• BIST 9079.97
  • Altın 2307.771
  • Dolar 32.3049
  • Euro 35.0354
  • İstanbul 16 °C
  • Diyarbakır 9 °C
  • Ankara 17 °C
  • İzmir 19 °C
  • Berlin 11 °C

Fethullah Gülen’den tenkit ve temeddüh örnekleri-V

Abdullah Can

Fethullah Gülen’den tenkit ve temeddüh örnekleri (‘Küçük Dünyam’ çerçevesinde) 

İnsanoğlunun zaaflarından biri de başkasını eleştirmek üzerinden kendisine değer biçmesidir. Bir başka ifadeyle; “Tenkis-i gayr ile faziletini izhar etmek”tir. Bu da bir çeşit “manipülasyon” ve “dezenformasyon” örnekleridir. Yani, kendi güzellik ve mükemmelliklerini ortaya koyacağı yerde, başkalarının çirkinliklerini ve noksanlıklarını teşhire kalkışmaktır. Bu yanıltmacı ve iğfal edici taktik, özellikle de dünyevî hedefleri olanlar tarafından sıkça kullanılmaktadır. 

Başkalarının ayıplarını teşhir üzerinden kendilerine kusursuz bir dünya inşasına çabalayanlar, aslında farkına varmadan kendi faziletsizliklerini ilan etmektedirler. Adeta çölün sıcağında buzdan evler ya da deniz dalgalarına rağmen kumdan şatolar inşa etmek gibi abesiyetle iştigal etmektedirler. Zira yalancının mumu yatsıya kadar yanar; bu gibilerin oluşturmak istedikleri algı ve zihinsel inşaları da kalıcı olmaz, yıkım ve izmihlale mahkûmdur. Hangi asırda yaşadığımıza dikkat edilmeli; dünyanın bir köy kadar küçüldüğü bu enformasyon ve telekomünikasyon çağında, halen yalan ve iğfallere başvurmak, sadece kendi kendini aldatmak ve avutmaktır. Bu yöntemle birilerini uyutsalar da muvakkattir; kalıcı olmaz. 

Nihayet, can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zannedip öyle takdim edenlerinde mayaları tutmaz, kısa bir zaman sonra foyaları ortaya çıkar, hasis ve habis niyetleri iflas edecektir. Küfrü kendine şiar edenleri dost zannedip bağrına basanlar, aslında bir ejderhayla koyun koyuna yattıklarını er-geç fark edeceklerdir. Kendisiyle aynı dini, aynı kıbleyi paylaşanları ıskalayıp dine ve dinin bütün şiarlarına düşman olanları can ü gönülden alkışlayanları, ahiretteki azap ve sakar belasından önce, bu dünyada dahi kendilerini bekleyen zillet ve meskenet azabının beklediğini, bilmem hatırlatmama gerek var mıdır? 

Evet, Allah’ı hesap dışı tutup bazı hainane ve iblisane icraatlara girişenler, bilmelidir ki Allah “seriul-hisab”dır. Şahsî ve kurumsal güç ve nüfuzlarını devreye sokup devrim ve ihtilal hülyalarına kapılanlar, bütün hesapların fevkinde olan Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu; unutulmuşluğun gayyasına mahkûm etti ve tüm hesaplarını alabora etti, tüm plan ve dalaverelerini başlarına geçirdi. Onların oyunları varsa, Allah’ın da oyunu vardır. Şüphesiz Allah, oyun kuranların ve karşı oyunları bozanların en büyüğü ve en eşsiz olanıdır. Herkes haddini bilmeli, haddinden tecavüz etmemelidir. Kalplerin de kafaların da dizgini Allah’ın elindedir; bütün niyet ve dolaplar O’nun malumudur. Bu böyle biline... 

Karun gibi, “Ben ona (devasa servete), sırf bendeki bir ilim sayesinde nâil oldum!” (Kasas, 78) diyenler, Fir’avun gibi, “Ben sizin en yüce rabbinizim”(Naziat, 24) diyenler, Bel’am gibi “Dünyaya saplanıp hevesinin peşine takılanlar” (Araf, 175) neredeler şimdi? Akıbetlerini neden derhatır etmiyoruz? Gücü, serveti, entrikaları iktidara tahvil çabalarının, dünyaperestlerce makul bir tarafı varsa da bunun ehl-i iman için makul ve meşru bir izahı olabilir mi? Gayr-ı meşru bir yol ile meşru bir maksada gidilebilir mi? Kendi dünyevî ve iktidar hırsları uğruna mukaddes İslam’ı sanık ve maznun sandalyesine oturtanlara rıza gözüyle bakılabilir mi? İslâm’a ve müslümanlığa güveni sarsanlar, sadece şiddeti bir araç olarak kullananlar değildir, bunun yanı sıra, dinî dünyevî emellerine alet edenler de aynı suçun ortağıdırlar. 

