• BIST 9693.46
  • Altın 2496.161
  • Dolar 32.4971
  • Euro 34.5977
  • İstanbul 14 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 21 °C
  • İzmir 16 °C
  • Berlin 9 °C

Fethullah Gülen’in milliyetçilikle imtihanı (‘Prizma–2’ çerçevesinde)

Abdullah Can

Bölgecilik, ırkçılık, aşiretçilik, kabilecilik, mezhepçilik, cemaatçilik, tarikatçılık, particilik, örgütçülük ve daha bilmem nice “...cılık” ve “...culuk”lar vardır ki, tam anlamıyla bir felaket. Bu felaketi Müslümanlara reva gören beynelmilel kundakçılar, bütün imkânlarını kullanarak bu his ve düşünceleri uyanık ve diri tutmaya, sürekli kaşıyıp uyarmaya çalışırlar. Çünkü Müslümanların gündeminde bunlar var oldukça, dışarıdan bir başka düşmanın müdahalesine ihtiyaç kalmaz. Bu durum, hedeflenmiş diğer din mensupları için de geçerlidir... 

Tarih, Moğol ve Haçlı saldırılarının vahşetinden bahseder; sınır tanımaz barbarlık ve kan dökücülüklerini anlatır. Aynen öyledir; belki de tarif ve tasvirde yetersizdir de... Ama bana sorarsanız, en tehlikeli düşman, kaba işgal ve emperyalizme dönük olanı değildir; emperyalistlerin beynimize ve ruhumuza aşıladıkları “duygusal” ve “düşünsel” düşmanlıklardır, yani yukarıda değindiğim “...cılık” ve “...culuk” illetleridir. Bu hastalıklarla malul ve muzdarip toplumlarda birlik, dirlik, esenlik ve huzurdan eser kalmaz. Toplumlar çözülmeye, dostluk ve kardeşlikler yok olmaya, mamur ve müreffeh memleketler viraneye dönüşür. 

Hiç şüphesiz, bu ruhî ve hissî düşmanlıkların en tehlikelisi “ırkçılık” veya onun biraz yumuşatılmış şekli olan “milliyetçilik”tir. Tabiatı icabı kendini merkeze alan ve gayrisini yutmakla beslenmek olan ırkçılık ve milliyetçilik, hedefe ulaşmak adına hiç bir hak ve hudut tanımaz, hepsini ezer, çiğner ve yok eder. “Ya sev, ya terk et!” zihniyetini amentü edinen bu şeytanî illet, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi yaşamayan, kendisi gibi inanmayan, kısacası kendisinden olmayan her kesi ve her kesimi imha etmeyi programının birinci esası yapar. 

“Üstün” ve “seçkin” ırk teorileriyle hareket eden bu ideoloji, bütün farklılıkları ve ontolojik zenginlikleri teke indirmek için her türlü eritme ve yok etme mekanizmalarını işletir. Bu uğurda, özel bütçeler ayırır, gönüllü kuruluşlar inşa eder. 

Irkçı ideoloji, tahammülsüzdür; çoğulculuğu muzır ve dâhilî düşman beller. Otokratik ve totaliterdir; her türlü demokratik ve özgürlükçü teşebbüse düşmandır; bu alandaki gelişmelere al görmüş boğalar gibi saldırır; boğmaya çalışır. Muhalif düşünceler gibi, o düşüncenin sembollerine de tahammül etmez; kökünü kazımak için her yönteme başvurur. 

Bu ideolojide hukuk yoktur, zor ve zorbalık hükümfermadır. Sebep ve sonuç ilişkisi üzerinde kafa yormaz; neden ve niçinlerle uğraşmaz. Kaba ve ilkelce yaklaşır, “Ya olacak! Ya olacak!” der, gerekirse kendine benzetmek için her türlü kanunsuzluğu iler, her rezaleti mübah görür. 

Bu ideolojinin kitabında meşruiyet yoktur; Makyavelisttir. Hedefine hizmet eden her türlü nameşruluk kendisince meşrudur. Hukuku kendisine uyduran bu illet, kiralık aydınlarıyla, Belamlaştırılmış âlimleriyle, dezenformatist neşriyatçılarıyla demagojinin her çeşidine başvurur; hukuksuzluğu hukuk, zulmü adalet, yalanı doğru, ihaneti sadakat, hak ve hukuk taleplerini ise fitne ve iftirakçılık olarak lanse ettirir. 

