• BIST 9800.22
  • Altın 2427.694
  • Dolar 32.5699
  • Euro 35.0032
  • İstanbul 24 °C
  • Diyarbakır 27 °C
  • Ankara 25 °C
  • İzmir 24 °C
  • Berlin 6 °C

‘Hayrât’ın tarihçesi ya da dağın fare doğurması!

Abdullah Can

Bu günlerde 3 ciltlik bir yeni “Tarihçe” okudum; orijinal adıyla “Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefî Ahmed Hüsrev Altınbaşak”. Toplamda bin 500 sayfayı aşkın. Merak ya, belki fazladan farklı bir şeyler buluruz diye... Daha önceden okuduğum onlarca “Tarihçe-i Hayat” ve “Tarihçecik”lere ilave olarak, “bunu da okuyayım” dedim ve okudum. Okudum okumasına da, tam bir hayal kırıklığına uğradım desem yerindedir. Zira bu Tarihçe, öncekileri de malzeme edinmesine rağmen, sadra şifa hiç bir varlık göstermiş değildir. Hâlbuki “Halef, selefi geçmezse, nakıstır” diye bir düsturumuz vardı... Ama ne gezer!

Baştan sona, satır satır okuyup notlarımı aldığım bu yeni Tarihçe’nin tek avantajı, Üstad’ın kendi el yazması bazı mektuplardır. Geriye kalanları ise, hiç bir kıymet-i harbiyesi olmayan tekrarlardan ibarettir. Ve doğrusu, çok üzüldüm, hayıflandım ve teessüfler okudum. “Bunca altyapılarına rağmen, nasıl olur da böyle sıradan ve muhtevası gayet sınırlı bir Tarihçe yazarlar?” diye, yazar heyetine ve onların şahsında Hayrât Neşriyat’a kırıldım. “Sıradan” ve “sınırlı” ifadelerime alınmayın sakın, gerçekten de öyle; zira dön-dolaş bütün mevzuları Ahmed Hüsrev ağabey etrafında kurgulamaları ve özellikle bazen “makam münasebetiyle” denilerek, bazen de hiç münasebet olmaksızın aşırı tekrarlara gitmeleri, bu ifadelerimin temel gerekçesidir.

Turfanda diyebileceğim bu Tarihçe’den yana en üzüldüğüm taraf ise, aşırı derecede şahıs ve cemaat taassubunu esas almasıdır. Hatta diyebilirim ki, bu güne kadar okuduğum eserler içinde taassubun en zirve yaptığı kitaptır. Ahmed Hüsrev ağabey ve mensupları çerçevesinde işlenilen bilinçli ve amaçlı taassup bombardımanı, adeta usandıracak ve kitabın okumasına engel olacak düzeyde. Tamamen benmerkezci bir hissiyat ve saikle kaleme alınmış bu kitap, adeta okuyucunun gözlerine sokarcasına ve tekrarlarla bilinçaltlarını zorlarcasına Hüsrev Ağabeyi ve etrafında teşekkül etmiş cemaati nazara vermekte; gayrısından ise hiç bahsedilmemektedir. Hâlbuki iman ve Kur’an hizmetini bir gurup ya da cemaate münhasır kılmak, son derce yanlış olduğu gibi, aynı zamanda da tehlikeli bir gidişin alametidir. Zira bir düsturumuz var; “Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.”

Bu Tarihçe, konuların işlenişi ve hedeflenen amacı itibarıyla “umumilik” yerine “hususilik” arzeden bir içeriktedir. Yani bütün ümmet-i Muhammed’in ya da daha dar bir çerçevede, bütün Nur Talebelerinin okuyup müstefid olacakları bir hususiyete malik değildir. Zira adeta dayatmacı ve tek yanlı bilgilendirmelerle yönlendirici bir özelliktedir. Yegâne amacı, Ahmed Hüsrev Abi’nin Üstad’ın yegâne varisi ve halefi olduğunu ispatlamak; onun şahsında da Hayrât Vakfı etrafında teşekkül eden yapılanmayı yegâne Nur Camiası olarak kabul ettirmektir. Yani bir kabul ettirme çabası ve telaşıyla yazılmış bir Tarihçe... Getirilen bütün deliller ise, Hayrât Vakfı Arşivi’nde biriktirilen dokümanlardır. Bunlar ise, incelendiğinde, Üstad’ın tashihinden geçmemiş olduğu anlaşılan hususi ya da belli bir zaman ve zeminle mukayyet mektuplardır. Hâlbuki bizim bir düsturumuz var; “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?”e bakılmalıdır!

