• BIST 10082.77
  • Altın 2428.149
  • Dolar 32.3702
  • Euro 34.6846
  • İstanbul 14 °C
  • Diyarbakır 17 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 14 °C
  • Berlin 12 °C

Fethullah Gülen’nin Said-i Nursî okumaları -I

Abdullah Can

Bir şahsı doğru ve yeterince tanımak için, ya onunla uzun yıllara dayalı bir beraberliğimiz, bir alışverişimiz olmalı, ya da onun aynası olan kitap ve eserlerine bakmalı; onlar üzerinden bir tetkikata girmeliyiz. Aksi takdirde, duyumlar üzerinden inşa ettiğimiz sevgi ve yergilerin, övgü ve sövgülerin bir kıymet-i harbiyesi olmaz; zan ve önyargılardan hali olmaz. İnsaf ve hakkaniyet; doğru ve sağlıklı tanımayı öngörür, taklitçilik ve kitle psikolojisinden azade olmayı tavsiye eder.

Sevgi ve nefret duygularının kontrolsüz bir şekilde kabardığı günümüzde, kişiler ve kurumlar hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapmak hayli zordur. Meşruiyet sınırlarının korunması, maddi-manevi hukukların ihlâl edilmemesi, şahsiyetlerin rencide edilmemesi adına, hakkaniyeti esas almalı; suizandan, aşırılıklardan ve her türlü bağnazlıklardan uzak durmalıyız. Literatürümüzde “Sırat-ı Müstakim” olarak bilinen orta ve adil çizgiden şaşmamalıyız. En azından aldığım terbiye ve sahip olduğum ilkelerim çerçevesinde, böyle davranmayı bir elzemlik olarak değerlendiriyorum. 

Bu girişten sonra, Fethullah Gülen’e ait piyasaya servis edilen leh ve aleyhteki aşırılıkları bir tarafa bırakarak, hakkın hatırını korumak ve hakkı ikame etmek adına, alanım içine giren bazı yanlışları hatırlatmak isterim. Aşırı yüceltmeci, kutsayıcı anlayışlar ne kadar yanlış ve sakat ise, aşırı yerici ve tahkir edici yaklaşımlar da bir o kadar gerçeklikten uzaktır. İfrat ve tefrit dediğimiz aşırı uçlardan uzak durup, hadd-i vasat denilen doğru ve meşru konumumuzu belirlemek zorundayız. Taraflara eşit uzaklıktaki bağımsız bir konum, doğru ve sağlıklı değerlendirmenin olmazsa olmaz koşuludur.

Körü körüne teslimiyet ve bağnazca bir tarafgirlik, akıl ve iradeleri esir alacağı gibi, insaf ve vicdan, fikir ve izanları da devre dışı bırakır. Bu aşamadan sonra, her türlü hamle ve saldırı şekli meşru görülür; tezvir ve teşhircilik sıradanlaşır.  

Bir seneyi aşkındır, gündeme oturan Cemaat-Hükümet mücadelesinde, en fazla yara alan, hiç şüphesiz mücadele unsuru olarak kullanılan İslamî argümanlardır. Ayetler, hadisler, asr-ı saadet ve İslamî şahsiyetler üzerinden yürütülen bu kara propaganda ve karalama savaşında, belki de en çok servis edilen ve şahsiyeti istismar edilen argüman, Said-i Nursî Hazretleridir. Özellikle cemaat tarafının bu istismara daha çok tevessül etmesi içler acısı bir savunma refleksidir. Siyasî cenahın böyle bir endişesi olmayabilir, ama kendisine cemaat ya da camia adını veren bir yapılanmanın bu ucuzca harcamaları, hem Said-i Nursî’nin ruhaniyetine, hem de onun mensuplarına ciddi bir azap çektirmektedir. Orta yerde bir iktidar ve dünyalık mücadelesi varken, mücadele araçlarını kutsal değerlerden devşirmek, kutsallar üzerinden alan ve mevzi kazanımına girişmek, tam anlamıyla bir vicdan ve izan perdelenmesidir.

Evet, söz konusu olan dünyevî menfaat ve iktidar mücadelesi olduğuna göre, bütün Müslümanların ortak değerlerini alet ve payanda etmenin; bu değerleri haklılıklarına gerekçe kılmanın vicdanî bir izahı ve izanla telif edilir bir yanı olabilir mi? Özellikle cemaat terbiyesi görmüş cenahın bunu ziyadesiyle tedavüle sokmasını anlamak mümkün müdür? 

