• BIST 9693.46
  • Altın 2507.399
  • Dolar 32.5775
  • Euro 34.7746
  • İstanbul 14 °C
  • Diyarbakır 17 °C
  • Ankara 17 °C
  • İzmir 18 °C
  • Berlin 8 °C

İmralı ve Oslo Süreçleri ve 'Devrimci Halk Savaşına' dair

Mesud Tek

Türkiye’de iki önemli konu siyasi gündemin başında geliyorlar. Bunlardan biri son dönemde giderek artan PKK’nin silahlı eylemleri, ötekisi ise basına yansıyan Oslo Mutabakatı. Her iki konu birbirinden bağımsız değil, Öyle ki PKK’nin son silahlı eylemlerine gösterdiği gerekçelerinden birisi, hükümetin Oslo Mutabakatı’nın gereklerini yerine getirmemesi. Bu nedenle gelişmeleri doğru değerlendirmek için, Mutabakat’ta nelerin yer aldığını bilmek gereklidir.

Oslo Mutabakat’ı şöyle:

“1 - Taraflar, süregelen Oslo ve İmralı süreci bağlamında, Kürt sorununun çözümü konusundaki kararlılıklarını koruduklarını bir kez daha belirtmişlerdir.

2 - Taraflar, bu güne kadar Oslo ve İmralı süreçlerinde vurgulanan Kürt sorununun kalıcı çözümüne yönelik temasların sürdürülmesi ve yürütülecek çalışmaların Anayasal ve yasal çerçevede sonuçlandırılmasının esas alınmasının gerekliliği konusunda varılan mutabakatları teyit ederler.

3 - Taraflar, 10 Mayıs 2011 de İmralı’da yapılan görüşmede Sayın Öcalan tarafından sunulan, ’Türkiye’de Temel Toplumsal Sorunların Demokratik Çözüm İlkeleri Taslağı’, ’Türkiye’de Devlet ve Toplum İlişkilerinde Adil Barış İlkeleri Taslağı’ ve ’Kürt Sorununun Demokratik Çözüm ve Adil Barışı İçin Eylem Planı Öneri Taslağı’ adı altındaki taslaklar konusunda, en geç Haziranın ilk haftasına kadar görüş ve önerilerini sunarlar. Kürt tarafı, sözü edilen taslakları memnuniyetle karşılar, prensip ve ilkesel olarak kabul eder.

4 - Taraflar, aynı süre içinde yukarıda adı geçen taslaklarda zikredilen Anayasa Konseyi, Barış Konseyi, Hakikat ve Adalet Komisyonu için isim düzeyinde çalışma yaparlar ve netleştirdikleri isim önerilerini sunarlar.

5 - Türk tarafı, seçimlerden sonra en kısa zamanda örgütü temsilen iki kişinin sayın Öcalan’ı ziyaret etmesi, yukarıda adı geçen konsey ve komisyonlar kurulduktan sonra, birer alt komisyonlarının da sayın Öcalan’la ilişkilendirilmesini taahhüt eder.

6 - Kürt halkının siyasi ve legal temsilcileri, basın yayın organları ve çalışanlarına yönelik uygulanan baskı, tutuklama ve çalışmalarını engelleme vb. yönelimlere son verilmesi ve KCK adı altında gerçekleşen siyasi operasyonlarda tutuklananların serbest bırakılması, sürecin yumuşatılması ve çözüm yönünde ilerlemesi için önemli bir adım olacaktır. Bu çerçevede Türk tarafı ilk adım olarak Newroz ve sonrasında tutuklanan Kürt siyasetçileri bırakmayı taahhüt eder.

7 - Taraflar, seçimlerin güvenli bir ortamda geçmesi ve ortamın normalleşmesi için, en üst düzeyde kamuoyuna açık çağrı yapacaklardır.

8 - Kürt sorununun nihai çözümünün, ancak çatışmasızlık zemininde gerçekleşebileceğinden hareketle tüm askeri, siyasi ve diplomatik operasyonların ve eylemlerin durdurulması ve uygun tedbirlerin karşılıklı geliştirilmesi esastır. Bu çerçevede taraflar, 15 Hazirana 2011’e kadar her türlü operasyon ve askeri eylemlerini durdururlar.

9 - Taraflar, müzakereleri derinleştirmek ve gündemdeki konuları tartışmak üzere hazırlıklarını yaparak 2011 Haziran ayının yarısında bir araya gelmeyi kararlaştırmışlardır."

