• BIST 9524.59
  • Altın 2489.265
  • Dolar 32.495
  • Euro 34.7589
  • İstanbul 16 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 26 °C
  • İzmir 23 °C
  • Berlin 14 °C

Said-i Kürdî-KTC ve Şerif Paşa polemiği (V)

Abdullah Can

Said-i Nursî’yi; yerine göre kılıç, yerine göre mermi, yerine göre de kalkan ve zırh olarak kullanan çevreler, maalesef bu yazıyı uzatmamıza sebep olmuşlardır. Merhum Ali Şeriatî’nin dediği gibi, pirincin içindeki siyah taşlar değil, beyazları diş kırıyorlar. Bu sinsi ve kamuflajlı tipler, modern zamanların münafıkları olarak, her zaman ve mekânda arz-ı endam ederek, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterebiliyorlar. Hakkın hatırı ve yüceliği adına, batılın çirkef ve çirkin yüzü teşhir edilmelidir. İşte bu inançla, Said-i Nursî üzerinden yürütülen Şerif Paşa düşmanlığına son bir neşter atıyorum.

Okuyanlarca malumdur; Said-i Nursî, 1914’ün Ekim sonlarında Rusların Kürdistan işgali üzerine, teşkil ettiği milis alayının başında, Gönüllü Alay Komutanı sıfatıyla direnişe durmuş; Ruslara ve işbirlikçi Ermenilere karşı insanını, vatanını ve mukaddesatını müdafaa etmiştir. 1916’nın Şubat’ında Ruslara esir düşmüş, 2,5 senelik esaret hayatından sonra firar ederek, 1918’in Temmuz’unda İstanbul’a gelmiş; Sarıyer’e yerleşmiştir. 26 Ağustos 1918’de, –rızası olmadığı haldeDaru’l-Hikmetü’l-İslâmiye’ye tayini yapılmış, ancak 8 ay sonra, –rahatsızlığı nedeniyle– 6 aylığına izne ayrılmıştır. İzin sonrasında, 26 Eylül 1921’e kadar çalışmışsa da, tekrar 3 aylık bir izinle Yuşa tepesindeki inzivaya çekilmiştir. İşte memuriyeti ve toplam çalışma süresi (9 ay, 26 gün)...

Bu tarihsel kesiti niye verdim, diyeceksiniz. Çünkü bu seri yazının sırrı ve özü buradadır. Malum, İkdam ve Sebilürreşad’ın gazetelerinin Said-i Kürdî’nin ismini kullanarak Şerif Paşa’ya saldırdıkları yazılarının tarihi 1920’ye denk düşmektedir. Özellikle de, İkdam’ın 22 Şubat 1920, Sebilürreşad’ın 17 Mart 1920 tarihli makaleleri... Peki, bu tarihte Bediüzzaman nerede ve ne yapmaktalar, acaba! İşte işin püf noktalarından biri, belki de en önemlisi bu sorunun cevabında yatmaktadır. Yukarıda değindiğim gibi, bu tarihte, yani 1920’de Said-i Kürdî Hazretleri İstanbul Çamlıca/Sarıyer’de, yeğeni Abdurrahman’la birlikte ahşap bir evde kalmaktadır. Bunu nereden anlıyoruz? İşte kendi ağzından:

“Esaretten geldikten sonra, İstanbul'da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum. Darûl-Hikmet'te meslek-i ilmiyeme münasib en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’ un en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem gibi gayet zeki, fedakâr, hem talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlad-ı maneviyem beraberdi.”(Lem’alar, s. 337)

Üstad, mesudane günlerini anarken, konumuzla alakalı olarak bir-iki anekdota da dikkat çekmektedir. Şöyle ki: “O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan...”(age. s. 286) diyerek, süreçle birlikte hatt-ı hareket ve tarzındaki değişikliğe de vurgu yapmaktadır. Yine bunu teyiden, “Kur’an-ı Hakim’in irşadıyla ve Gavs-ı Âzam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla, İstanbul’daki hayat-ı içtimaiyeden usanç ve nefret geldi.”(age. 296) demekle, yeni stratejisini ortaya koymakta; bundan böyle, doğrudan doğruya iman ve Kur’an hakikatlerinin ders ve neşrine vakf-ı hayat edeceğini gözler önüne sermektedir.  