Allah’ın “helaldir” dediğini haram, “haramdır” dediğini helal kılan bu ideoloji, ilah olarak konumlanmıştır; helal ve haramları yeni baştan kategorize etmiştir. Başkalarına “haramdır”, “yasaktır”, “bölücülüktür” dediği milliyetçiliği, kendisi için sonuna kadar kullanır. Hüküm koyanın Allah olduğunu düşünmez; haramın herkes için haram, helalin herkes için helal olduğunu akletmez. 

Bu ideolojinin sarhoşluğunu yaşayan beyinsiz ve ferasetsiz mensupları ise, ilah ittihaz ettikleri milliyetçilikle, kendilerine yeni bir ilah, dolayısıyla yeni bir din ve yeni bir hayat nizamı kurmuşlardır. Materyalistler gibi, bunların da dünyasında Allah’a yer yoktur, var deseler de sembolik ve göstermeliktir. Dinleri “milliyetçilik”, yaşam tarzları ise “milliyetçilik-mukaddesatçılık” şeklinde tezahür eden sentetik ve sentezvarî gidişattır. “Araf”la eşdeğer olan bu inanç ve uygulamanın Kur’an’daki karşılığı “Müzebzebine beyne zalik”tir. 

Her ne ise... Biz geçelim asıl mevzumuza, yani Fethullah Hoca’nın milliyetçilik uğruna Prizma-2’de söylediklerine. Milliyetçiliğin, sadece İslâm coğrafyasında değil, bütün dünyadaki acı ve ızdıraplarla yoğrulmuş meşum tarihine rağmen, Hoca’nın bu meşum ideolojiyi dillendirmesine hiç bir anlam veremiyorum. Kâinatta hiçbir şeye alet olmaması gereken İslâmiyet; nasıl olur da bir Hoca’nın ağzıyla bu meşum ideolojiye alet edilebiliyor? Bu nasıl bir iman ve nasıl bir anlayış!? Mesela, kitabının bir yerinde aynen şöyle diyor:   

Muhyiddin İbn-i Arabî, “Şecere-i Numaniye”sinde diyor ki, Sahabe-i Kiram’dan sonra, Allah’ın muradını en iyi şekilde yerine getiren Osmanlılardır.”(s. 89) 

Fethullah Gülen’in bu iddiası için adı geçen kitaba baktım; Hoca’nın sözünü teyid eden bir ifadeye rastlamadım. Demek Hoca, kendi temennisini Muhyiddin-i Arabî üzerinden gerçekmiş gibi kabul ettirmeye çalışıyor. Arabî’nin harflerle, harflerin cifirsel değerleriyle Osmanlıya, Osmanlı Padişahlarına, onların faziletlerine işaret buyurması ayrı bir şey, Gülen’in, ona atfen, “Sahabe-i Kiram’dan sonra, Allah’ın muradını en iyi şekilde yerine getiren Osmanlılardır” demesi tamamen ayrı bir şey... Doğru olanı, hiç kimseyi kendi keyfimize göre konuşturmamak, fikir ve emellerimize alet etmemektir.     

“Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi, biz geçmişte engin bir Müslümanlık yaşamışız. Yani İslâm’ın yoruma açık yönlerini fıtratla uyum içinde öyle bir yorumlamışız ki, Asr-ı Saâdet’ten bu yana bizim gibi başka bir millet çıkmamış. Hadiste, fıkıhta, tefsirde, kelamda yetiştirdiğimiz dâhî imamlar sayesinde hep farklı olabilmiş ve hep farklı kalabilmişiz. Öyle ki, Buharî’ler, Müslim’ler, Tirmizî’lerden tutun Ebu Hanife’lere varıncaya kadar, bütün insanlığı kucaklayan bir anlayışın alperenleri hep bizden çıkmış.”(s. 90) 