Basında yer alan Oslo Mutabakatı metni, daha önce değişik vesilelerle basına yansıyan belge, bilgi ve ses kayıtlarının özeti gibi, derli, toplu hali. Tarafların belgenin altında imzaları yok. Ama bu belgeyi önemsiz kılmaz, tarafların sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. Bu nedenle içeriğinden bağımsız olarak, taraflara Mutabakat metninde yer alan maddelere niçin uymadıkları, anlaştıkları noktaları niçin hayata geçirmedikleri sorulmalıdır.

Hiç kuşku yok. Milliyetçiliğin sokaklarda etkin olduğu bir dönemde Öcalan ile görüşme cesareti gösteren AK Parti Hükümeti, görevlendirdiği ve arkasında durduğu memurlarının vardığı mutabakata uygun davranmadı. AK Parti hükümeti, demokratikleşme ve açılım sürecine hız vermek yerine frene bastığı, giderek güvenlikçi politikalara sarıldığı için, son dönemde akan kanın başta gelen sorumlusudur.

PKK de akan kandan sorumludur. PKK’ye, kendisi açısından başarı sayılabilecek böylesi bir Mutabakat sonrasında, liderinin “tarihin en büyük anlaşmasını imzalamanın eşiğine geldik; devrimci halk savaşına gerek yok,” açıklamasına rağmen, niçin askeri saldırılarını artırdığını da sormak, bu politikasını sorgulamak gerekiyor. Ve ben bu yazımda ağırlıkla PKK’nin bu tavrı üzerinde duracağım.

PKK ve çevresi bu durumu “hükümetin verdiği sözü yerine getirmediğini, Öcalan’ın sunduğu ve Mutabakat’ta yer alan eylem planları ve taslakları cevapsız bıraktığını, Öcalan üzerinde tecrit uyguladığını” ve benzeri gerekçeleri ileri sürerek izah etmeye çalışıyorlar.

AK Parti Hükümetinin Öcalan’ın taslakları üzerinde bir çalışma yapıp yapmadığını bilecek durumda değilim. Ama PKK’li arkadaşların Öcalan üzerindeki tecrit konusunu abarttığını düşünüyorum. AK Parti ve öncesi hükümetlerin, Öcalan’ın avukatları ve ailesiyle görüşmesini engelledikleri, elbette doğru. Ama son “tecrit”te durum biraz farklı görünüyor. Öcalan’ın “Hükümet de, Qendil de beni kullanıyor, kimsenin taşeronu olmam” diyerek görüşmelere çıkmayı reddettiği biliniyor… Yani bir tecritten bahsedilecekse eğer, bunda Öcalan’ın “taşeron olmama” arzusunun da belirleyici olduğunu gözden ırak tutmamak gerekiyor.

Öte yandan, Öcalan’ın “hücresi dar”, “sağlığı bozuldu; zehir verildi” gerekçeleriyle taraftarlarını sokağa döken, güvenlik güçleri ile çatıştıran, etrafı yakıp yıktıran ve bu arada göstericilerden bazılarının ölümüne neden olan PKK yöneticilerine, “böylesi bir Mutabakat metninin imzalandığı masayı terk etmenize, yukarıda saydıklarınız ve benzerleri gerekçe olur mu” diye sorsam, saflık etmiş olur muyum? Elbette ben de asıl nedenin başka olduğunu biliyorum, ama bence bu soru sorulmalı.

Asıl nedenler PKK’nin AK Parti Hükümetine yönelik değerlendirmesinde, yeni stratejisinde ve bu strateji uyarınca Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelere yönelik aldığı tavırlarda gizli bulunuyor.

Bazıları için bilinenlerin tekrarı olacak, ama konunun daha iyi anlaşılması için biraz gerilere gitmek, İmralı sürecinin ilk yıllarında Öcalan’ın söylediklerini aktarmak gerekecek. Hemen söylemeliyim ki alıntılardaki altını çizmeler ve italikler bana aittir.