Evet, Bel’amî zihniyet ve karaktere sahip olanların bellibaşlı özellikleri vardır. Bunlar, “Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığında satarlar; yani dini dünyaya alet ederler.” (Bakara, 41); “Hakkı gizlerler ve Hakka batılı karıştırırlar” (Bakara, 42); “İyiliği/marufu başkalarına emrederler ama kendileri yapmazlar” (Bakara, 44); “Kitabı tahrif ederler, istedikleri gibi yorumlarlar; eğip bükerler” (Bakara, 75); “Kendi yazdıklarını, söylediklerini Allaha izafe etmeye çalışırlar; Allah adına yalan uydururlar” (Bakara, 79); “Kitabın, işine gelen kısımlarını kabul ederler” (Bakara, 85); “Allah’ın kimi ayetlerini gizlerler, gündeme getirmezler” (Bakara, 159); “İnsanların mallarını yolsuzlukla yerler, haksızlık yaparlar”; (Tevbe, 34); “Bilgileri nazaridir, pratik hayatlarında bilgileri işe yaramaz.”(Cuma, 5) Sadakallahu azim...           

Evet, aleni din düşmanları kadar bir diğer düşman da dini istismar eden “ulema-i sû”dur; yani dini dünyevî, siyasî, hissî ve millî çıkarlarına alet edenlerdir; bid’alara fetva verenlerdir. Dışarıdan gelen saldırılara karşı mukavemet ve karşı koymak kolaydır; ama içeriden ve bizdenmiş gibi görünenlerden gelen saldırıları püskürtmek hayli zordur, kayıpları fazla olur. Çünkü dâhilî düşman, direnci kırar, bütün direnme vasıtalarını felce uğratır. Meşhur Sosyolog Ali Şeriatî’nin deyimiyle, dâhilî düşman, “pirincin içindeki beyaz taşlar” gibidir; ayıklanması zordur. Dişlerin baş düşmanıdır. Haricî düşman ise, siyah taşlar gibidir; ayıklanması ve bertaraf edilmesi kolaydır. İşte asıl üzerinde durulması gereken tehlike... 

Bu genel değerlendirme girişinden sonra, başlığımıza uygun mevzumuza geçelim. Mevzu, isminden de belli olduğu üzere, Fethullah Gülen Hoca’nın başkalarını tenkit üzerinden inşa ettiği kendini kabullendirme algısıdır. Bu konuda da temel kaynağımız, kendisine ait “Küçük Dünyam” hatıra kitabıdır. Kendisinden aktardığım anekdotlara iliştirdiğim yorumlarım, tamamen şahsıma ait olup her zaman eleştiriye açıktır. Şahsî yorumlarımı beğenmeyenler, karşı yorumlarla cevap verebilirler. Yalnız dikkatle okunmasını ve şayet Hoca’nın sözlerinde bir çarpıtma mevzubahis ise, o takdirde –uyarıyla birlikte– her türlü kınamaya açığım. Ancak, sırf hakarete mebni eleştirilere de eyvallah edemeyiz. 

Benim amacım şu: Aşırı yüceltmeci anlayışla, aşırı alçaltıcı anlayış arasında orta bir yol bulmaktır. Tıpkı Üstad Said-i Nursî’nin Abdülhamid idaresi hakkında söylediği, “Hükümete hücum edenler, bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi; ben ‘Haydar’ derdim, şimdide ‘Haydar’ diyorum vesselâm...” Yani ne Kızıl Sultan, ne de Cennetmekândır; o, Abdülhamid Han’dır... 

Aynı şekilde, Hoca Efendi, ne masum, mukaddes ve erişilmez bir şahsiyettir, ne de mel’un, şeytan ve beş paralık birisidir. Bu iki zıt kutbun kavga ve kargaşasından azade olarak, her iki tarafın da argümanlarından teberri ederek, orta bir yol izlemek istedim. Yani, Hoca’nın da yanlışlarının ve isabetsizliklerinin olduğunu; onun da beşeriyet icabı zaaflarının olduğunu ve yer yer bu zaaflarına mağlup düştüğünü anlatmaya çalışıyorum. Kitaplarının her satırını değil, bellibaşlı kısımlarını tenkit ettiğime göre, demek büyük kısmına katılıyorum. Zira ayet, hadis, tefsir ve realiteyle bağdaşan kısımlara da –inadına– itiraz etmek, hüsn-ü niyetle açıklanamaz... 