Beyler, madem kavganızın asıl sebebi din değil dünyadır; dünyalıklardır, o halde dinî değil, dünyevî argümanları kullanınız! Gayr-i meşru bir maksadı izlerken, meşru vasıtalardan medet ummak; onları kullanmak, meşruiyetin sahibi olan Allah’ı ve müdafii olan tüm inananları hiçe saymak hükmündedir. Bu hususta en büyük sorumluluk cemaatte ve hassaten de o cemaatin tepesindeki Fethullah Gülen Hoca’dadır. Halk arasında bir deyim vardır: “Balık baştan kokar.” Baştakilerin kendi mesuliyetlerini müdrik olup, dünya adına dine verdikleri zarardan bir an önce avdet etmeleri farz-ı ayndır.

Neyse, sadede dönelim… Hâlihazırdaki mücadelenin amaçları ile araçları arasındaki uyumsuzluk ve meşru araçların gayr-ı meşru amaçlara feda edilmesinin vahametinden vicdanı sızlayan milyonlarca bireyden biri olan ben, nihayette, “tahammülün de bir sınırı olur” diyerek işin bir ucundan müdahil olmayı uygun gördüm. Yukarıdaki açıklamaya denk düşecek şekilde, kulaktan duymalara, inat ve tarafgirlik üzerinden yürütülen kara propagandalarına, önyargı ve şartlanmışlıklar üzerinden yürütülen karalama kampanyalarına, belden aşağı vurma ve itibarsızlaştırma kumpaslarına aldırış etmeden, bizzat kaynaklara inerek, birinci ağızdan, en tepede duran cemaat ve camia liderinden yola çıkarak, neden Said-i Nursî’yi tepelercesine kullandıklarını sorgulayacağım

Önceki yazılarımdan da anlaşıldığı veçhiyle, yazılarımın daha çok Risale-i Nur ve Said-i Nursî’nin hukukunu savunma ekseninde yazıldığı açıktır. Bu çerçevede, Fethullah Gülen’in de Üstad’a, Risale-i Nur’a dair tahlil ve yaklaşımlarını da mercek altına almayı düşünüyorum. Cemaatin yayın organlarınca kötü bir zamana denk getirtilen bu araçsallaştırma çabaları, ister istemez bir şeyler yazmamızı zorunlu kılmıştır.

Öncelikle şunu söylemeliyim; kaynak aldığım “Prizma–4” kitabında geçen ayet, hadis mealleri ile genel geçer İslamî-evrensel doğruları bir tarafa bırakacağım. Zira doğrular ortak paydalarımız olup gayr-ı Müslimlerden dahi zuhur ederse kabulümüzdür. İyilikler Allah’tan, fenalıklar nefislerimizdendir. İyiliklerde, kimsenin –irade etmekten başka– bir hakkı yoktur ve olamaz. Onlar, tümüyle Allah’a ait olup bizlere birer lütfüdürler. Asıl, fenalıklarımızı sorgulamalıyız; çünkü içtimaî kaosumuzun kaynağı onlardır. Işıktan zarar gelmez, gelse de yarasalara gelir.

Zararlı olan, kalp ve kafalardaki karanlıklarladır; her türlüsüyle karanlık düşünce ve inançlardır. O karanlıklar ki kimin eli kimin cebinde, kimin pençesi kimin boğazındadır, göstertmez. Dost kim, düşman kim; kim kimin gözünü çıkartıyor, birbirine karıştırır, fark ettirmez. Onun için biriler kalkıp ta, “Efendim, siz hep kötülüklere ve olumsuzluklara kilitlenmişsiniz! İyi ve olumlu yanları göremiyorsunuz!” demesin, dememelidir.

Evvela, bütün güzel sözler ve işler başımızın tacıdır ve umumun ortak paydasıdırlar. Onlarda hiçbir tartışma ve kapışma mevzubahis değildir ve olamaz. Güzel ve doğru olana, biz “hikmet” deriz; değil bir Müslüman’ın dilinden ya da elinden çıkmasını, bir gayr-ı Müslim, hatta bir ateistin ağzından ve elinden dahi çıksa, o bizim malımızdır, dört elle sarılırız. Ancak, bir mevzuya kilitlenirken, bir gündemin irdelemesi yapılırken, farklı noktalara nazarı çevirmek ve “Neden bunu da görmüyorsunuz?” demek, klasik ifadesiyle demagoji ve gündem saptırmadır.