Muhyiddin-i Arabî’ye atfen söylenen ve Osmanlı yüceltmeciliğini esas alan sözlerin bir benzeri de yukarıda sarfedilen sözlerdir. Tamamen indî, hissi ve sübjektif iddialar... Millî tefahür ve seçkinciliği ifade eden bu sözlere evet demek mümkün değildir. Allah, hiç bir kavmi diğerine tafdil etmemiş iken ve Peygamber buna geçit vermemiş iken, âlim kisvesiyle bu temennalarda bulunmak, Müslümanların arasına yeni nifak ve şikak enstrümanlarını sokuvermektir. “Asr-ı Saâdet’ten bu yana bizim gibi başka bir millet çıkmamış” deyivermek, ümmetin ortak malı olan şahsiyetler için “hep bizden çıkmış”tır demek, bunun üzerinden Türklüğü “farklı” kılmak, cahiliye taassubunu hortlatmaktan başka bir şey değildir. Zira her millet kalkıp buna benzer yorumlarla temeddüh ve tefahür müsabakasına girerse, nifak ve şikakın önü alınmaz; ortada İslâm değil, kavimlere göre din anlayışları ortaya çıkar; onları kavgası başlar.  

Hoca, kitabının ilerleyen sayfalarında, bir başka tartışmalı ve medar-ı ihtilaf olacak bir konuyu gündeme taşıyor; hem de pervasızca... Okuyalım: 

“Ben, bazı kesimlerce tenkid edileceği ihtimalini de nazara alarak Türklerin yorumladığı mânâda, o enginlikte bir anlayışa “Bizim Müslümanlığımız” demekte bir beis görmedim ve görmüyorum. Elbette ki, bu düşünceye, İslâm’ın evrenselliğine toz kondurabilir, gölge düşürebilir diye itiraz edenler çıkacaktır. Tekrar ediyorum; bana göre, “İslâm’ın yoruma açık yönlerini evrenselliğe en uygun olarak sadece milletimiz yorumlamıştır” düşüncesi mübalağa olmasa gerek. Evet, bizde, Mısır’da, Hindistan’da, Suud’da yetişen âlimler ölçüsünde âlim yetişmemiş olabilir. Ama onun bayraktarlığını yapma bu millete nasip olmuştur.”(s. 90, 91) 

Ne diyelim, İslâm’ı ırkî tekelcilikle yorumlamak da buna denilir herhalde. Sanki Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, vb. başka milletlerin İslâm’ı temsil ettikleri vaki değilmiş gibi, yalnızca “(İslâm’ın) bayraktarlığını yapma bu millete nasip olmuştur.” tefahürüyle ırkî bağnazlığı ön plana sürmek, Esedoğulları’ndan bir kısım bedevilerin Peygamberimize söyledikleri benzer sözlerini hatırlatıyor. Ne demiştiler: 

“Ey Allah'ın elçisi, bizler, tek ve ortağı olmayan Allah'ın yegâne ilâh olduğuna, senin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eyledik. Ey Allah'ın elçisi, bizler, üzerimize sen bir ordu göndermeden kendiliğimizden gelip Müslüman olduk ve arkamızda bıraktıklarımızın da seninle barış halinde olacaklarına kefiliz." Bir başka rivayette de, “Sana dünyalıklarımız ve çocuklarımızla geldik; sadakalar verdik...”(Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl, c. 2, s. 831) 

O bedeviler(a’rab) böyle, Fethullah Gülen de yukarıdaki şekilde söyleyedursun, esas olan Allah’ın dediğidir. İşte olayla ilgili Allah’ın ayeti: “Onlar İslâm'a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz, Allah'a minnettar olmanız gerekir." (Hucurat, 17) 

Gülen Hoca, tenkid edileceğini bildiği halde tartışmalı; su-i tefsir ve telakkilere gayet açık bir mevzuyu gündemine almaktan tevakki etmiyor, “Türklerin yorumladığı manada, o enginlikte bir anlayışa ‘Bizim Müslümanlığımız’ demekte bir beis görmedim ve görmüyorum” diyor. Malum, kendisi ‘Bizim Müslümanlığımız’ dediği söz kalıbını zaman zaman ‘Türk’ ve ‘Türkiye Müslümanlığı’ şeklinde de telaffuz etmiştir. Nihayet, “İlk defa ‘Türkiye Müslümanlığı’ tabirini ben kullandım. Türklük konusundaki hassasiyetim herkesin malumudur.”(Aksiyon, 6/12 Haziran 1998) diyen de kendisidir. Demagoji eseri olarak biriler, “Efendim, kastedilen Türkiye Müslümanlığıdır” diyebilir, lütfen sonrasındaki cümleye baksınlar; kastını, hassasiyetinden anlasınlar. 