Fethullah Gülen, bütün söylemlerinde hep “Hoşgörü”yü önceleyen bir formatla halkın ve mensuplarının önüne çıkmıştır. Ancak, yazdıklarıyla söylemlerinin farklılığını, kendisini okumaya başladığımda farkettim. Yazılarının satır aralarında bazen öyle sataşmalarına rastlıyoruz ki, dış âleme verdiği mesajlarıyla asla örtüşmez. Hoşgörü felsefesini adeta bayraklaştıran Fethullah Gülen, her nedense sözkonusu bazı müslüman kişi ya da cenahlar olunca aynı toleransı tanımamaktadır; rijitleşmektedir. Mesela “Yazıcılar” olarak bilinen bir cemaate dair sarfettikleri bazı sözleri tam da akıllara ziyan bir ciddiyetsizliktedir. Birlikte okuyalım: 

“O devreye ait unutamadığım vakalarından biri de, Ali Osman’ın küçük oğlu Hüsrev’in durumuydu. Daha ilkokula dahi gitmeyen bir çocuktu. Beni kelp, etrafımdakileri de maymun şeklinde gördüğünü söylüyordu. Diğerleri de hep onu tasdik ediyorlardı. Bir gün tel örgüden içeriye aldılar. Ali Osman, oğluna sormaya başladı: ‘Oğlum, birinci kat semayı görüyor musun?’ Çocuk cevap veriyor: ‘Görüyorum.’ O yine soruyor: ‘Peki, birinci kat semada ne var?’ Cevap: ‘Misvak var.’ Ve babası, ‘Görüyor musun, nasıl bildi.’ manasına bana bakıyor ve çocuk ikinci kat semada da ‘Sarık’ olduğunu söylüyor. Zaten onlar da ikisine ehemmiyet veriyordu.”(s. 182) Çocuğu diline dolayan Hoca, devamla: 

“İşte Hüsrev, böyle saçma sapan şeyler söylüyordu. Yazıcı denilen gurup bu çocuğa kesin olarak inanıyorlardı. Hatta bu çocuğun anlattıklarıyla komünistlere tesir etmeye çalışıyorlardı....”(s. 182)  İşte düpedüz bir polemik; hem de bir çocuk üzerinden... Henüz ilkokula bile gitmeyen bir çocuğun söyledikleri üzerinden bir cemaati, yani Yazıcıları sorgulamak ne kadar doğru ve ne kadar vicdanîdir? “Onlar da onu tasdik ediyorlardı” derken, Yazıcıların anlayışını bir çocuğun söylediklerinin –ki Hoca saçma-sapan diyor– düzeyine indirmek ve dolayısıyla o cemaatin anlayışını da saçma-sapan şeklinde mahkûm etmek ne kadar âlimane ve arifane olabilir? Bir çocuğun ağzından duyduğu “Misvak” ve “Sarık”a dair değerlendirmeyi, cemaatin anlayışı gibi lanse etmek, hem de “Zaten onlar da ikisine ehemmiyet veriyordu” kabilinden bir ifadeyle yadırgayıcı ve küçümseyici bir söylem geliştirmek ne kadar İslâmîdir? 

Evet, Fethullah Gülen, hapis arkadaşı olan Ali Osman’ın söylediklerini kendisince öyle önemsiyor ki, bunu bir cemaat anlayışı olarak sunuyor. Yani çocuğun ifadelerine ilişkin söylediği “saçma-sapan” yakıştırmasını, Yazıcılar (Hayrat Vakfı mensupları) için de bir şablon olarak kullanıyor. Çünkü “Onlar da onu tasdik ediyorlardı” diyerek, cüzi bir hatayı –ki hata da değildir– umumileştirerek, bütün cemaate teşmil ediyor. Onunla da yetinmiyor, kullanımları sünnet olan sarık ve misvakı aynı jargon üzerinden istihfaf ediyor... Bu mudur İslâmî hassasiyet ve bu mudur hoşgörülü yaklaşım? 

Hoca Efendi, bir başka ifadesinde de, yine Nur Cemaatinde “Ağabey” olarak bilinenlere çatıyor, onlara bağlılığı ya da onlarla birlikte hareket etmeyi yadırgayıcı sözler sarfediyor. Yine kendisinden aktaralım: “Arkadaşlarımızdan bazıları, eskiden bu yana bazılarının tesirindeydiler. Onlarda ‘Ağabey’ düşüncesi hâkimdi. Onlar ne diyorsa, o doğrudur; diyorlardı.”(s. 189

Ağabeylerin, “Ağabeycilik” formatında takdim edilmeleri, her söylediklerinin mutlak doğru gibi algılanması elbette doğru değildir. Nihayet, Hoca’nın her söylediklerinin mutlak doğru olmaması gibi... Ancak, Üstad’la birlikte yıllarca hizmet etmiş, hizmetleri uğrunda nice çile ve mahrumiyetlere katlanmış bu insanları bu şekilde takdim etmek, en azından vefa borcuyla izah edilemez. Zira onlar, birçok insanın hidayetine vesile olmuş; Nur davasının günümüze taşınmasında vesile olmuş insanlardır. 

