peygamber’in “En hayırlınız, insanlara en hayırlı olanınızdır1 hadisini başlarına taç ederlerdi; Hakkın rızasının, halkın hoşnutluğunda olduğunu öğrenirlerdi.

Halkın iradesini kutsayan siyasîler, bir taraftan onları özgürce tercihe davet ederler, diğer taraftan da “niye bizim irademiz istikametinde oy kullanmadınız?” dercesine, eleştiride bulunurlar. Hâlbuki hiç bir davette zor ve cebre başvurulmaz; böyle bir uygulama, davetlileri tümden kaybettirir. Doğrusu, inandıkları değerlere sadık kalmak; halkı, kendi tercihleriyle baş başa bırakmaktır. Zira gerek Allah’ın dini olan İslâm’da, gerekse beşerî din olan demokraside kural, iradelere ipotek koymamak yönündedir. İşte, Allah, “Dinde zorlama yoktur...”2De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”3 demektedir. Demokrasi ise, “Hiç kimse, dini inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.”4 demektedir. Demek, halk oylaması, aynı zamanda bir hak oylamasıdır; insanca ve özgürce hakkını kullanabilmesidir. Hâkimiyeti, kayıtsız-şartsız halka mal edenlerin, dönüp bir aynaya bakmalarında fayda vardır.

Kimin ne dediğine değil, halkın, yani nesneleştirilmeye çalışılan öznenin ne dediğine bakalım. Halk, “evet”li, “hayır”lı tercihini sessizce yaptı; yine sessizce evine-işine çekildi. Ortaya çıkan tablo, “Kamu vicdanı”dır; bu, birilerini sevindirirken, birilerini üzmüştür elbet. Birilerince, ister “zafer”, ister “hezimet” olarak değerlendirilsin; var olan gerçek, halkın mesajıdır. Bu mesaj, Hz. Peygamber’in, “Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez5 hadisine mazhariyet zeminindedir. Zira özgür bir tercih söz konusudur. Eğer 12 Eylül Cuntası’nın tehdit ve tedhişi altında bir tercih olsaydı, böyle bir mazhariyetten bahsedilemezdi. Polemik gereği, “Ya halk ekseriyetle batılı tercih ederse?” diyenler olabilir. Cevabımız, “Nasıl olursanız, öyle yönetilirsiniz!6 hadisidir. Sünnetullah, kusursuz işlemektedir; “Halk, kendi yöneticilerinin inancına tabidirler7, “Ne ekersen onu biçersin!” Batılı hak suretinde görmek de bir eğitim ve süreçtir; ne verdiğimize bakmalıyız. Unutulmamalı; “Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.”8 

Haddizatında ciddi bir sosyolojik-psikolojik analize muhtaç olan referandum sonucunu, düz, sathi, duygusal, günübirlikçi, benmerkezci, fanatik ve fantastik yorumlarla geçiştirmek sağlıklı bir çözüme götürmez; halktan ve halk iradesinden beklentisi olan siyasîlere hiç bir fayda sağlamaz. Zira karşı karşıya olduğumuz tablo, bir kişi ya da kliğin belirlediği bir sonuç değildir; milyonların insanî, islâmî, imanî, vicdanî, izanî, irfanî, vatanî temayülatıdır; başka bir ifadeyle, “kamuoyu” ve “umumi vicdan”ın ta kendisidir. Hatta biraz protest bir ifadeyle, halkın tezahür eden bu iradesi, “külli irade”nin bir çeşit aksisedası ve yansımasıdır. Değil mi ki, kulun cüz-i iradesi, Allah’ın külli iradesine bir şarttır, tecellisine bir vesiledir.

Evet, müspet olsun, menfi olsun, bütün tercihler, bizim irademizle alakalıdır; kesbimizin bir sonucudur. Karşılaştığımız sonuçlar, işlediklerimizin meyvesidir. Allah’ın yaratması, sorumluluğu kaldırmaz; zira tercih bizden çıkmıştır. Öyle ise, gelin, sorumluluğumuz temelinde bir sorgulamaya gidelim; siyasîlerden hiç bir cenah için “zafer” olamayan bu “halk iradesi”ni tahlil edelim.