Buna benzer bir diğer ifadesi de şudur: “Siyasal İslam gibi hiçbir davamız da olmadı. Aksine, benim kullandığım ‘Türkiye Müslümanlığı’ tabirini, işin uzmanları Kültürel İslam olarak tavsif ettiler.”(Aksiyon, 6/12 Haziran 1998) Bu cümlesinden de anlaşılan o ki, kullandığı “Türkiye Müslümanlığı” şablonundan doğan tepkilere mukabil, “işin uzmanları” dediği kimselerle masumane bir kılıfa büründürmeye, vaziyeti kurtarmaya çalışıyor.  

Hâsılı, Hoca’da her zaman için hâkim durumda olan “millî” ve “ırkî” hisler, hiç bir zaman yumuşatıcı ve esnetici tevil ve tefsirleriyle tatminkâr olamadı. Bir taraftan milliyetçi kesimleri, diğer taraftan dinî hassasiyeti olan ekseriyeti yanlarına çekmek için, her iki duyguyu da ustalıkla kullandı; Makyavelizmin düsturlarını kullanmaktan çekinmedi.  Zaten bu saik ve samimiyetinden değil midir ki, Fethullah Hoca’ya bizzat Türk Ocakları’nca “Hamdullah Suphi Tanrıöver Türk Ocakları Kültür Armağanı” verilmişti.(Bkz. Zaman, 19 Nisan 1998) Her ne ise... 

Gülen Hoca, realiteler üzerinden konuşmak ve değerlendirmelerini temel naslara dayandırmak yerine, sağdan-soldan devşirdiği medihkâr iktibaslarla millî ve kavmî duyguları olabildiğince kaşıyor, kabartıyor, harekete geçiriyor; İslâm toprağında kavmî temayüllere neşvünema veriyor. Muhyiddin-i Arabî’den sonra, bir başka payandaya başvuruyor, kendi zihin ve idealler dünyasını işgal eden milliyetçiliği, bu sefer Mâlik b. Nebî ile takviye etmeye çalışıyor. Okuyalım: 

“İslâm dünyasının büyük mütefekkiri, Mâlik b. Nebi’nin “Eğer İslâm dünyasının batısında Türk toplumu olmasaydı, bugün İslâm dünyası yoktu” diye tebcil ettiği o kutlu neslin torunlarının, bu işi yapacaklarına inancım tamdır. Daha şimdiden bu nesil, değişik kültürlerin birleşmesine ve bir kültür bulamacının meydana gelmesine vesile olacak adımları attı bile.. attı ve Küçük Asya ile Büyük Asya’nın birleşmesinin altyapılarını hazırladı.”(s. 93) 

Mâlik b. Nebî’ye nisbet edilen bu ifade onun hangi eserinde geçiyor, meçhul... Ne kitapta, ne özel sitesinde Hoca, bu sözün kaynağını belirtmemiştir. Hâlbuki iddia ciddi, kaynağını belirtmek de bir o nisbette ciddiyet kesbediyor. Ama nafile... 

Mâlik b. Nebî’ye ait onlarca kitap Türkçeye tercüme edilmiş; bu kitaplardan hangisidir, öğrenmek hakkımız değil midir? Faraza olsa da, bu ne kadar doğrudur? İslâm dünyasının devamını belli bir ırkla sınırlamak ne kadar İslâmî’dir. Bu dinin sahibi olan Allah, dilerse fasıklarla bile bu dini takviye ederken, bu muhafaza işini belli bir ırkın inhisarına vermek, bu inhisarcılık üzerinden o ırkı “tebcil” etmek, o ırka “kutlu nesil” demek İslâmî bir anlayış olabilir mi? 