İmralı’ya getirildiği ilk günlerin birinde, kendisini ziyarete gelen doktora “İmralı’yı barış adası haline getireceğim” diyen Öcalan, 5 Temmuz 1999 tarihinde, avukatları ile yaptığı görüşmede, gerillaların sınır dışına çıkartılmasından bahseder. Çünkü Öcalan’a göre devletin ileri adım atması “PKK’nin güven vermesine bağlıydı.” (Cengiz Kapmaz, Öcalan’ın İmralı Günleri, s. 87)

Öcalan avukatları görüştükten iki gün sonra PKK Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği mektupta şöyle diyor:

“Anlamsız şiddet sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Şiddete son vermek sorunların çözümünde temel halka olmaktadır. Kürt sorunundaki çatışma düzeyi şiddet içeriğini fazlasıyla yaşamış ve barış süreci toplumun tüm düzey ve derinliklerinde en temel amaç haline gelmiştir. Ağırlıklı olarak şiddet yaklaşımları objektif olarak çıkmazı derinleştirmekten, sahte bir rant ekonomisi ve politik yapı üretmekten, dolayısıyla en gerici sonuçlara yol açmaktan öteye varmıyor.

“Mevcut durum aşılmazsa sonuç çıkmazda ve tekrarda derinleşmedir. Gecikmiş de olsa mütevazi ve gerçekçi bir barış seçeneği tek yol olarak karşımızda duruyor. Ama oldukça engeller var. Yılların şiddetinin ortaya çıkardığı gerçekler iyi özümsenirse kolay bir barış yolu bulunur. Yok eski tutum ve davranışlar bu sürece de olduğu gibi yansıtılırsa çok zor olur. Türkiye realitesinde Kürt sorununa çok özgün yaklaşmak gereği açıktır. Önümüzdeki barış için arkadaki savaş dersleri çok iyi göz önüne getirilmelidir. Her şeyden önce içte ve dışta çok yönlü provokasyonlar kendini dayatabilir.” (Cengiz Kapmaz, age, s. 88)

Görüldüğü gibi Öcalan’ın söyledikleri yorumu gerektirmeyecek kadar açık ve net. Öcalan şiddetin çözüm olmadığını, aksine derinleştirerek sahte bir yapı oluşturduğunu söylüyor ve örgütünü içte ve dışta olası provokasyonlara karşı uyarıyor.

Öcalan bununla da yetinmiyor, gerillanın sınır dışına çıkması için belirlediği 1 Eylül 1999 tarihini öne alıyor ve 2 Ağustos 1999 tarihinde avukatlarına “geri çekilme hemen başlamalı” diyor. Öcalan, avukatları vasıtasıyla kamuoyuna şu açıklamayı yapıyor:

Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamı insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu şiddete son vermeyi gerektirmektedir. Bu nedenle PKK’nin 1 Eylül 1988’den beri tek taraflı yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinde, 1 Eylül 1999’dan itibaren silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini barış için sınırların dışına çekmeye çağırıyorum.” (Cengiz Kapmaz, age. s. 96)

Yine görüleceği üzere Öcalan, örgütünü sadece gerilla güçlerini sınırların dışına çıkarmayı değil, aynı zamanda silahlı mücadeleye son vermeye çağırıyor. Öcalan aynı gün PKK Başkanlık Konseyi’ne, devletin İmralı’dan çıkmasına izin verdiği bir mektup yazıyor. Öcalan bu mektubunda şöyle diyor:

“(…) Klasik askeri güce dayalı mutlak zafer arama yolunun artık geçersizliği söz konusudur… Bizler için daha önemli ve hayati olan bunda PKK’nin rolünü ortaya koymak ve üzerine düşeni yapmaktır… Duygusal, feodal ve alışkanlıkları tekrarlayan yaklaşımlar ancak çıkmazı geliştirir, çatışmayı körükler… Mevcut sorunsallık durumu çok açık bir şiddeti değil tam tersine acil bir demokratik diyalog ve uzlaşma sürecini yaratmayı zorunlu kılmaktadır. (…) Kürt sorunu ve tüm Türkiye’de demokrasi için artık şiddete ihtiyaç yoktur. (…) Bu noktada çatışma durumunu sürdürmenin ilerletici siyasi bir anlamı olmadığı gibi, bu durum daha çok tıkayıcı, krize ve şovenizme götüren son derece olumsuz yönlere hizmet edecektir.” (Cengiz Kapmaz, age. s.97)

Anlaşılacağı üzere Öcalan, şiddeti sadece gereksiz değil, aynı zamanda demokratikleşmenin önünde tıkayıcı, krize yol açan, şovenizmi artıran bir şey olarak görüyor. Aynı mektubunda, “devlet-ordunun hükümranlığı gereği sınırlarındaki varlığının meşruiyeti kadar, karşısında bir silahlı gücü ya imha edeceği, ya da sınırların dışına atacağı da açıktır” diyen Öcalan, TC ordusunun Kürdistan’daki varlığını meşru görüyor ki, bu belirlemesi bir başka yazının konusudur.