Evet, onların elbette tenkit edilecek tarafları vardır; ancak kendisini bir cemaatin önünde ve önderi olarak gören Hoca’nın, kendi mazisini ve üzerindeki hukuku görmezden gelip, “Arkadaşlarımızdan bazıları, eskiden bu yana bazılarının tesirindeydiler. Onlarda ‘Ağabey’ düşüncesi hâkimdi. Onlar ne diyorsa, o doğrudur; diyorlardı.” sözü, zımni olarak kendini takdim etmektir. Öyle ya, neticede “Ben Ağabeycilerden değilim” anlamını okumak mümkün olduğu gibi, “Asıl Ağabey, benim gibi olmalıdır” şeklinde anlamak da mümkündür. Her ne ise, gayrın tenkisiyle kendilerini takdim edenlerin bir kez daha düşünmeleri gerekir. 

Hoca Efendi, bir başka paragrafta şöyle diyor: “Dar dairede yaptığımız uzun sohbet esnasında, Necip Fazıl Kısakürek, haddimden fazla alâka gösterdi. Hatta daha sonraki günlerde, Büyük Doğu’da üst üste iki-üç yazı yazdı ve Risaleleri methetti. Ben kendisine bir takım Külliyat vermek üzere İstanbul’a geldim. Fakat Zübeyir Abi pek taraftar olmadığı için vermeden geri döndüm.”(s. 99

İşte, bu paragrafta da hem kendisine bir pay ve paye vermekte, hem de doğru olmayan bir-iki tespitte bulunmaktadır. Kendisinin yaptığı dersten etkilenen Necip Fazıl’ın şahsına olan aşırı teveccühünü nazara vermekle kendine bir hisse ayırırken, bu saikla Büyük Doğu’da Risaleler lehinde üç-dört yazı yazdığını söylemekle de yine kendisinin tesirine atıfta bulunmaktadır. Hâlbuki kendisinin sadece bir takdimci olduğunu unutmuşa benziyor. Okunan Risale-i Nur’dur ve tesiri halk deden de Cenab-ı Hak’tır. Lisana fesahati veren de, o lisana ustalık kabiliyetini veren de Allah’tır. Herkeste lisan var, ama herkes hatip değildir. Birçok insanda ilim vardır, ama her insan âlim değildir ve o ilmi ustaca aktaramaz. 

Diğer taraftan, Necip Fazıl’ın Üstad’a dair yazdıkları, “Son Devrin Din Maznunları” kitabında ayrı bir bölüm olarak terkip edilmiştir. Yanımda mevcut olup okuduğum bu kitapta, Üstad’ın Kemalist sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini, çektiği eza ve cefaları anlatır: Onun mazlumiyetini ispatlamaya çalışır, ama aynı zamanda Üstad’ı yerden yere vurur; onun Türkçesiyle alay eder, onu hodfuruşluk ve yükseklerde uçmakla itham eder, –hâşâ– Kur’an’a muhalefetle suçlayıp durur. Yani över gibi görünen yazılarında, yer yer ve satır aralarında Üstad’ı haşat etmeye çalışır, kendisince kıymetten düşürmeye çabalar. Neden mi? Çünkü kendisini dil ve mefkûre (Büyük Doğu) üstadı kabul eden bir şahsiyetin, başka üstadlara tahammülü pek olmaz. Bir şekilde onları tenzil edecek ki, kendisine yer bulsun, kendisini konumlandırsın. Yani, “Başkasını tenkis ile faziletini izhar etmek gibi” bir metod izleyerek... 

Hoca’nın aynı paragrafı içinde, bilinçli bir çarpıtması ve tenkidi de mevzubahis... Zira kendisi Necip Fazıl’a bir takım Külliyat’ı götürmekte olduğunu ancak Zübeyr Abi’nin buna taraftar olmadığını söylemekle, kendisini tafdil, Zübeyr Ağabeyi ise tenkid ve tenkis ettiğini herhalde biliyorlardır. Paragrafın devamında, bu taraftar olmayışın sebebini yazmadığından, dolayısıyla Zübeyr Abi’yi zan altına sokuyor. Neden taraftar olmadığını, niçin engel olduğunu da yazmış olsaydı, en azından okuyucu olan bizler, Zübeyr Abi’nin isabetliliğine, Hoca’nın ise isabetsizliğine hükmedebilecektik. Evet, Zübeyr Abi, öteden beri Necip Fazıl’ın Üstad ve Risaleler hakkındaki menfi propagandasını gayet iyi biliyordu; onun için götürülse de, Külliyat’la amel etmeyeceğini ve dolayısıyla kitapların heder olacağını biliyordu. 