Kısacası, benim nazarımda “Dağ fare doğurdu” özdeyişine masaddak bir durum... Uzun yıllardır Osmanlıca üzerinde yoğunlaşan ve Yeni Yazıyı adeta tekfir derecesinde tezyif eden bu kardeşlerimiz, daha mükemmel ve herkese şamil bir Tarihçe yazabilirlerdi. Taassup ve cemaat inhisarcılığı temelinde kurgulanıp inşa edilen bir eserin kimseye faydası olmaz; olsa olsa, taassubu artırmaya hizmet eder. Taassup ise, bakış açısını daraltır, hakikati bulanıklaştırır ve muhakemeyi kısırlaştırır. İslam, taassubu değil, tetkik ve tahkikatı emreder; taassuba saplanmak, ziyadesiyle ruhbanlık ve ruhanilik meşreplerinde hükümfermadır. Bizim bir düstur ise; “Tezyin ve tasvir-i müddea aklımızı işba etmiyor; bürhan isteriz.” olmalıdır.

Evet; muhtelif zaman ve mekânlarda; muhtelif niyet ve gayelerle söylenmiş sözleri derleyip toplamakla kitap yazmak, halis niyetle izah edilemez. Taassubu kamçılayan ve katmerleştiren faaliyetler yerine, bu marazı izale ve tasfiye eden çalışmalara imza atmalıyız. Şahısların faniliği, davanın bakiliği esas alınmazsa, daha nice yıllar şahısperestliğin kavgası verilecektir. Ehl-i iman, şahısperest değil, hakperest olmalıdır. Kendini “kurum üzüm çubuğu” mesabesinde gören Bediüzzaman’ın “şahs-ı manevi” eksenli hizmetini, getirtip bir yazı ve şahıs üzerinde bina etmek, son derece zararlı, bir o kadar da tehlikelidir. Bu noktadan hareketle, bu tür tehlikeleri ve fuzuli tartışmaları ortadan kaldırmak hizmeti adına, müsaadenizle kitaba dair intibalarımı paylaşmak istiyorum. İtiraz olunduğu takdirde, hepsinin sayfalarını vererek notlandırabilirim.

“Hayru’l-Halef” taassubuyla yazılmış bu Tarihçe, tıpkı Aczimendiler’in “Tasavvuf” temelinde geliştirdikleri nevzuhur Nur Hizmeti(!)ne benziyor. Onlar, nasıl Külliyatı tarayarak tasavvufa dair bütün mevzuları derleyip “Tasavvufî Nurculuk” gibi bir senteze imza attılar ise, Yazıcı kardeşlerimiz de benzer bir teşebbüsle “Osmanlıca Yazı” ve “Hüsrev Altınbaşak”a dair mevzuları derlemişlerdir. Önceleri, daha dağınık ve daha dar dairede söylediklerini, şimdi kitaplaştırmış oldular. Hâlbuki her iki teşekküllün yaptıkları da yanlıştır; zira Risale-i Nur’un ana umdesi “iman” ve “tevhid”dir; yazı ve tasavvuf konuları Risale-i Nur’da tali meselelerdir. Bu bağlamda, kâinatın en muazzam meselesini öteleyip yazı, şahıs ve tasavvuf gibi mevzularını öne sürmek, Külliyat’ın varlık sebebine aykırıdır.

Öte taraftan; her taassup karşı taassubu da beslediğine göre, yarın biriler de “Hulusî Yahyagil” ya da “Zübeyir Gündüzalp” adına bir yapılanmaya girişebilirler. Nasıl durdurabilirsiniz? Yani, Külliyat’ı tarayarak, haklarında yazılmış eski ve yeni medhiyeleri derleyerek bir “Hulusî” ya da “Zübeyir” ekolü geliştirirlerse, engel olunabilir mi? Olunmaz. Peki, sebep kim? Taassuba kapı aralayanlardır... İşte bu tehlike, her zaman için mevcuttur ve akıldan da uzak değildir. İhtilafı ittifak ve vifaka kalbetmek birinci vazifemiz iken, cemaatleri parçalatıp gurupçuklara dönüştürmek, İslam’a hizmet değil, İslam’ın da hizmet-i Nuriye’nin de gözünü çıkarmaktır. Nurlara bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşılmalı; şurasından burasından pay koparmaya ve onun üzerinden nemalanmaya çalışmak Nur Talebeliği değildir.