Evvela: Kur’an-ı Kerim, “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin.9 demektedir. Halk iradesi, bütün siyasî çevrelere bu ayetin hakikatini hatırlatmış, “Zinhar, kibir ve gurura kapılmayınız; hepinizden büyük Allah vardır!”10 demiştir. Bu hakikat, “Allah tevazu göstereni yüceltir, tekebbür edeni alçaltır11 hadis-i şerifini bir kez daha gündeme getirmiştir. Bu irade, halkın içinden çıkmış halk çocuğu siyasîlere, “Halk, senin annendir, babandır; sakın ha, onlara karşı tekebbüre sapma! Onlara merhamet ederek tevazu kanadını ger!12 çağrısında bulunmuştur. Evet, hassaten mü’minler için, “Onlar, yeryüzünde tevazu içinde yürürler13 ayeti, hayatî bir düstur olmalıdır.

İkincisi: Başta siyasîler olmak üzere, hiç kimse ilmine, servetine ve kudretine güvenerek, “Nede olsa halk benimle beraberdir” zehabına kapılmamalıdır. Zira “umumî vicdan” devreye girdiğinde, onun karşısında hiç bir kayıt ve pranga dayanamaz; tamamı çözülür ve sahiplerine iade edilir. Nihayet halk iradesi bunu ispatlamıştır; hiç bir cenaha kayıtsız-şartsız teslim olmadığını göstermiştir. Bu anlamda, evetçileri bir torbaya koymak ne kadar yanlışsa, hayırcıları da bir başka torbaya boşaltmak bir o kadar yanlıştır. Kararı veren halktır; işin hakikati ve niçini ondan sorulmalıdır. Yorumculara değil, onun cevabına kulak verilmelidir. Bu anlamda, toptancı anlayışlar, halka zarar verdiği gibi, anlayış sahiplerini de zarardide etmektedir.

Üçüncüsü: Başta siyasîler olmak üzere, hiç kimsenin bir başkasının “vatanseverlik” ve “sadakat” derecesini ölçmemesi gerektir. Şu bir gerçektir, vatan, bütün sakinleri için büyük bir ev hükmündedir. Aklı başında olan hiç kimse, evini başına yıkmaz, yaşadığı evi kundaklamaz. Evet, vatan bir gemi ise, siyasîler tayfası, halk onun yolcularıdır. Pusulayı şaşıran tayfanın uyarılması ayrıdır, gemiyi delmeye kalkışmak ayrıdır. Halkın iradesi bir uyardır, batırma faaliyeti değildir. Uyarıyı kundaklamak şeklinde algılayanlar, bakış açılarını düzeltmelidirler; illüzyonik bakış açıları, hayra alamet değildir.

Dördüncüsü: Halk ve ülkeler adına en büyük tehlike, ırk ve ideolojik bağnazlıklar temelinde yürütülen siyasetlerdir. Bütün farklılıklarına rağmen, bin yılı aşkındır beraberliğini bozmayan farklı etnisiteleri, tek ırk ve ideolojik tezler üzerinde inşaya kalkışmak, tehlikenin ötesinde felakettir. İttihad-Terakki’den tevarüs edilen ve jakoben Kemalizm’le doruğa çıkartılan ırkçılık, miadını doldurmuş en çağdışı ideolojilerdendir. Bu ideolojiyle nam yapmış ve özdeşleşmiş cenahlarla kurulan temaslar, kamu vicdanını yaralar; özellikle de ülkenin emniyet ve selametini önceleyenlerce kabulü zor bir durumdur. Geçmişte bunun zararları görüldü; benzer yaklaşımların aynı sonuçları verdiği, ayan-beyan ortadadır. Evet,  İster menfaat, ister ortak paydalar adına olsun, farklı fikir, ırk ve ideolojilerden mürekkep mozaik bir toplumda, belli bir ırk temelinde geliştirilen her siyaset, toplumun gerçekliğine toslayacak, faydadan çok külli zararları netice verecektir.