Bu bağlamda, ben Fethullah Hoca’nın adı geçen kitabından Said-i Nursî ve Risale-i Nur dair yanlış bulduğum bazı tespitlerini dillendireceğim. Yetmez, son derece sakıncalı ve yanlış bulduğun kimi sosyal, siyasal, sosyolojik ve tarihî bazı tespitlerini de mercek altına alacağım. Amacım, zihinlerin ve kitapların bu yanlışlardan arınmasıdır; arındırılmasıdır. Seri olarak yazdığım makalelerin de bu minval üzere olduğu okuyanlarca malumdur. Birilerinin zülfüyârına dokunacak diye gerçekleri ketmedecek değilim; aksini iddia edenler olursa meşru müdafaalarını yapabilirler.

Evet, yanlışa doğru demek, doğru göstermek, onda ısrar etmek kadar, doğruya yanlış demek, yanlış göstermek ve onu yanlış yerde kullanmak da yanlıştır. Hele hele, doğruyu yanlışa alet etmek, yanlışların en vahimi ve doğrunun doğranmasıdır. 

Yukarıda da belirttiğim gibi, ilk tahlil kitabımız, Fethullah Gülen’in “Prizma” serisinden 4. kitabı olacaktı. Bu kitap, Nil Yayınları, Ekim–2003 baskılıdır. “Neden bu ciltten başladınız?” diyenler olabilir, cevabım, şimdilik okuduğum ve elimde olanı budur; bunu diğer eserleri takip edecektir, inşallah… Başlıyorum:

Fethullah Gülen Hoca, kitabının birçok yerinde Üstad Said-i Nursî’yi vasfederken, “Hz. Sahib-i Zaman”(s. 53), “Ümit Güneşi”(s. 53), “Asrın Fikir Mimarı”(s. 58),” Pîr-i Mugân”(s. 259), “Asrın Büyük Çilekeşi”(s. 259), “Çağımızın fikir mimarı”(s. 264) … gibi unvanlarla zikreder. Bu vasıf ya da unvanların hiçbirisi Tarihçe-i Hayat’ta ve talebelerin mektup ve savunmalarında geçmez; tamamen Gülen Hoca’ya özeldir. Kendileri, “Üstad”, “Said-i Nursî” gibi tavsif ve isimlendirmelerden azamî ölçüde uzak durur; nadiren kullanır. Her ne ise… Pîr-i Mugân(Meyhaneci, mec. Mürşit) gibi farklı bir manayı çağrıştıran nitelemesinden sarf-ı nazar edersek, geneline eyvallah diyelim. Ancak, aynı kişinin, aşağıya alacağımız ifadelerine eyvallah dememiz mümkün olmadığı gibi, yukarıdaki tavsiflerle telif etmemiz de mümkün değildir. Mesela, Üstad’a atfen söylenen şu söze bakalım: 

“Üstad’ın bir yerde işaret ettiği gibi, Sultanlar, ancak kendi adlarına hazırlığın yapıldığı, keşif kollarının geldiği yerlere teşrif ederler”(s. 14). O bir yer neresidir; bu sözün kaynağı hangi kitaptır, belirsizdir. Risale-i Nur’a sadık, Üstad’ın muhabbetiyle memlu olan birisi, Üstad’ın ifadelerini bozmayacağı gibi, ona ait olmayan bir sözü de asla isnat etmez. Bu noktada, Hoca’nın bir öz eleştiri yapması gerekmez mi? Risaleleri adeta ezberlercesine bilen birisi, sırf kendi sözlerini teyit adına bir başkasına ait sözleri böylesine hovardaca tahrif edebilir mi? Ya da kendi yanında ihdas ettiği bir sözü, sırf doğru göstermek adına, bir meşhur insana mal edebilir mi? Bana göre, bu satırlarda, F. Gülen bu yola tevessül etmiştir. 