Bir zamanlar bu taassubun bir benzeri Yüzbaşı Mehmet Kayalar hakkında da ileri sürülüyordu; var-yok dünyanın en büyük ve yagâne âlimi olarak lanse edilmeye çalışılan bu zat için, hiç unutmam mensupları “Hz. Mehdi’dir” diyorlardı. Hatta birisi, yeminle, “Vallahi de, billahi de o Hz. Mehdi’dir; eğer değilse, Allah beni Kirkor-i Ermeni ile birlikte haşretsin!” diyordu. Bu cahil ve mutaassıp adam, daha sonraları bu dengesizliğini pahalıya ödedi; Mehmet Kayalar, vefat edip arkasında herhangi bir devlet, devrim ve ordu bırakmayınca, kafayı üşüttü; masum olmayan divaneler zümresine iltihak etti. İşin garip tarafı, bu mutaassıpların sağda-solda ileri sürdükleri hezeyanlar, Mehmet Kayalar Ağabey tarafından bilindiği halde, ne yazılı, ne de sözlü olarak bu iddiaları reddeden bir beyanatına rastlamadık. Hâlbuki –yukarıda da belirtildiği gibi– Nur Talebeleri arasındaki münasebet, şeyh-mürit, peder-evlat münasebeti değildir; hakiki kardeşlik ilişkileridir.

Haricî düşmanların küfür ve inkârı, nasıl bir cihad-ı fikrî ve manevîyi gerektiriyorsa, aynı şekilde dâhildeki mutaassıp dostların da ıslah ve itidale gelmeleri, cehalet ve iğfallerden kurtulmaları böyle bir cihadı zorunlu kılıyor. Cehalet, taklitçilik ve taassup üzerine inşa edilen bir İslâm ve cemaat anlayışı olmaz; Hz. Peygamber(asm) böyle bir anlayışla ortaya çıkmamıştır. Aksine, o cehaletin, taassubun ve taklitçiliğin düşmanı ve mahvedicisidir. Dindarlık ve cemaat kisvesinde icra edilen bu gayr-ı İslâmî ve irticaî anlayışlar, dini yerinde saydırır, yozlaştırır ve derken tamamen fonksiyonsuz antikaya tahvil ettirir. Elli senedir, Üstad’ın “Mehdiliği” ve “Seyyidliği” tartışılıyor; kime ne kazandırdı? Cehalet ve taklitçilik zemininde tartışılan bu mevzular, çözüme kavuşmadığı gibi, çözülmelere de sebep olmuştur. Hâlbuki ne farz, ne vacip, ne de sünnet bir konudur; tartışılması caiz bile olsa, sevabı yoktur.

Nurcular, tıpkı Bâtıniler gibi, Üstad’ın açık sözlerini, fasit tevil ve tefsirlerle farklı mana ve mecralara çekmemelidirler. Bektaşiler gibi, en açık mevzuları bile makaslayarak kendilerine benzetmemelidirler. İmam-ı Ali’yi hilafete takdim eden siyasî Şiiler’in “Takiye” saplantıları gibi, Nurcular da Üstad’ı seyyidleştirmek ve Mehdileştirmek konusunda takiyeciliğe başvurmamalıdırlar. Hâlihazırda takiyecilik yapanlar, ekseriyettedirler; Yazıcı kardeşlerimiz de onlardan bir parçadırlar. Üstad’ı, mahkeme şartlarında seyyidliğini gizlemek ve tevriye yapmakla itham edenler, takiyecilerle aynı kapıya çıkarlar; Üstad ki, mahkemede, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem; hizmet-i imaniye ve Nuriyeden vazgeçmem ve geçemem!” diye haykırırken, kendi seyyidliğini mi gizleyecek? Eskişehir Müdafaasının başında zikri geçen “tevriye”nin, seyyidlikle bir alakası yoktur; tevilat-ı fasidelerle bir yere varamazsınız. Gele gele, Ahmet Akgündüz’ün çizgisinde karar kılmanız, –dikkat ediniz– itibarınızı haleldar eder, bunu bilesiniz!