Beşincisi: Ülkenin bir eğitim-öğretim düzeni, bir müfredat programı vardır. Her yıl, milyonlarca çocuğumuz, bu düzene teslim edilmekte, bu müfredatın çarklarından geçmektedir. Düzen, yaz-boz tahtasına dönüştürülürken, çocuklarımız, gün geçtikçe erozyona uğramakta, İslâmî ve insanî kimliklerinden uzaklaştırımaktadır. Bu erozyon ve değerler kaybıyla birlikte, her yıl binlercesi 18 yaşına girmekte, siyasî tercihlerde rey sahibi olmaktadırlar. Fikren ve fiilen iflasa yüz tutan bir gençlikten, sağlıklı bir tercih beklenilemez. “Ne ekersen, onu biçersin” misali, “sos” veren bir eğitim-öğretim sitemi ve onun tabii neticesi olan maneviyatsız bir gençlik... Ya üniversiteler? O da, ortaöğretimin aynası. Her kampusun yanı başında “Beş Yıldızlı Yurtlar” ve denetimsiz bir üniversite gençliği. Bir zamanlar cemaatleri mesken tutan bu gençlik, şimdilerde bundan istiğna etmekte, “Beş Yıldızlı Yurtlar”ı tercih etmektedir. Bakalım, bu tedbirler, takdiri bozabilecek mi? Kanaatim o ki, ortaya çıkan siyasî tablo, bu hususta herkesi düşündürecek boyuttadır. Çünkü belirleyici unsurlardan birinin bu “18’likler” cephesi olduğu, şaibe götürmez bir gerçektir. Merhum Erbakan’ın, “Küspeye göre dizayn edilmiş bir fabrikadan, makarna üretilmez!” sözü bu anlamda çok önemlidir.

Evet, hâlihazırdaki eğitim politikalarıyla ideal bir gençlik yetişmez; bu realiteden idealite çıkmaz. Uyuşturucu ve sefahet, en az “silah” kadar tehlikeli birer argümandır. “İstiklal” ve “istikbal” vurgusu, sağlıklı ve müstakim bir gençliğin yetiştirilmesiyle anlam kazanır.  Bir koca nesil köpük gibi eriyip yok olmakta iken, hamasi nutuklarla teselliye gitmek, ikna edicilikten uzaktır. Irkçı, Kemalist ve maneviyatsız bir eğitim sistemi oldukça, İslâm’a, insanlığa ve evrensel değerlere sahip bir nesil beklentisi ham hayaldir. Unutulmamalıdır; her torna, dişililerine denk düşen vidaları üretir.

Altıncısı: Şahsi kanaatim o ki, bu ülkenin derinleri, asla terk-i silah etmeyecekler; vesayetçilikten vazgeçmeyeceklerdir. Gerektiğinde, her renk ve kılığa girmek, hassa-i mümeyyizleridir. Bu anlamda, etkili ve yetkili kimselere sokulmak, onlardanmış görüntüsü vermek, nifak ve takkiyeciliğin, derinlere yaraşır versiyonudur. Nihayet, son günlerde, bu kabil meşhurlardan birinin sarfettiği, “İslâmcı manyaklar” söylemi, sözkonusu takkiyecilikle izah edilebilir. Evet, bütün gayeleri Filistinli mazlumlara ilaç ve gıda yetiştirmek olan “insanlık fedaileri”ne “İslâmcı manyak” diyen bir zihniyetin pervasızlığı, geldikleri ve sindikleri adreslerine dair ipuçları verirken, “iktidar-muktedir” ikileminin hangi noktada olduğuna dair de ciddi bir gösterge sunmaktadır. Diyeceğim o ki, iktidar erkinin aynı zamanda muktedir olabilmesi, etraflarında vızıldaşıp dolaşan “ısırıcı eşek arıları”nı kovması, yerlerine bal üreten “rahmet şerbetçileri”ni toplamasıyla kabildir. Aksi, bu eşek arıları daha nice fedakârları ısırırken, nicelerinin de emeklerini berhava edeceklerdir. Halk ve ehl-i hak acı söyler: “Topunu attırmazsan, topunu attırırlar!”