İslâm, evrensel bir dindir.”(s. 93) diyen Hoca, satır aralarına serpiştirdiği bu millî ve ırkî düşünceleriyle ne kadar halis bir din anlayışını temsil ediyor? Dini, olta olarak kullanıp ırkçılığı zerketmek ne kadar doğru olabilir? Dinden mücerret saf ırkçılık yapanlar bu noktada daha samimi değiller mi? Birilerin sosyal adalet ve eşitlik adına saflarına çektikleri gençlere “inkârcılığı” zerketmesinin bir başka versiyonu değil mi? Meşruiyet üzerinden gayrimeşruluğu yutturmak, hangi “İslâm”a hizmettir? Allah’ın İslâm’ına mı, melezlenmiş(sentezlenmiş) İslâm’a mı? Siz değerlendirin!    

Bu ülke Osmanlının bakiyesidir, Osmanlı ise, Hoca’nın deyimiyle “Sınırları 120 milyon kilometre iken, nüfusu 250 milyon. Bu 250 milyon nüfusun sadece 11 milyonu safkan Türk’tür.”(Zaman, 16 Ağustos, 1995) O halde, denilebilir mi ki imparatorluğun bakiyesi olan bu ülkede sadece Türkler yaşamaktadır? Sadece Türkler yaşamadığına göre, nedir bu Türk önceliği ve Türklük hassasiyeti? Senin hassasiyetin başka hassasiyetleri de ateşlemez mi? Fitneyi uykudan uyandırmanın maliyeti nedir? Onu düşünmüyorlar mı, acaba!... 

İsterseniz Hazret’ten farklı zamanlarda söylediği bir-iki anekdotu aktararak kendi kendisiyle yaşadığı çelişkiyi de nazara verelim: 

“Anadolu'­nun ırkî açıdan safkan Türk olduğunu iddia etmek çok yanlış olur.”, “Anadolu, değişik kavim ve kabilelerin yaşadığı bir yer olarak bir renklilik,  bir zenginlik coğrafyasıdır.”(Zaman, 29 Temmuz 1998 

Öte taraftan “Küçük Asya(Türkiye) ile Büyük Asya’nın birleşmesinin altyapısını hazırlama” projesi, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” ideolojisinin, yani Turancılığın bir diğer ifadesi değil midir? Müslüman için “vatan” kavramının manası millî ve ırkî sınırlarla mı mukayyettir? Böyle bir yaklaşımın “Nil’den Fırat’a” ideolojisinden bir farkı var mıdır? Sınırsız ve sınıfsız bir dünya idealini benimseyen İslâm, ne zamandan beridir sınır ve sınıfın fasit cenderesine hapsolmuştur? 

“Evrensel” bir dinin argümanlarını ırkî ve millî şablonlarla sentezlemeye çalışmak, camiyi meyhaneye çevirmek, imama dansöz elbisesi giydirmek gibi bir maskaralıktır. İslâm yerine milliyet esasları ikame edilmez; edenlere de Müslüman denilmez.  

Fethullah Gülen, kitabının bir başka yerinde Türkçenin aracı kılınarak Orta Asya ile köprülerin atılması, uzun süren ayrılık hasretinin Türkçe sayesinde aşılması ve derken umut edilen kültürel harmoninin sağlanması için öğütlerde bulunuyor. Hani ya, oraya gidenler Allah rızası ve ilâ-yı kelimetullah için gideceklerdi!? Okuyalım: 

“Türkçenin dokuz asırdan beri bir arada yaşamış bir topluluğun ortak dili olduğu avantajı da sözkonusu. Evet, Türkçe, Selçuklulardan beri bu topraklar üzerindeki -her ne kadar o dönemde devletin resmî dili olmasa da- halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu bakımdan bizim, Orta Asya’daki milletlerle aramızdaki ortak değerlerin gün yüzüne çıkartılıp, beklenen o engin kültür zenginliğinin sağlanması ve 70 yıl süren kopuk ilişkilerin aşılarak Türkçenin geliştirilmesi geleceğimiz adına çok önemlidir.”(s. 232, 234, 275) 

Türkçenin geliştirilmesi, konuşulması, dünya dilleri arasında hakkettiği itibarlı mevkii alması güzel ve bu hususta yapılan çalışmalar da takdire şayan. Nihayette bu hak her millet için de geçerlidir ve meşrudur. Ancak Hoca’nın unuttuğu bir gerçek vardır: O da Türkiye’nin özel konumu. Yani Osmanlı’nın bakiyesi olma durumu. Yani 72 milletin tavattun ettiği bir mozaik olması... 