Fethullah Hoca, Üstad için “Üstad, hafız olmadığı halde, Kur’an’la o engin meşguliyeti sayesinde kafası âdeta bir fihrist gibidir.”(s. 150) derken, kendisinden bahisle de “Ben şahsen hafızım ve hayatımda iki defa hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra, 1980’lerde tekrar dört ayda hafız oldum.”(s. 157) diyebilmektedir. Diyebilirsiniz ki, “Ne var bunda?!” Hiç, ne olacak ki? İş olsun diye söyledim… 

Hayır, yapılan kıyas hayli ilginçtir. Bir sefer Üstad’ın hafız olmadığını söylemek sadece bir iddiadır. Zira küçüklüğünde günde iki cüz ezberlediği ve “Kur’ân’ın mühim bir kısmını hıfzına aldığı” kayıtlarda var. (Tarihçe-i Hayat, s. 40) Ancak, bu tarz ezberden vazgeçtiği belirtiliyor. Bununla birlikte sonraki zamanlarda tamamını ezberlemediği kesinlikle meçhuldür. Bütün hayatını Kur’an’a tahsis eden ve 90 cilt kitabı hıfzına alan bir şahsiyetin hafız olmadığını ileri sürmek ham bir iddia olmaktan ileri gitmez

Evet, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”(Tarihçe-i Hayat, 44) diyen birinin, Kur’an’ı ezberlememesi mümkün müdür? Yine, “Bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur'an'ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur'an'ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.” diye ders veren ve tavsiyede bulunan birinin Kur’an’ı ezberlememesi kâr-ı akıl mıdır? Âlimler, başkasını tavsiye ettiği hakikatleri kendilerine farz ve vacip telakki ederler. Onlar, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Saff suresi, 2) ayetine ters düşmezler.

İddiamızı teyit eden en önemli delilimiz ise, Üstad’ın öz kardeşi Abdülmecid Nursî’nin ağabeyi hakkında söylediği şu sözdür: “Kur’an-ı Kerim’i on beş gün zarfında hıfzetti” (Hatıra Defteri, s. 11) Malum, Abdülmecid Nursî, aynı zamanda Üstad’ın 15 senelik öğrencisi ve Arapça İşaratü’l-İ’caz ile Mesneviyu’n-Nuriye’nin mütercimidir.

Her ne ise… 

Hoca’nın bir diğer ilginçliği, iki kez hafızlık yaptığını ileri sürmesi ve birinci hafızlığı için “tamamen unutmuştum” demesidir. Gariptir, tamamen unutmak demek, Fatiha ve zamm-ı surelerini de kapsadığına göre, acaba namazında neler okuyordu? Bu mübalağaya gerek var mıdır? Hem kendisi 1980’den sonra ikinci kez ve üstelik 4 ayda ezberlediğini iddia ederken, neden bu hafızlığı Üstad’a fazla görüyor? 1980’de, yani 40 yaşlarında iken hafızlığa müyesser olacak istidadı kendisinde gören Hoca, neden 12–13 yaşlarına iken hıfzına ara veren (tamamen unutan, yani terk eden değil) bir Said-i Nursî’nin sonraki yıllarda hafızlığını ikmal ettiğine ihtimal vermiyor? Üstelik, Kur’an’ın mühim kısmını, yani ekserisini ezberlemiş olduğu halde!... 

Kanaatimce, kim olursak olalım; ilmi, ihlâsı ve ameliyle namını bütün cihana salmış, şöhreti müsellem ve mamelek adına dünyada dikili bir ağacı bile olmayan Bediüzzaman gibi zatlara karşı bu tarz bir mukayese ve muvazene, sadece hodfüruşane temayülleri ifade eder. İyisi mi; elimize, dilimize, belimize hâkim olalım!...

Fethullah Gülen, yer yer Üstad’ın “hadis” diye zikrettiği sözleri, ya bir “kelam-ı kibar”, ya bir “özdeyiş”, ya da “hadis diye meşhur bir söz” gibi tavsiflerle anarak, adeta “sen bilmezsin, ben bilirim” havalarına girerek, Üstad’ı zımnen tenkide tabi tutmaktadır. Bunlardan birisi de “Levlake levlake, lema halaktu’l-eflake” hadis-i kusîsidir. Bakın nasıl yorumluyor: 

“Hz. Âdem, Safiyulah’dır; ama onu Safiyullah yapan öz, daha sonra meydana gelecek olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. O (sav), hadis diye meşhur olmuş bir sözde şöyle anlatılır: “Levlake levlake, lema halaktu’l-eflâke”, “Eğer sen olmasaydın, varlığı yaratmayacaktım. Sanki varlığın yaratılış silsilesi ve bütün yaratıkların vasıflarının hulâsası, süzüle süzüle, özleşe özleşe Efendimiz'de (sav) toplanmıştır.” 