Hayrat’ın Tarihçe’sini telif edenler, Hüsrev Abi’ye muhalefet edenlerin içine girdikleri yanlışlıkları sayarlarken, muhaliflerin; müfsit siyasî cereyanlara uzun seneler âlet olduklarını, Kur’ân yazısını muhafaza hizmetinin aleyhine geçtiklerini ve kendi içlerinde tefrikalara ve gruplara bölündüklerini iddia etmektedirler. (bkz. s. 1208, 1209) Hâlbuki bu çok yanlış ve tehlikeli bir yakıştırmadır. Anlayış farklılığından mütevellit farklı hizmet uygulamalarını ve uygulayıcılarını böyle resmedip toptanca redde kalkışırsanız, aradaki bütün bağları koparır, sıla-i rahmi keser, her türlü fikrî ve fiili alış-verişe karşı aşılmaz duvarlar örersiniz. Bir rah-ı necat olmalı ki, yanlışlarımızı tashih, doğrularımızı paylaşma fırsatı bulalım...

Aynı Tarihçe, sayfa 1260’da “Hizmetlerin makbuliyetinin alametleri olan rüya beşaretleri” diye bir yan başlıkla, rüyalar üzerinden bir din ve cemaat tasavvuru oluşturuyor. Bu rüyaları okuduğumda, içimde gayr-ı ihtiyarî olarak “yazıklar olsun!” dedim. Daha önceleri, Fethullah Gülen’in “Küçük Dünyam” kitabında geçen rüyaları üzerine böyle bir tepki göstermiştim ve hatta bu tepkimi uzunca bir yazıyla ifade etmiştim. Aynı ruhî marazı, bu Tarihçe’de de gördüm ve anladım ki, Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet gibi iki esastan tegafülleri ölçüsünde, fikrî ve itikadî düşüşleri de tezayüt ediyor. Hâlbuki rüyaların dinde bir referans olmadığını kendileri de biliyorlar; buna rağmen rüyalar üzerinden bir din tasavvuru geliştirildiğine göre, bu işin ihlâs ve samimiyetle ilgisi olmaz. Tamamen insanlar üzerinde manevi nüfuz sağlama ve bağlılarını muhafaza telaşıdır...

Adı geçen Tarihçe’de mevzubahis edilen “Nur Hizmeti” ya da “Nur Talebeleri” gibi ifadeler, şayan-ı dikkattir ki, tamamı “Yazıcı” kardeşlerimiz için sözkonusu edilmiştir. Bu korkunç taassup, akla ziyan ve sebeb-i hüsran bir yaklaşımdır. Hiç bir aklî, ilmî ve dinî temeli olmayan bu inhisarcılık, tamamen hissî ve egosantrik bir zapt ve sahiplenme güdüsüdür. İslam’ın fersah fersah uzağında olan, hiç bir müsbetliği çağrıştırmayan ve tamamen ortaçağ skolâstik anlayış için kullanılan “taassubun”, Müslüman bir cemaatin limanında demirlemesi mümkün müdür? Vahiy ve fıtrat gibi iki mühim esasa istinad eden İslâm ve İslâmî anlayışın, taassup gibi bir gayyaya yuvarlanması mümkün müdür? Nur Talebeleri gibi, dinî ilimlerle fen bilimlerini mezceden ve zülcenaheyn bir evsafla evc-i alaya pervaz eden bir kitlenin, tassubat-ı umyaya çakılması hiç yakışır mı?

Evet, Üstad’ı müceddit kabul edenler, ne hikmetse onun telifatı olan Risale-i Nur’ları o tecdit muvacehesinde kullanmıyorlar. Madem “Tecdit hadisi”ne göre her müceddit, ümmetin malıdır ve mesajı evrenseldir; çünkü Kur’anîdir, o halde bir müceddidi bölgeselleştirmek, ulusallaştırmak, cemaatleştirmek, mezhepleştirmek, özce ifadesiyle, tekelleştirmek ne kadar doğrudur ve İslâm’ın cihanşümulluğuna ne kadar muvafıktır? Evet, tecdit hadisinde geçen “li hazihi’l-ümmeti” (Ebu Davud, Melâhim, 3740) ifadesi, mücedditlerin, bütün bir ümmet için olduğunu ve inhisar altına alınamayacağını beyan eder; zira onlar, Ahirzaman Peygamberi’nin (asm) varisidirler. Peki, o halde Nurculuk adına Üstad’a ve Risale-i Nur’lara getirilen tekelciliğe ne demelidir? Üstad ve eserleri, bu ipotekten ne zaman kurtulacaktır? Sorgulanmalı değil mi?