Bilindiği gibi, Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Arvasî, vefat edene kadar Üstad’ın aleyhinde olmuş ve sürekli de aleyhinde atıp tutmuştur. (A. Badıllı; BSN, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c, 2, s. 1103) Üstad’ın, Kastamonu Lahikası’da olması gereken, ama bazı maslahatlara binaen yayınlanmayan 6–7 civarında mektup vardır ki, tamamı Abdülhakim Arvasî’ye dairdir. Bu mektuplarda hem kendisi uyarılmış, hem Nur Talebeleri’nin tahriklere kapılmaması ve aynısıyla mukabelede bulunmamaları tembihlenmiş, hem de onun zındıka komitelerine alet olduğuna dair tespitlerde bulunmuştur. Durum bu merkezde iken, Necip Fazıl’ın Nurlara yakın durduğunu ve hep öyle kaldığını zannetmek ham bir hayalden ve hüsn-ü kuruntudan ibarettir. 

Aslında sözkonusu paragrafta olduğu gibi, Hoca’nın, birçok yazısında Necip fazıla methiyeler dizmesinin temelinde millî frekanslarının uyumluluğu da yatmaktadır. Gerçekten de kendisinin Necip Fazıl hakkında kullandığı “Sultanüşşuara” vb. ifadeler, temelde dünya görüşlerinin ve felsefik altyapılarının uyuşuyor olmasıyla izah edilebilir. Zira her ikisi de temelde milliyetçi-mukaddesatçı bir kulvarın insanıdırlar. Ümmet değerlendirmeleri de, tamamen “Türk Hâkimiyet mefkûresi” temelindedir. Konumuz Necip Fazıl olmamakla birlikte, Hoca Efendi’nin yazdıklarında derinleştikçe bunun ne kadar doğru bir tespit olduğu müşahede edilecektir.     

Yukarıdaki örneklemeye denk düşen bir başka yaklaşım ise, Hoca’nın dernek faaliyetleri kapsamında söyledikleridir. Kendisi Komünizmle Mücadele Derneği’nin kuruluş ve faaliyetlerindeki aktif rolünü anlatırken, sözünün bir yerinde şöyle diyor: “Erzurum’daki arkadaşlar da benim dernekle bu kadar içli-dışlı olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. ‘Bu Komünizmle Mücadele Derneği de nereden çıktı? Sen Nurları oku; bundan iyi mücadele olmaz!’ dediler. Daha sonra da, ‘Meğer biz yanılmışız’ diyecekler ve Komünizmle Mücadele Derneği’ni onlar kuracaklar...”(s. 79)  

Hoca’nın bu ifadelerinde de hem bir ifşaat, hem bir tenkit ve hem de bir temeddühü okumak mümkündür. İfşaat, kendisinin milliyetçi ve antikomünist örgütlenmelerde yar aldığı, hatta kurucuları arasında olduğudur. Üstelik Nurcu kimliğiyle... Fayda ve zararını, tarihçiler yazmalı. Tenkit, Erzurum’daki Nur Talebelerinin, kendisini, dernek faaliyetlerindeki yoğun çabalarından dolayı eleştirdiklerini, sonunda ise, kendisinin doğru yolda olup onların yanlışta olduklarını onların ağzından itiraf ettirmesidir. Sonuç, hem Nurcu, hem de Milliyetçi olunabileceğini ikrar... Ama şunun cevabını vermemiştir: Ümmeti kucaklayan Nurculuğun hangi kitabında bu kabil siyasî ve ırkçı derneklerin kurulabileceği yazılıdır? Bediüzzaman, komünizme ve materyalizme karşı iman hakikatleriyle mücadele ederken, sizin kurduğunuz dernek –karşı milliyetçiliği ve inkârcılığı azdırmanın ötesinde– kaç kişinin hidayetine vesile oldu, söyler misiniz?!

Evet, bu vesileyle Hoca Efendi’nin, “Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı.”(s. 79) sözleriyle, Türkiye’de bir milliyetçi kuruluşun ilk banilerinden olduğunu da öğrenmiş olduk...