Aynı Hoca, sözüne devamla, “Yine Nebiler Serveri, makam itibarıyla makam-ı cem'in sahibi olduğundan, bütün enbiyâ-i izâmın vâris-i hâssıdır. O (sav), vazifeleri itibarıyla bütün enbiyâ-i izâma ait hususiyetleri şahsında toplamış olup, kâinattaki onlara ait mânânın bir fihristidir. Bu itibarla İnsanlığın İftihar Tablosu, 'özün özü'dür. Bu hakikatten hareketle, 'O olmasa idi, kâinat da olmazdı.' denebilir.”(s. 204) demektedir. 

Hoca, hem nalına, hem mıhına vuruyor; hadis değildir dediği şeyi doğrulamaya çalışıyor. Madem itikadınızca hadis değildir, o halde neden peşine düşmüş, mana ve muhtevasını ispata çalışıyorsunuz? 

F. Gülen Hoca, bu hadis-i kudsînin Risale-i Nur’da sıklıkla kullanıldığını pek ala biliyor; bildiği halde “hadis diye meşhur olmuş bir söz” demekle neyi hedefliyor? Aliyü’l-Kârî gibi bir hadis nakkadının Şerhü’ş-Şifası’da, (Cilt-I/6) ve “El-Esrârul-Merfûa” gibi eserlerinde geçen bu hadisi neye binaen inkâr ediyorlar? Bu tavrıyla meşhur hadis münkirlerinin safına katılmıyorlar mı, acaba? Said-i Nursî’nin, Mesnevi-i Nuriye (s. 28, 46), Sözler (s. 123), Emirdağ Lahikası-I, s. 302) ve daha birçok eserinde zikrettiği bu hadisi kafasına sıkıştıramayanlar inkâr edebilirler; ancak Hoca’nın yukarıdaki izahlarından anlaşılıyor ki kendisi diliyle inkâr, ama kalbiyle ve kafasıyla tasdik ediyor. Zira izahları tamamen hadis olması noktasında… 

Bir diğer husus, Bediüzzaman’ın mükemmel bir hadis âlimi olduğudur. Sadece Ondokuzuncu Mektup (Mu’cizat-ı Ahmediye) üç yüzü aşkın hadisi ihtiva etmektedir ki, bütün bu hadisleri –ravileriyle birlikte– ezbere olarak nakleden Üstad, Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalı, Ondokuzuncu Mektubun ve Beşinci Şua gibi risalelerin baş kısımları tamamen hadis metodolojisine ait olup, Üstad’ın bu sahadaki otoriterliğine delâlet etmektedir. Hakikat-ı hal böyle iken, Nurlardaki bu hadisi serişte etmek ve” hadis diye meşhur olmuş bir söz” diye tavsif etmek, niyet-i halise ile telif ve tefsir edilemez. 

Fethullah Hoca, Sözler’in arkasındaki Konferans’ta geçen ve Hz. Ebubekir’e isnad edilen bir sözü nazara vererek, üstü kapalı bir şekilde Risale-i Nur’a itiraz ve tenkit okunu atıyor. En azından ben öyle anlıyorum… Şöyle diyor: 

“Hz. Ebûbekr’in (ra), ‘Ya Rabbi! Vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemi sadece ben doldurayım, oraya bir başkası girmesin!’ dediği rivayet edilmektedir. Bu sözü, her ne kadar hadis kriterleri açısından sağlam bir zincire bağlamak mümkün değilse de, Hz. Ebûbekr, ruh derinliği bakımından tek başına cehennemi doldurup başkalarının girmesine yer vermeyecek kadar hasbî, diğergâm bir insandır.”(s. 257)

Dikkat edilirse, bu ifadelerinin zımnında da yine bir benlik ve kendini beğenmişlik hisleri ön plana çıkıyor. Neymiş, “Bu sözü, her ne kadar hadis kriterleri açısından sağlam bir zincire bağlamak mümkün değilse de…” Ne demek? Bahsi geçen söz, hadis olmadığına göre, hangi hadis kriterlerinden bahsediyorsun? Sözün şahsîliği esas alındığında, herhangi bir hükmü ifade etmeyeceği ve herhangi bir hükmün ona bina edilemeyeceği gayet açıktır. Tamamen ferdî ve indî bir fedakârlıkla memlû bir ifadeyi hadislerle kıyas yoluyla serrişte etmenin hüsnüniyetle telif edilir yanı olamaz. 