Öcalan’ın İmralı sürecinde, şiddetin gereksiz olduğuna dair söylediklerini daha fazla uzatmanın gereği yok.

Cengiz Kapmaz, PKK’nin Öcalan’ın bu çağrılarına yönelik cevabı konusunda, adı geçen kitabının “PKK: Emrindeyiz” adı altındaki bölümünde şöyle yazıyor:

“Öcalan’ın yaptığı açıklama, üç gün sonra PKK tarafından onaylandı. PKK Başkanlık Konseyi, 5 Ağustos 1999’da, Öcalan’ın çağrısına uyacaklarını açıkladı. Bu açıklamadan sonra PKK’ye bağlı diğer birimler ARGK, ERNK ve PJKK’den de aynı yönde açıklamalar yapıldı.” (Cengiz Kapmaz, age. s. 102)

Öcalan, yukarıdaki belirlemelerini, Türkiye’de 28 Şubat darbesi sonrasında kurulan Demokratik Sol, ANAP ve MHP’nin iktidar olduğu bir dönemde yapıyor, PKK’yi silahlı mücadeleye son vermeye çağırıyor. Söz konusu koalisyon hükümeti ise, Kemalist ve “laik” sistemi “irtica”dan korumak amacıyla, militaristler, generaller ve sivil işbirlikçileri tarafından düzenlenen ve “bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat darbesinin ürünü.

Ama süreç omuzu kalabalıkların istediği doğrultuda gelişmedi. 2002 genel seçimlerinde, 28 Şubat post modern darbesinin hedefi olan partinin bazı kadroların oluşturduğu AK Parti başarılı çıktı. AK Parti, acemilik-çıraklık döneminde, kendisini askerlere karşı korumak amacıyla da olsa, AB sürecine asıldı, demokratikleşme konusunda önemli yasal ve anayasal değişiklikler yaptı. Kuşkusuz, PKK’nin ilan ettiği ateşkes ve gerillaların Güney Kürdistan’a çekilmesinin de, bu değişimde önemli rolü oldu.

Demokrasi ve Kürd halkının düşmanı 28 Şubat sürecinin ürünü olan koalisyon hükümetine karşı “barış güvercini” olan Öcalan’ın dili, AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra da devam edeceğine, giderek sertleşti.

Bu durumun nedenleri arasında Öcalan’ın Mustafa Kemal’e ilişkin görüşü ile AK Parti’ye yönelik değerlendirmeleri geliyor. Öcalan’ın değişik vesilelerde yaptığı açıklamalarda Mustafa Kemal’i yere göğe sığdıramıyor. Cumhuriyet döneminde devlete karşı direnen Kürd liderlerini “Mustafa Kemal’i anlamamakla” suçlayan Öcalan, “yeni kurulan Cumhuriyet’in korunması için” aşırılıkların kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Örneğin aşağıdaki belirlemeler Öcalan’a ait:

“Onda (Mustafa Kemal’de MT) ırk temelinde bir milliyetçilik yok. Kültür milliyetçiliği var. (…) Öcalan ‘Ne mutlu Türküm diyene’ kavramını nasıl yorumlamak gerekir’ diyerek şöyle devam ediyordu: ‘Onun kaynağında Osmanlı döneminde kullanılan ‘idraksiz Türkler’ anlayışı var. Anadolu’da yaşayan Türkmenleri idraksiz Türkler şeklinde değerlendirip vatandaş saymıyorlardı. Bu yanlış anlayışı yıkmak ve vatandaşların kendilerine güveninin gelmesi için kullanılmıştır. (…) ‘Kendi milletini inkar et, zorla Türk ol’ diye bir şey yok. Bu doğal asimilasyon sürecinde Türkleşen Kürtler de var, Kürtleşen Türkler de var.”

(Cengiz Kapmaz, age. s. 300) Öcalan’ın yukarıdaki belirlemelerinin, değme Kemalistlerin yaptıklarından herhangi bir farkı var mı? Bence yok.