*

Gülen Hoca’nın bir diğer tenkid ve temeddüh örneği de tefsirci Hamdi Yazır ve fikir adamı Hüseyin-i Cisrî’ye dair sarfettiği sözlerdir. Şöyle diyor: “Darvinizm’de bir gerçeklik payı olabilir mi, diye düşünüyordum. Hamdi Yazır gibi tefsircilerin bu görüşe yumuşak bakması ve Hüseyin-i Cisrî gibi âlimlerin, ‘Bu bir nazariyedir. Eğer ilmî durumu ispat edilirse, ayetlerle te’lif ederiz’ tarzındaki beyanları içimde bir rahatsızlık uyandırdı. Dolayısıyla o türlü düşüncelerle temasım olmaya başladı. Bunlar itikad ve akideme tesir etmedi.” (s. 65)

Hoca’nın iki değerli şahsiyet üzerinden yürüttüğü bu yanlış bilgilendirme ve karalama doğrusu şayan-ı taaccüptür. Hamdi Yazır ve Hüseyin-i Cisrî’ye mal edilen “Bu bir nazariyedir. Eğer ilmî durumu ispat edilirse, ayetlerle te’lif ederiz” cümlesini Google’de tarattım; karşıma sadece yine iddiacının yazıları çıktı. Hâlbuki bu ciddi bir iddiadır; bahsi edilen şahısların hangi kitap ya da risalelerinde geçiyor, ibraz edilmesi lazımdır. Tıpkı benim kaynaklar göstermem gibi... Bir taraftan birilerine bir tezi yakıştıracaksın, diğer taraftan “içimde rahatsızlık uyandırdı” diyeceksin ve nihayet, “o türlü düşüncelerle temasım olmaya başladı; bunlar itikad ve akideme tesir etmedi” diyerek farkını ortaya koyacaksın. Tam anlamıyla nev-i şahsına münhasır bir kurgulama... 

Anadolu’nun yetiştirdiği en büyük müfessirlerden biri olan Elmalı Hamdi Yazır ile “Risale-i Hamidiye” adlı şaheseriyle İslam dünyasında tanınmış meşhur mütefekkirlerden biri olan Hüseyin-i Cisrî hakkında böylesi yanlış bir zan ve istifhama sebep olmanın manevi mesuliyetini bir tarafa bıraksak bile, tahkik ve taharriyatın zirveye çıktığı bir asırda bu tür isnatların karşılıksız kalmayacağını hesaba katmamış olmasını, Hoca Efendi için tam bir zafiyet örneği olarak görüyorum. Herkesin, her ağzına geldiğini söylememesi temennimizle... 

*  

Fethullah Gülen, kendisinin Üçşerefeli camiindeki faaliyetlerini, ağdalı ama üstü kapalı bir üslupla “Asrın Büyük Çilekeşi” dediği Said-i Nursî’nin İslâm adına gerçekleştirdiği muhteşem zaferiyle, yani iman ve Kur’an hizmetine dair başlattığı kutlu yürüyüşü arasında bir paralellik kurmaya çalışıyor. Devamında da, bu çizginin İkinci Murad’ın Kosova Zaferiyle bir bütünlük oluşturduğuna dikkati çekmekte ve nihayette kendisinin Üçşerefeli’yi sevmesindeki saikin de, –gayr-i şuurî de olsa– yeni bir zafere zemin hazırlayacağını ustaca bir manevrayla komposize etmektedir. (s. 88)   

Bu şekildeki bir yaklaşım ve kendisini nazara verme dürtüsü, Gülen’in “Önemli olan şahs-ı manevidir” (s. 33) tezine aykırı düşmüyor mu? “Ben” yerine “biz” demeyi önceleyen bir medeniyetin mensupları, nasıl olur da “ben”i ve “benlik”i bu kadar ileri sürebilir? Tevazu ve mahviyetin kişiyi yücelttiğini, kibir ve benliğin ise sukuta sebep olduğunu vaazlarında anlatan birinin, pratik hayatında, mensupları karşısında kişilik kaprislerine girmesi doğru olabilir mi? Vaaz körsüsündeki anlatımlarla günlük hayattaki yaşamın birbiriyle uyumlu olması gerekmiyor mu? Sağlıklı bir kişilik için, kalp ve kalıbın uyumluluğu esas değil mi? Sakın ola, sadece bir muğlâk cümle üzerinden bu fırtınayı kopardığım zannedilmesin, ilerleyen satırları okuduğunuzda, inanıyorum ki bana hak vereceksiniz... 