Çünkü Tabiat Risalesi’nin başında buyurduğu gibi, “1338’de(m. 1922) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gàyet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasâne çalıştığını gördüm.”(age. 255) demekle, neden bu strateji değişikliğine ihtiyaç duyulduğunu da izah etmiş oluyor.

İster fıtrî bir süreç, ister bilinçli bir tercih, isterse şartların zorlamasıyla olsun, Üstad’ın adım attığı bu yeni alan, aslında ruhsal ve zihinsel bir inkılabın göstergesidir; yeni ve özgün bir strateji değişikliğidir. Bunun böyle olduğunu, bir de Merhum Abdülkadir Badıllı’dan dinleyelim:    

“1918 İlkbaharının iptidalarında Rusya'da esarette iken, ruh ve kalbinde başlayan Yeni Said'e geçiş hâlâtının başlangıçları olan zuhurat, 1921'in ortalarında kemalini bulmuş ve Yeni Said olarak neticelenmiştir.”(Mufassal Tarihçe, c. 1, s. 439) Badıllı Ağabey, izahlarının devamında, mevzuyu biraz daha açıyor; şöyle diyor:

“Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul'a bu defaki gelişinde, içtimaî meselelerle ara sıra meşgul olmuşsa da, artık dolaylı olarak ve indelhace müteveccih oluyordu. Fakat siyaset dairesinden artık pek ümitli değildi. Onun için, günlük siyasî gazeteleri takip etmiyor, herhangi içtimaî bir makale de yazmıyordu. Himmetinin yüzde doksanını iç dünyasıyla, tazarru' ve niyazlarla, ubudiyet ve tefekküratla geçirmekteydi.”(age, s. 442) Merhum Badıllı, Üstad’daki bu değişimi, “Sarıyer’de inzivaya çekilişi demek, artık Eski Said’i bırakıp Yeni Said’in barigâhına geçişi demekti” (age. s. 450) ifadesiyle özetlemektedir. Yine mevzumuzla alakalı olarak, Merhum Badıllı şu ifadelere yer vermektedir:

“1918 den 1921’in ikinci yarısına kadarki iki buçuk senelik hayatında, bir kaç cihette inkılaplar görülmektedir. Dünyevî meclislerdeki sohbetlerden, sigaradan, gazeteleri takip etmekten, dünya siyaseti ve içtimaî ahvale karışmaktan tamamen çekildiğini; bunlara bedel münacat ve füyûzât, zikir ve marifet, tefekkür ve ubudiyet ve doğrudan doğruya Kur’an’ın manaları üzerinde durarak hikmetli, rahmetli ve şifalı nükteler istihraç etmek gibi azim, küllî, daimi ve herkes için, her zaman lâzım ve geçerli bir mesleğe girdiğini müşahede ediyoruz.”(age. s. 451) Merhum Ağabeyin son bir değerlendirmesi ise, şu şekildedir:

Sarıyer'deki ilk ve birinci inzivayla, Yeni Said'in saha-i ıtlakına kadem-nihade olduğu gibi, şu Yuşa' tepesindeki inzivası ise, artık tamamen Yeni Said'in taht-nişini olduğunu görmekteyiz... Bu hadisenin tarihi ise, Miladî 1922 başı ve Rumi 1338'dir.”(age. s. 456)

Mufassal Tarihçe’den iktibas ettiğimiz bu izahatlar vesilesiyle, merhum ağabeyimizi bir kez daha rahmet ve minnetle yâd eder, Cenab-ı Hak’tan, külli hizmetlerine mukabil, taksiratlarının affını niyaz ediyorum. Zira ağabeyimizin, Ahmet Akgündüz’e teslim ettiği 5 bini aşkın belgenin vicdanlarda açtığı rahneler unutulacak cinsten değildir. Öte taraftan, bu güzide yorumlarına rağmen, aynı kitabının 517’nci sayfasına İkdam’ın malum yazısını alması, sahiplenmesi de ciddi bir tenakkuz ve muhakeme sorunu olarak hatırlanacaktır. Her ne ise... 

Evet; bu açıklamalardan sonra, ilave açıklamalar, israf-ı kelamdır; dolayısıyla, Badıllı Ağabey’in izahatları için “yeterlidir” diyorum. Bununla birlikte, aktardığım bu izahlar ışığında, nihai bir değerlendirmeyi faydalı buluyorum. Umudum o ki, okuyucular, daha sağlıklı ve daha isabetli değerlendirmeleriyle ufkumuzu aydınlatacaklardır.