Durum bu merkezde iken, sadece Türkçecilik yapmak ve ötekileri görmezlikten gelmek bir “İslâm âlimine” yakışmaz ve “Nefsin için istediğini mümin kardeşin için de istemezsen iman etmiş olamazsın”(Buharî, İmân, 7) hadis-i şerifine muhalefettir. Hakperestlik odur ki, Türkçe Olimpiyatlarının bir benzerinin “Erbil”de “Kürtçe Olimpiyatı” şeklinde yapılmış olmasıydı! Yoksa yapıldı da biz mi duymadık? 

Öte taraftan Hoca’nın Orta Asya’ya dair geliştirdiği “Ekonomik/Politik” tezler, kendisinin dil, kültür ve maneviyatın aktarılmasıyla ilgili olarak ileri sürdüğü argümanlarıyla da çelişkilidir.

İşi, Allah, Peygamber, Işık Evler, kültürel ve manevi köprüler atmak zaviyesinden çıkartarak maddiyat ve kapital eksenine oturtmaya çalışmak, samimiyet ve hasbilikle telif edilemez. Süreç içinde, ister istemez, bu hamlelerden birinin asıl, diğerinin tebei menzilesinde kalacağı kesindir. Zaten gelinen nokta da, bir başka yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve nettir. Mesela şu cümlelere bakalım: 

“Orta Asya bizim için bulunmaz bir fırsattır. Şayet yatırımcımız akıllı davranıp, aramızdaki din, dil, kültür, tarih birliği gibi dinamikleri de değerlendirerek bu fırsatı kullanabilirse, içinde bulunduğumuz ekonomik çıkmazdan kurtulmamız ve dünyanın sayılı zengin devletleri arasına girmemiz işten bile değil.”(s. 275) 

“Orta Asya bizim için yeni bir zenginlik yoludur.. ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanına açılmada, Türkiye için bir köprüdür.”(s. 281 

Fe’tebirû ya uli’l-elbab ve’l-ebsar... 

Gülen Hoca, Muhyiddin-i Arabî ve Mâlik b. Nebî’den sonra, bir diğer zatı kendi emelleri doğrultusunda istismar ediyor. Bu zat meşhur ve merhum sosyolog Ali Şeriatî’dir. Şeriatî’yi okumuş biri olarak, Hoca’nın söyledikleriyle Ali Şeriatî’nin söyledikleri farklı şeyler ama Hoca iddiasını ona nisbet ediyor; onun adıyla ileri sürüyor. Önce okuyalım, sonra değerlendirelim: 

“Evet, Anadolu öteden bu yana hep memerr-i akdâm olmuştur. Asya steplerinden kalkıp gelen insanlar önce Anadolu’ya uğramış, burada bir medeniyetin bânileri (kurucuları) olmuş, ardından Köstence’den geçerek ta Avrupa içlerine ve Roma’ya kadar uzanmışlardır. Sosyologların tesbitine göre, Makedonya medeniyetinin oluşumunda Türk boylarının tesiri vardır. Hatta Ali Şeriatî’nin söylediğine bakılacak olursa, Yunan medeniyetinin bânileri bile Asya’dan gelen Eski Mezopotamyalılardır.”(s. 274, 275) 

Bu ifadeler, işin uzmanları tarafından kelimesi kelimesine analiz edilmelidir; kendim o detaylara girmeyeceğim, ama Hoca’nın kaynak belirtmeden “Sosyologların tespitine göre” dediği bu sosyologlar kimlerdir, bilmek isterdik. Her söylediğinin nas gibi kabul edileceğine ikna olmuş olacak ki, kendi temennilerini bir yerlere nisbet ederek doğruymuş gibi lanse etmeye çalışır. Hâlbuki okuyan insanlara gizli kalmayan bu iddiaların bir gün bütün çıplaklığıyla teşhir edileceğini düşünmeliydi. Ama kendi çevresince şahsına müteveccih mutlak itimat ve ihtiramın manevi sekri olacak ki, müstakbel itirazları dikkate alamamıştır. 