Fethullah Gülen Hoca, kendi kendisiyle bol bol çelişkiye girmektedir. Bir taraftan “Günlerce aç kaldım; bir ekmek alacak kadar param yoktu” demekte, diğer taraftan “Askerlik müddetince, askeriyeye ait yemeği yemedim; çünkü ciddi askerlik yapıyor sayılmazdım. Onun için askeriyeye ait yemeğin bana caiz olmayacağını düşündüm ve yemedim. Giydiğim elbiseyi de astsubay talebelerinden birinden satın almıştım. Önümde yığınla kâğıt ruleleri vardı. Fakat yemin ederek söylüyorum ki, şahsım hesabına bir nokta konacak kadar dahi kâğıt kullanmadım ve askeriyeye ait kalemden yine şahsım için bir nokta koyacak kadar dahi istifade etmedim.”(s. 87) demektedir. 

Kendi içinde mantıksal olarak çelişkileri barındıran bu ifadeler, Hoca Efendi’nin aynı zamanda Hz. Ömervarî rollere de soyunduğunu gösteriyor. Gerçekten Hz. Ömer’in örnek alınması harika bir durum; ama fiiliyatla fikriyat arasındaki tezada şahit olunca, adam söylemeden edemiyor: Peki Hocam, askerlikte tayinatınızı nasıl karşılıyordunuz? İhtiyaç duyduğunuz para size dışarıdan mı geliyordu? Geliyorduysa, başkasından beslenmek ne kadar doğrudur? İstiğna düsturu nerede kaldı? Yok, gelmiyorduysa, o halde cebinizden harcama yapıyordunuz demektir. Edirne’de ekmek dahi bulamazken, İskenderun’daki askerlik süresince nasıl idare ettiniz? Bu kısa sürede nasıl oldu da kendi kendinizi idare edecek duruma eriştiniz? Bunlar hep düşündüren sorular... 

Diğer taraftan, sizce gerçek askerlik nasıl olmalıydı? Ya da siz nasıl bir askerlik düşlüyordunuz? Onu da izah etseydiniz ya! Madem siz evinizden, işinizden, aşınızdan kopartılıp askere getirtilmişsiniz, sizin elbiseniz dâhil, iaşenizin devletçe karşılanması bir vecibe değil miydi? Üstad, devlete ait vazifeyle, askerliğe ait vazifenin sınırlarını size ders vermemiş miydi? Ağır ya da hafif, onu devlet tayin ettiğine göre, nasıl olur da oradaki yemeği kendinize haram kılıyorsunuz? Nasıl olur da size tahsis edilen bir elbiseyi caiz görmez, satın almaya kalkışırsınız? O zaman maaş da almamanız gerekmez miydi? Zira sivildeki resmî işiniz daha hafifti. Bunlar, sarfedilmiş muvazenesizce ve yersizce söz ve uygulamalardır... 

Buram buram temeddüh ve hodfuruşluk kokan bu tür söz ve uygulamaları gündeme taşımak, dikte etmek çok soğuk bir taklitçiliği ve zoraki bir kabullendirmeyi işmam ettiği için, inandığım ilkelerim itibariyle tasvip etmem mümkün değildir. Ayrıca, manevi olarak da bende müspet anlamda hiç bir akis bırakmış değildir. Aslında körükörüne teslimiyet izhar edenlerin dışında, aklı başında, muhakemesi yerinde hiç kimsenin de iştirak edeceğine inanmıyorum. Şu da çok önemli, büyüklüğün şeni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve temeddüh peşinde koşanların tevazudan hâsıl olacak fıtrî büyüklüğü yakalaması mümkün değildir. 

İzhar-ı kemalat ve fazilette bulunanlar, bunu kamuyla paylaşanların dünyaya müteveccih bir kast-ı mahsusası yoksa da uhrevî ve İlahî bir yönünden de bahsedilemez. Zira Allah erleri, toprak ve rahm-i mader gibi bütün kemalatları içinde saklar, teenni ve tevazuyla, zamanında ve fıtrî bir şekilde ortaya çıkartır. “İşte benim ilmim, işte benim kerametim, işte benim faziletim, işte benim kemalatım...” demez, ihtiyaç olmadan ortaya atılıp ispat ve izhar-ı vücut etmez. 

Mesela Harem’deki bir hatırasını anlatırken, duvarlarına idrar edildiğini, pislik içinde olup sineklerin kaynadığını nahoş bir şekilde anlatırken, “Ben on beş gün kadar Harem’den (Mekke ve etrafı) hiç ayrılmamıştım. Buna rağmen bir kere dahi olsun beni sinek ısırmadı. Bu durumun, sadece bana mahsus olduğunu da zannetmiyorum. Sadece ‘Ve men dehalehu kane aminen’ hakikatini, Harem’de ne kadar şümullu olduğunu nu hadise sebebiyle daha iyi anlamış oldum.”(s. 137)

Bu sinek ısırmama meselesi, öteden beri dillerde dolaşan bir söylentiyi hatırlatıyor: Güya sinek Peygamberimize ve onun evladından olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî’ye konmuyormuş. Bu bağlamda, seyyidlere de konmuyormuş. Hatta Said-i Nursî’yi seyyidleştiren zihniyet, onun hakkında da bu hikâyeyi uydurur oldular. İşte bu saikle sarfedilmiş izlenimi veren Hoca’nın yukarıdaki ifadeleri, ister istemez insanı fikren ve zihnen onun da seyyidliği iddiasına götürüyor. Malum, önceki yazımda Hoca’nın da kendisine seyyidlik izafe ettiğini belirtmiştim. Her ne ise...  