Yedincisi: Susuzluktan kıvranan birine kavurmanın en alasını yedirmek, onun susuzluğunu gidermez, aksine artırır. Açlıktan kırılan birine en ala kumaştan güzel elbiseler giydirmek, onu açlığını gidermez. Bizim bazı Müslümanların Afrika ve Güney Asya’da Kur’an dağıtmaları da bu kabilden şeyler... Evet, muhtaçlara bir saat tebliğ yapacağımıza bir öğün yemek yedirelim. Ne demek istiyorum? Demek istediğim o ki, bir ülkede eğer yekûn servet, vatandaşların arasında adil bir bölüşümle tedavüle girmiyorsa, istediğiniz kadar “adalet”ten, “kalkınma”dan bahsediniz. Servetin belli bir azınlık elinde toplanması, sosyal devlet ilkesi kadar, adalet ve kalkınma kavramlarına da aykırıdır. Keza, AVM canavarlarını küçük esnafı yerlerde süründürdüğü bir zeminde, bu kavramların fazla bir değeri olmaz. Ulaşımdaki ya da savunma alanındaki süper gelişmeler, halk genelindeki refah düzeyiyle paralellik arz ediyorsa, anlam kazanır; “halkı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, ancak bu şekilde ete-kemiğe bürünür.  İdame ettiren uygulamalar, halkı merkeze alanlardır; idamına fetva çıkartan uygulamalar ise, halkı kenarda tutanlardır. Son siyasî tablo, bu noktaya dair önemli ipuçlarındandır.

Evet, halk, hak ve hakikatin doktorudur. Tebliğ yapar, ikaz eder, azarlar, cezalandırır... Siyasîler de öyle. İki taraf, aynı zamanda birbirinin murakıbıdır, denetleyicisidir. Siyasîler doktorluğunu iyi yapmazsa, hasta konumuna düşer, yerine halk geçer, başlar tedaviye. Malum, bazı tedaviler acılıdır, sancılıdır. Mesela hasta “bal istiyorum” der, doktor “al, sana sulfato!” der. Bu, siyasî hastaları rahatsız eder; çünkü sulfato(kinin) çok acıdır, balın tam zıddıdır. Evet, sıtmaya tutulmuş hastaya bal verilmez, bazen balla karışık sirke verilse de onu kendine getiren sulfatodur. İşte, sulfato içen siyasîler, bilsinler ki halk onların düşmanı değil, şefkatli doktorlarıdır; bazen can acıtsalar da iyilikseverdirler. Nabza göre şerbet vermişlerdir; onlardan alınmak yerine, onları anlamaya çalışmalıdırlar.

Hâsılı: Halk, “Vur, ama dinle!” mesajını vermiştir. “Kim olursanız olunuz, ben de varım!” demiştir. “Benim işlerim, kıldan ince, kılıçtan keskindir” dersini vermiştir. “Var gücünüzle çalışsanız bile, nihai hükmü ben veririm. Zira mühür kimdeyse, Süleyman odur. Unutmayınız, mühür bendedir, çalınsa dahi, sahibini bulur!” hakikatini deklere etmiştir. Biz naçize düşen de sadece bir “hatırlatma”dır; fazlası değil...

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.


1 (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I/393).
2 (el-Bakara, 256)
3  (el-Kehf, 29)
4  (Anayasa’nın 15’inci maddesi)
5 (İbn Mace, Fiten, 8)
6 (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, 6/89 )
7 (Aclûnî, II/311, No: 2790)
8 (er-Rad, 13/11 Ayrıca bkz.  (En’am, 6/129. Ayrıva bkz. İsra, 17/16)
9 (el-İsra Suresi, 37. Ayrıca bkz. Lokman, 18)
10 (Sultanlara hitaben, halkın ve talebe-i ulumun uyarısı)
11 (İbn-i Mace, Zühd, 16)
13 (Furkan, 63)

  • Yorumlar 5
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89