Hayrât’ın Tarihçe’sinde, yüzlerce belge(!) ibraz edilmiştir. Bu belgelerden, Üstad’ın tashih ve tasdikatından geçenler istisna, geriye kalanların yüzde 90’ı tashih yüzü görmemiştir; Lahikalarda da yer almamaktadırlar. Ayrıca, Üstad tarafından “Lahikalara alınsın” gibi bir emir de mevcut değildir. Bu durumda, belge nitelikleri olmayan varakalar üzerinden bir makbuliyet ve rüçhaniyet devşirilmesi ne kadar doğrudur? Hâlbuki adı geçen Tarihçe’nin yazarları, önsözde, tamamen Risale-i Nurlara ve doğru belgelere istinat ettiklerini vurgulamışlardır. Peki, Üstad’ın imzasını taşımayan bir mektup nasıl belge olabilir? Peki, ya yazılarınızda Üstad’ın ifadelerini tahrif etmişseniz, bu nasıl bir Nurlara sadakattir, söyler misiniz!

Evet, açık ve net söylüyorum; bu Tarihçe’nin amacı Bediüzzaman ve Nurları anlatmak değildir, aksine, Bediüzzaman ve Nurlar üzerinden yazının makbuliyetini ve Hüsrev Ağabey’in rüchaniyetini ispattır. Tıpkı Alevilerin Hz. Peygamber üzerinden, Hz. Ali ve “Ehl-i Beyt” adını verdikleri Aleviliği teyid ve takviyeye çalışmaları gibi... “Büyük Tarihçe”, “Son Şahitler”, “Ağabeyler Anlatıyor”, “Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî”, “Mufassal Tarihçe-i Hayat” ve “Aydınlar Konuşuyor” gibi kitaplardan aktarılan bütün bilgilere rağmen, anlatımların tamamı, Isparta ve çevresi, Hüsrev Abi ve Yazıcılar cemaati etrafında dolanmaktadır. Ayrıca anladığım o ki, bu Tarihçe’yle amaçlanan, başka Tarihçelerin okunmaması ve dolayısıyla etkilerine girilmemesidir. Şayet satın alınacaksa, paralar da başka yerlere değil, cemaate aksın endişesi vardır...

Evet, 12 senelik bir çalışmanın ürünü olan bu Tarihçe, Nurcuların literatürüne yeni bazı terkip ve tavsifleri de taşıdı. Mesela “Hüsrev Efendi” (ki bu ‘Efendi’ nitelemesi, daha çok ehl-i tarikatça müstameldir), “Üstad-ı Sanî” (ki Hüsrev Abi hakkında kullanılmakta olup, Nurcularca bidattir), “Hayru’l-Halef” (ki münhasıran Hüsrev Abi hakkında kullanmaktadırlar; hâlbuki Risale-i Nur’da Hüsrev Abi için böyle bir tavsif yoktur; daha çok, Üstad’ın yeğeni Abdurrahman Nursî, talebeleri Tahiri Mutlu ve Hafız Mehmed Ağabeyler için kullanılmıştır) ve “Hüsrev Efendi’nin Talebeleri” (ki yine Nurcularca bidat bir ifadedir; zira Nurculukta sadece ‘Nur Talebesi/şakirdi’ ya da ‘Kur’an Talebesi’ vardır. İlginçtir, Said-i Nursî, bu tabiri kendisine bile nispet etmez). Bu bağlamda,

Yazıcı kardeşlerimizin “Üstad-ı Sani” ve “Hayru’l-Halef” tavsiflerini adeta itikad haline getirmeleri doğru olmadığı gibi, münhasıran Hüsrev Ağabey için kullanmaları da kabul edilemez.