Bu hususta diyeceğim o ki, hayatımızda karşılaştığımız kimi harikulade olaylar, ilahî lütuf ve ihsanlar, Allah vergisi ilim ve kabiliyetler sadece ve sadece şükrümüzü artırmalı; onlar üzerinden kendimizi farklı ve imtiyazlı bir mevkie oturtmamalıyız. Hele hele, bu hususiyetleri, insanlarımız üzerinde manevi bir baskı ve tahakküm aracı olarak asla ve asla kullanmamalıyız. Allah’ın nimetlerini ikrar etmek; “Rabbinin nimetini yâd et, anlat!”(Duha, 11) ayet-i kerimesine mazhar olmak ahlak-ı hasenedir; ancak onu her yerde anlatmak, sinekçe ısırılmamayı bile bu nimetler kabilinden görmek ister istemez farklı bir zan ve telakkiye sebep olmaktadır. Hele hele, sinekçe ısırılmamayı “Ve men dehalehu aminen” ayetinin kapsamında ele alması, işin cılkını çıkarır mahiyettedir. Hac’dan gelip sinekçe ısırıldım diyenlere karşı ciddi bir mahcubiyeti intaç eder... 

Denilebilir ki, Hoca Harem’deki sinek meselesi için, “sadece bana mahsus olduğunu da zannetmiyorum” sözüyle teşmil etmiştir, o halde nedir bu kadar tafsilat? Doğrudur, bir teşmil anlaşılıyor gibi, ama o kadar da sarih değildir. Zira o cümlesinde “herkes” ifadesi olmadığına göre, kendisinden başka sadece “bazıları” anlaşılmaktadır, yani kendisi gibi bazı muhterem ve mübarek şahıslara, ya da seyyidlere konmuyordu manası çıkmaktadır. Muğlâk sözler, her zaman farklı anlam ve istifhamlara da sürüklediğine göre, özellikle âlim ve söz ustalarının dikkat etmeleri elzemdir. Bu kabil tepkilerden dolayı, Küçük Dünyam’ın ilk baskısından bazı ifadeleri çıkartan Hoca, daha birçok düzeltmeleri de yapabilirdi. Yapmadığına göre, yazdıklarını doğru telakki etmiştir. Ama gel gör ki, gerçek öyle değildir. 

*      

Hoca, Üstad’dan yana kendisine bir paye vermek için de bir anekdot aktarıyor; diyor ki: “Üstad’dan Erzurum’a bir mektup geldi. Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti, hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem’e de selâm deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.” (s. 47)  

Hoca Efendi’nin Üstad’a nisbetle aktardığı bu anekdotuna evet diyebilmemiz için, destekleyici bir belgeye ihtiyacımız vardır. Kendisinin gösterememesini normal karşılasak bile, bu güne kadar bahsettiği mahiyette bir mektubu ne Külliyat’ta bulabildik, ne de hususi arşivlerde... Bizim için esas olan Külliyat’ın kendisidir; Külliyat’ta olmadığına göre, sözkonusu mektubun aslı ortaya çıkana kadar, Hoca’nın sözü sadece bir tez ve iddiadan ibaret kalır. 

Şunu da gözardı edemeyiz, Bediüzzaman’ın bütün mektup ve lahikaları talebeleri tarafından derlenip toparlanmıştır. Elimde yüzlerce elyazması eski Risaleler mevcut olup, bunların hiçbirinde adı geçen mektup yoktur. Yine arşiv itibariyle en zengin kolleksiyona sahip kişilerin başında A. Kadir Badıllı Ağabey gelmektedir, onda da yoktur. O halde, Hoca’nın Üstad üzerinden kendine paye kotarmaya çalışması, inandırıcılıktan uzaktır. 

Küçük Dünyam kitabına dair yazacaklarımı burada noktalarken, herkes için feraset ve yapıp-ettiklerine, söyleyip-yazdıkların mukayyet olmaları temennisiyle, emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmayı niyaz ediyorum. 

  • Yorumlar 5
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89