1- Üstad, “günlük siyasî gazeteleri takip etmiyor, herhangi içtimaî bir makale de yazmıyordu” dediğine göre, Sebilürreşad ve İkdam’daki yazıların Üstadla alakası yoktur. (Bu tarihlerde yazılan “Hutuvat-ı Sitte”, “Lema’at” vb. risalelerin makale olarak değil, kitap şeklinde neşredildikleri göz ardı edilmemelidir.)  

2- Üstad, “Dünyevî meclislerdeki sohbetlerden, sigaradan, gazeteleri takip etmekten, dünya siyaseti ve içtimaî ahvale karışmaktan tamamen çekildiği”ne göre, O’nu –tıpkı 1908-1912 aralığındaki gibi– gazetelere makaleler veren konumunda göstermek, bir saptırma ve bilinçli operasyon değilse, hakkaniyet ve dürüstlükle asla açıklanamaz.

(Not: “Gazetelerde yayınlanan malum makalelerden, Said-i Nursî’nin niçin haberi olmamıştır?” diyenlere, zannedersem bu açıklamalar iyi bir cevaptır.) 

3- Şerif Paşa’yı protesto amaçlı olarak Sebilürreşad ve İkdam gazetesine makalenin muhtevası aynı şeyle alakalı ise de, ibareler ve ifadeler farklı, kısalık-uzunluk olarak birbirine muhaliftir. Buna, Vakit gazetesinin “Şerif Paşa’nın Teşebbüsat-ı Maceraperestanesine Karşı Bediüzzaman Said-i Kürdî’nin Beyanatı” başlıklı saçma yazısı da dâhildir. Al birini vur ötekine!... Hiç birisi ötekinin benzeri değildir; bellidir ki gazeteler kendi yorumlarını Bediüzzaman’a mal etmişlerdir. Zaten Said-i Kürdî’nin üslup ve izah tarzına vakıf hiç kimse, bu yazıların ona ait olduğuna hükmedemez. Çünkü yazılar son derece sığ, ilmîlikten uzak ve kendi içinde çelişkilerle yüklü bir zihniyetin ürünüdürler.      

4- Sözkonusu yazıların hiç birinin klişesine, elyazması orijinaline ya da tashihli nüshasına da rastlanılmış değildir. Bu çerçevede, Üstad’ın da bu yazıları teyid eden, onlara işaret eden, muhteviyatlarına vurguda bulunan ikinci bir ifadesi yoktur. Bir kaç örnek verelim: Mesela Ermeniler için sarfedilen “tarihî ve hayatî düşmanlar” ifadesi; Kürdlerin hak ve talepleri için söylenen “Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır” cümlesi, Kürdlerin etnisitesine dair ileri sürülen Kürdlerin, Arab kavm-i necibiyle ırken alâkadar bulunduğu hakaik-ı tarihiyedendir” tezi, bırakın bediüzzamanı yansıtan ifadeler, tam aksine, onun akıl ve ilmiyle alay etmek misüllü hamakat örnekleridir.   

Evet, gerek Eski Said’in eserleri ve gerekse Yeni Said’in Külliyatı ortadadır; hangisinde Ermeniler için “Tarihi ve hayati düşmanlar” yakıştırmasında bulunmuştur? Eski Said’in eserlerinde, Ermeniler hakkında sarfedilen barışçıl ve müsamahakâr ifadeleri bir yana bıraksak dahi, kendisinin, savaş halinde bile, onların çoluk çocuklarına ilişmemesi, onları himayesine alarak Ruslar arasındaki ailelerine teslim ettirmesi bunun en açık örneğidir. Üstelik Ermenilerin, Kürtleri jenoside tabi tuttuğu bir hengâmede...(Bkz. Tarihçe-i Hayat, s. 110)

Yine konumuza açıklık getirmesi amacıyla, Lem’alar eserinin 26. Lem’ası, 13’üncü Ricası’na bakalım; buradaki açıklamalarda da, –tüm zulümlerine rağmen– Ermeniler, bir bütün olarak “tarihi ve hayati düşman” ilan edilmemiştir. İşte:

“Van ’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sâir Van hâneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı... Benim medresemin etrafındaki şehir içi kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar (Ermenilerce) yandırılmış, tahrip edilmiş.”(Lem’alar, s. 303) Üstad’ın bu ifadelerinden, topyekûn bir Ermeni düşmanlığı çıkartılabilir mi? Üstelik Rusların desteğini alan Ermenilerin, Kürdistan’daki bütün yakım ve yıkımlarına; jenosid derecesindeki katliamlarına rağmen... Hatta “Rus istilası” ve “Rus istilası denilen dehşetli sel belası”(age. s. 299) gibi vurgularla, Ermenilerden daha ziyade, Rus işgaline dikkat çekiyor. Çünkü Ermenileri cesaretlendiren de, silahlandıran da Ruslardı... 

Kısacası, İkdam’ın Ermeniler hakkında kullandığı “tarihî ve hayatî düşmanlar” ifadesi, Üstad’ın ağzı ve anlayışı değildir, olamaz. İttihadçıların “katliamcı” uygulamalarıyla örtüşen böyle bir söylemi Said-i Kürdî’ye mal etmek, bilinçli düşmana bilinçsizce koz vermektir; malzeme hazırlamaktır. Nihayet, Kürtlüğü din haline getiren Sirac Kekuyon(Bilgin)un Üstad hakkında sarfettiği ağır ve tahkirkâr ifadeleri bunun göstergesidir. İşte, bu makalelere sarılıp Üstad’ı “vatan-millet-sakaryacı” pozisyonuna oturtan Ahmet Akgündüz ve benzeri Nurcuların, kimlerin ateşine odun taşıdıklarını iyi hesaplamaları gerektir. Bu malzeme tedarikçileri, kafatasçı H. Nihal Atsız’ın, cuntacı Faruk Güventürk’ün, ulusalcı Muzaffer Sencer’in ve daha nice Said-i Kürdî düşmanlarının saldırıları karşısında, O’nu savunmak dururken, devletçi ve milliyetçi zeminde onun Kürtlüğünü inkâr ya da gizlemeye çalışmaları, tipik bir aşağılık kompleksi değil midir?

Bir diğer husus, Kur’an’ın kesin hükümlerinden biri olan “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez”(Necm, 38) ayetidir. Bu ayeti en iyi bilen ve tefsir edenlerden biri de Said-i Nursî’dir. Buna rağmen, zalim ve katil Taşnakçıların zulmünü, nasıl olur da bütün Ermenilere teşmil eder; “tarihî ve hayatî düşmanlar” diyerek topyekûn düşman ilan edebilir?!

İlaveten şunu da söyleyelim: Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz!”(Hucurat, 6) uyarısı temel bir ilke iken, Said-i Nursî’nin İkdam gibi dini hassasiyeti az ve hiç bir zaman okuyup yazı vermediği bir gazetenin bir yaygarasından hareketle –tahkik ve tebeyyün etmeden– bir milleti topyekûn düşman ilan etmesi, aynı şekilde Şerif Paşa’yı topa tutması, inandığı ve savunduğu ilkeleriyle çatışması demektir. İlginçtir; Sebilürreşad’ın bilinen dindarlığına rağmen, Üstad, ona ne de öncesindeki “Sırat-ı Müstakim” gazetesine, –iktibasları hariçimzalı yazı vermemiştir. Talebelerin yazıları, konumuzun dışındadır. Akgündüz’ün, “Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşadisimlerinin Bediüzzaman’ın tavsiyeleriyle verildiği iddiasına rağmen, Üstad’ın bu gazetelere yazı vermemesi düşündürücü değil midir?

Hâsılı: Sözlerini etkili, tezlerini kutsal kılmak isteyenler, umutlarını ya saygın insanlara ya da insanımızın kutsallarına bağlamışlardır. Allah’ı ve Peygamber’i, ayet ve hadisleri bile emellerine alet eden bu tipler için, “Neden Said-i Kürdî’yi alet ediyorsunuz?” denilmez. Çünkü istismarcılık, bunların ata mesleğidir. Önemli olan devletse, iktidarsa, gerisi teferruattır anlayışı bu maneviyat simsarlarının dini ve imanıdır. Allah, bizi, dünyayı kazanmak için dinlerini pul fiyatına satanların şerrinden muhafaza buyursun! Amin!...

Yeni yılda herkese sıhhat, selamet ve barış dolu hayat dileklerimi sunuyorum. 

  • Yorumlar 9
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89