Hayrat Tarihçe’si, 12 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğu halde, gayet hazırcı bir yol izlemişlerdir. Mesela sayfa 572-583 arasında Halil İbrahim’e ait üç koca şiiri, Necmettin Şahiner’in “Son Şahitler” kitabından almışlardır. Hakeza, sh. 85-87 arasındaki kısmı da aynı şahsın “Aydınlar Konuşuyor” ve “Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî” kitaplarından iktibas etmişlerdir. Hani ya, Risale-i Nur çerçevesinde bir Tarihçe olacaktı? Hâlbuki Necmettin Şahiner, Risale-i Nur’un tahrifatı noktasında nam yaptığı gibi, Üstad’a atfen birçok yalanın altına da imza atmıştır. Mesela Üstad’ı Balkan Harbi’nde göstermesi, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak Trablusgarp’a göndermesi, müesses nizama (Kemalizme) hürmetkâr kılması gibi hezeyanlar...

Sözkonusu Tarihçe’nin başlıca taassupkâr çıkışlarından birisi de “bid’at” kavramını aslî bağlamından koparıp “huruf-u Kur’aniyenin tebdili”ne, yani Yeni Yazıya teşmil etmeleridir. Bu, çok yanlış ve katı bir taassubun ifadesidir. Bir sefer Üstad, “Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır” ifadesiyle, bid’atin çerçevesini çizmektedir. Dolayısıyla alfabe konusunu bu kapsama almak, hem de neredeyse yegâne bid’attir gibi vurgulamak, Risale-i Nur’dan alınan dersle bağdaşmaz; ilgisizce bir ilişki kurmaktır. Hâlbuki bid’at tarifi, doğrudan ibadî konularla alakalıdır; ezanın Türkçeleştirilmesi, hutbelerin resmileştirilmesi, selamın terk ettirilmesi, Kur’an taliminin yasaklanması, medreselerin ilgası, tesettürün ref’i, İslâmî mirasın iptali, vb. meselelerdir. Nihayet, “Bid’atkâr Süfyanizm”in nifak perdesi altında Şeriat-i Muhammediyenin tahribine çalışması, ziyadesiyle bu şeairlerin kaldırılması etrafında cereyan etmiştir.

İşin bir başka boyutu, Yeni Yazıyı “bid’at” ve Osmanlıcayı “şeair” kapsamına alacak kadar ileri giden bu arkadaşlarımız, Risale-i Nur’da Yeni Hurufun (yeni harflerin) ruhsatına dair kısımları derlememişlerdir. Sadece, huruf-u Kur’aniye konusunda tahşidat yapmışlardır. Hâlbuki Külliyat, bir bütün olarak ele alınmalıdır; mevzular siyak ve sibakıyla işlenmelidir. Sadece gözümüzün gördüğü ve gönlümüzün arzuladığı kısımları değil, alternatif izahları da gündeme taşımalıyız ki, konu tavazzuh etsin. Aksi takdirde, tek taraflı ve niyet-i mahsusaya hizmet eden bir yaklaşım objektif olmaz; art niyetlilik olur. Bir de en kötüsü, insanın kendi kendini nakzetmesidir ki, adı geçen Tarihçe’nin 3 cildi de Latince yazılmıştır. Hakeza, yeni bastırmakta oldukları Nur Külliyatı’nın birini de Osmanlıca-Latince alfabesiyle bastırmaktalar. İşte korkunç bir tenakuz örneği!...

Esas olan imanın kurtulması iken, alfabeye takılıp maksattan uzaklaşmak, aklı başında olan bir Nur Talebesinin şanı ve şe’ni olamaz. Bu gün milyonlarca kimsenin okuyup imanlarını kurtardıkları ya da takviye ettikleri Nurların kahir ekseriyeti Latincedir; bu görülmeli ve bu tür polemikler artık sona erdirilmelidir. Yazıcı kardeşler, asıl şu bid’atı sorgulamalıdırlar: Mesela, Hüsrev Abi’nin kaleminden biriktirdiği talaşları, vefat eden annesinin yıkama kazanına attırması ve kalemiyle kefenine kudsi kelimeler yazdırması gibi... Şaman ayinlerini hatırlatan bu bid’atı sorgulamak yerine, bu işlemi takdis edercesine zikretmenin –Allah aşkına– İslâmî bir altyapısı olabilir mi?! Öte taraftan, kendisi normal bir tahta kalem kullandığına göre (çünkü talaşı vardır), divitleri kullanmak ve bunu da “Zülfikar-ı Ali” mesabesinde değerlendirmenin mantığı var mıdır? Bu durum, sünnet-i Hüsreviyeye muhalif düşmez mi?

(Devam edecek)

  • Yorumlar 13
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89