Evet, “Sosyologlar” gibi çoğul takısıyla kullanılan sözcüğü bir kenara bırakıp, tekil olan Sosyolog Ali Şeriatî’yi ele alalım. Şeriatî’nin söyledikleri, Hoca’nın sözlerini tekzip ediyor. Okuyalım: 

“Yunan medeniyetini de hicret eden  Kürtlerin kurduğu bir medeniyettir. Kürtlerin Yunana gitmeleri ile başlamıştır... Çok ilginçtir, hiçbir zaman Dicle ve Fırat arasındaki yörede Beyne’n-Nehreyn'den Batı söz etmiyor. Çünkü bundan söz ederse geliştirdiği bütün nazariye bir anda boşa çıkacaktır. Oysa bütüncü bir gelişme seyri vardır. Daha  önce dediğimiz gibi, Yunan medeniyetinin kaynağı Kürtlere  dayanır. Kürtler iki nehir arasında yaşamaktadır. Mezopotamya, dünyanın kültür, medeniyet ve  felsefenin merkezidir. Riyazî bilimlerin ilk gelişme gösterdiği yer bu iki nehir arası bölgedir."(Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, Yeni Zamanlar Yayınları, I. Baskı, s. 58–59 ayrıca bkz. 64–65 

Şeriatî böyle diyor, Hoca ise öyle diyor. Hangisi doğru? Şeriatî “Yunan Medeniyeti” diyor, Hoca “Makedonya Medeniyeti” diyor.(Mekedonya, bu medeniyete sonradan dâhil olmuştur). Şeriatî, Yunan medeniyetinin kaynağını “Kürtler”e dayandırıyor, Hoca ise garip bir terkiple “Asya’dan gelen Eski Mezopotamyalılar”a bağlamaktadır. Ne diyelim, “Öz be öz Türk bir aileden geliyorum. Fakat dedelerim içinde Kurt İsmail Paşa var; çokları bunu, zannediyorum kasten Kürt İsmail Paşa olarak anlıyor ve benim Kürt olduğumu söylüyorlar.”(Zaman, 23 Haziran 1999) diyen Fethullah Hoca, kendisine yakışanı yapmıştır. Bize düşen ise, bu çarpıtmanın kendisine yakışmadığını bildirmektir. 

Hoca’nın “Yunan medeniyetinin bânileri bile Asya’dan gelen Eski Mezopotamyalılardır” sözünün ne anlama geldiğini anlamak için, kitabın ilerleyen sayfalarına bakmak lazım. İşte o sayfaların birinde geçen ifadesi: 

“Bir kısım sosyologlara göre, Yunan medeniyetinin arkasında da, yine Mezopotamya medeniyetinin bânîleri sayılan Türkler ve Kürtler vardır. Bu açıdan, bu mevzuda kesin bir kısım deliller ortaya koymamız çok zor olmasına rağmen, Türk milleti, buralardaki temel unsurlardan biri sayılabilir.”(s. 294) 

Bazen diyorum; acaba Hoca bunları söylerken, etrafında, aklı başında hiç bir ilim adamı yok muydu ki bu fahiş hatalarını hatırlatsaydılar? Ya yok, ya da ebkem ve lal adamlarmış ki, beklenilen uyarıyı yapmamışlardır. Hatta kuvvetle muhtemeldir ki mutlak teslimiyetten mütevellit bir kabullenme sözkonusudur ki, yanlış söylemeyi Hocalarına yakıştıramamışlardır. 

Bir sefer, Mezopotamya medeniyetinin banilerini –münhasıran– Türklere ve Kürtlere mal etmek temelden sakat bir anlayıştır. Bu medeniyet; Sümer, Asur, Babil, Akad, Aram ve daha nice irili-ufaklı uygarlıkların sentezidir. Kürdler de bunlardan birisidir. Türklere gelince, bazı ırkçı tarihçiler hariç, aklı başında hiç bir arkeolog ya da sanat tarihçisi bu uygarlıktaki Türk izlerinden bahsetmez. Sümerce’nin Türkçeye benzediği iddia edilen kimi sözcüklerinden yola çıkarak Sümerleri Türk göstermek ve dolayısıyla Türkleri de Mezopotamya medeniyetinin banilerinden göstermek iddiaları ise çok gülünçtür, yavandır; kaale bile alınmaz. 