Hoca, bu sözün Üstad tarafından sarfedilmediğini pekâlâ biliyor; hem de benden daha çok… Buna rağmen, imalı bir şekilde sözün sağlam temellere istinat etmediğini vurgulaması ve bunun üzerinden Risale-i Nur’un tenkidine açık kapı bırakması, hakkaniyetle ve Risale-i Nur’dan istifadesine, vefalılık vasfına muvafık düşmemektedir. Nihayet, kendisinin bu yöndeki itirazı internet ortamında yayınlandıktan sonra, yüzlerce site ve özel bloglarda acımasız ve ölçüsüz saldırılara maruz kaldığı gayet açıktır. Her ne kadar, bu sözü Hz. Ebubekr’in “ruh derinliği” ve “diğergâmlığı”yla yorumlamaya çalışmışsa da, “hadis kriterleri açısından sağlam bir zincire bağlamak mümkün değil” demesi, tenkit ve tarizler için yeterli bir gerekçe hazırlamış oluyor. Bununla birlikte, Hoca’nın naklettiği şekli ile Konferans’taki şekil arasında da bir farklılık vardır; dikkatlerinize sunuyorum: 

Konferans’taki ifade şöyledir: “Sıddık-ı Ekber (ra) demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın!”

Evet, dikkat edilirse, gerek Hoca’nın ve gerekse yüzlerce bahanecinin aktardığı söz ile Konferans’taki söz arasında mühim bir fark vardır. Birinci ifadede, “oraya (Cehenneme) başkası girmesin” diye neredeyse Mesihvarî bir şekilde bütün insanlar adına (kâfir-mü’min farketmez) bir fedakârlık sözkonusu iken, ikinci ifadede ise “ehl-i imana yer kalmasın” denilerek, sadece müminler adına bir fedakârlık göze alınmıştır. Her ne ise... Sonuçta, Bediüzzaman’ın iştirak ettiği bir söz olduğu açıktır. Zira kendisinin şu ifadeleri bunu destekler mahiyettedir: 

Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeği bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerim Cennet'e girmeleri için Cehennem'i kabul ederim.”(Emirdağ Lahikası-I, s. 61) ile “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”(Tarihçe-i Hayat, s. 77)

Evet, her şey bizim bildiğimize münhasır değildir; bütün İslâmî kaynakları da okumuş değiliz. Dolayısıyla bilmediğimiz ya da aklımızın ermediği bir ifadeyi kestirip atamayız. Bütün malını İslâm için feda eden, İslam’ın izzet ve i’lası için canını ortaya koyan, hilafeti döneminde Peygamber (asv)’ın çizgisinden zerre kadar şaşmayan, onun mağara ve hicret arkadaşı Hz. Ebubekir’i fiilen yaşayamayan birinin onu anlaması, sarfettiği sözün derinliğine nüfuz etmesi mümkün olamaz.  

Demek, “At çamuru, tutmasa da iz bırakır” kabilinden kafa karıştırıcı yaklaşımlarla, indî yorumlarla karalama ve itibarsızlaştırma çabası içine girenler, hasbî ve rıza-yı İlâhiye muvafık hareket edemezler. Dünyalık adına en ufak bir sıkıntısı olmayanlar, yaşadığı mekân itibariyle yalancı cennetleri yaşayanlar, fiilî ve malî cihadı yaşamayanlar, asr-ı saadetin o kutlu ve kuşatıcı atmosferini teneffüs etmeyenler, bütün mal varlığını İslâm’ın uğruna sunamayanlar, “Bana ve aile fertlerime Allah ve Resulünün muhabbeti kâfidir” diyemeyenler, Ebubekr’in seviyesini de ne dediğini de anlayamazlar. Herkesin bakış açısını yaşadığı dünyası belirler…

  • Yorumlar 37
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89