Bir diğer husus, Ali Şeriatî hiç bir zaman Yunan Medeniyeti bağlamında “Türk” ifadesini kullanmamıştır. Hoca’nın onun adını kullanarak bu çarpıtmaya imza atması tam bir talihsizlik örneğidir? “Asya’dan gelen Mezopotamyalılar” ifadesi dahi ayrı bir talihsizlik... Yani ırkçıların öteden beri iddia ettikleri ki, “Kürtler Orta Asyalıdır ve Türk’türler” tezini benimsemenin bir başka ifadesi... Aslen Arî ırkına mensup ve Zagros menşeli bir halkı ırkçı saiklerle götürüp ta Orta Asyalı yapmanın mantığı yoktur, varsa da ırkçı mantıktır. 

Hâsılı; ortada ciddi bir bilgi kirliliği var ve maalessef biriler de Hocalık ve dindarlık kisvesiyle bu kirliliği katmerleştiriyor.

Said-i Nursî’ye ait olup Hoca’nın da zikrettiği şu sözle bu bahsi de kapatalım: “Hakk’ın hatırı âlidir. Bu âli olan hatır, ne pahasına olursa olsun, hiçbir şeye feda edilmemelidir.”(s. 285)    

Kitap içinde adeta ayrı bir fasıl oluşturan “Türkler ve Melucanlara Dair” yazı ise, tam anlamıyla akıllara ziyan... Tuzak bir soruyla açılan fasıl ve gözükara bir şekilde konunun içine dalan Fethullah Hoca! Doğrusu trajikomik bir durum... sanki mecburmuş gibi, her konuya dalan ve her önüne sürülen soruyu cevaplamaya çalışan Hoca, farkına varmadan kendini hazin bir pozisyona sokuyor. 

Evet, bir bakarsın ki Ali Şeriatî’ye nisbetle asılsız şeyler söyler, bir bakarsın ki at sırtından inmeyen halkları medeniyet taşıyıcıları yapar, bir bakarsın ki Türkleri yakıp yıkanlar gösterir; edvar-ı âlemi onların saldırılarıyla hercümerç ettirir, bir bakarsın ki kadim bir medeniyetin banileri gösterir, bir bakarsın ki Hami Danişmendlere özenir; Türkleri Allah ve sema ehline takdir ettirir, bir bakarsın ki çadır, çardak ve beygir gibi ortak unsurlardan hareketle Kızılderilileri Türkleştirmeye çalışır, Hintlilerle göbek bağı kurdurur, bir bakarsın ki Türkleri Hint Okyanusu’nun ötesine taşır, Avustralya kıtasında Melucanlaştırır, bir bakarsın ki kara bir tablo çizer; oradaki Türkleri başka işgalcilerce soykırıma uğratır ve bakiyesini de asimilasyona uğratır ve bir bakarsın ki Türkleri Atlas Okyanusu’ndan aşırtır, Şili ve Peru’ya ulaştırır; orada onların izlerini okur ve daha neler neler...(Bütün bu söylenenler için bkz. s. 294, 295, 296, 297)

Bütün bu olup bitenlerden sonra da Hoca Hazretleri adeta tüm iddialarını nakzedercesine şu perişan ve bitap yorumda bulunur: “Bu meselenin ispatı bizi aştığı için, söylediklerimizi ispatlamak biraz zor da olacaktır” (s. 297) diyerek, niçin bu kadar serd-i kelâm eylediğini anlamsızlaştırır. Öyle ya, madem ispat edemiyorsunuz, neden bu kadar şakk-ı şefe eylediniz be Hocam! Yoksa biraz nostaljik, biraz da paparazzi olsun diye mi! Haydi öyle olsun! 

“Allah’ım hakkı hak olarak göster, ona uymayı; batılı da batıl olarak göster, ondan sakınmayı nasip et!”(Hz. Peygamber)

  • Yorumlar 12
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89