Öcalan aynı konuşmasında, Mustafa Kemal döneminde Kürt dili ve kültürü üzerinde baskı uygulandığını, Kürdçenin kullanılmasını, gelişip güçlenmesini engellemek amacıyla da, Kürtçe eğitim verilen Kürdistan’daki takke ve zaviyeleri kapatıldığını; Kürtçe konuşulanlara para cezası verildiğini unutmuş olacak ki “doğal asimilasyon süreci”nden bahsediyor! Tıpkı Kemalistler gibi…

Öcalan’ın AK Parti’ye yönelik değerlendirmeleri de Kemalistlere ve son günlerde Balyoz Davası’nda mahkûm olan generallerinkine çok yakın. Aşağıdaki belirlemeler de Öcalan’a ait:

Öcalan (…) AKP’nin Ordu’yu zayıflatmak için kendilerini Ordu’yla karşı karşıya getirmek istediğini düşünüyor. ‘Ordu bizimle ne kadar uğraşırsa AKP o kadar rahat İslamcı politikasını uygulayacak. (…) Kürdistan’da AKP’yi teşhir ve tecrit edin.” (Cengiz Kapmaz, age. s. 259)

Hakkını yememek lazım. Öcalan “AKP (…) Samimi davranırsa, güncelleşmiş Kemalizm ve İslami görünümle de sorunun çözümü olabilir. Biz önyargılı olmayacağız AKP’ye karşı. (…) Erdoğan’ı peşinen karalamak istemiyoruz. AKP geçicidir bana göre. AKP demokrasiye hizmet etmezse sert muhalefet edeceğiz” de diyor. (Cengiz Kapmaz, age. s.260-261)

Ama “(Öcalan) 2003’te yaptığı ‘AKP ordu ile aramızı açıp bizi ordu ile çatıştırmak istiyor’ eleştirisini 2004 yılında da sürdürdü. Öcalan’a göre bu yüzden AKP Kürt sorununda çözüme yanaşmıyordu.”

Öcalan AKP içinde devletin imkân ve olanakları kullanılarak Kürt Federe Devleti’nin temellerinin atıldığını söylüyor, bunun için kendisi ve yoksul Kürt halkının devredışı bırakılmak istendiğini vurguluyordu.”

“Öcalan ‘Dinsel milliyetçiliğe dayanan AKP’dir. Hem Türk hem Kürt etnik milliyetçiler en çok AKP’nin içindedir. Şeyhler, ağa takımı, kendi içlerindedir’ diyor. AKP’nin dinsel faşizm amaçladığını vurguluyordu.” (Cengiz Kapmaz, age. s. 303-304)

Alıntıları uzatmanın gereği yok. Öcalan’ın iktidarının ilk yıllarında AK Parti hakkında yaptığı bu değerlendirmeler, sonraki yıllarda “AK parti kendi Ergenekon’unu yaratıyor; Ak Parti yeşil faşizm kuruyor” ve benzeri belirlemelerle devam etti

Öcalan’ın AK Parti iktidarı ve bu bağlamda Güney Kürdistan Hükümeti’ne yönelik belirlemelerinin, birkaç gün önce Balyoz Davası’nda mahkûm olan ve kendilerini “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak gören omuzu kalabalık askerlerin basına yansıyan görüş ve değerlendirmelerinden ne farkı var?

PKK’nin son dönemde artan silahlı eylemleri, Kemalistlerle aynı paralelde olan ve yukarıda özet olarak bahsettiğim AKP’ye yönelik yanlış belirlemelerinden kaynaklanıyor. Çünkü her şey bir yana. AK Parti’ye muhafazakâr, tutucu, ılımlı İslamcı vb diyebiliriz. Ama onu “faşist” olarak değerlendirmek yanlıştır; MHP’nin, Kemalistlerin, ulusalcıların kısaca “Kızıl Elmacı”ların hakkını yemektir!

Daha sonra yaşananlar ise göz ününde; biliniyor. Öcalan, PKK ve çevresi AK Parti Hükümeti’ne karşı tavrını ve dilini giderek sertleştirdi. Ara sıra çatışmasızlık ve süreli ateşkes dönemlerinin de yaşandığı kısa sayılmayacak bir süre içinde, PKK’nin silahlı eylemleri giderek arttı. Hiç kuşku yok bunda “devlet tarafından dikkate alınma” kaygısı da önemli rol oynadı.

Taraf yazarı Kurtuluş Tayız, 24 Ocak 2011 tarihli “Öcalan: ‘Asker bana savaşı tırmandırın’ dedi” başlıklı yazısında, Cengiz Kapmazın adı geçen kitabından şu alıntıyı yapıyor:

“Öcalan, İmralı’da tansiyonun giderek tırmandığı o günlerde 2000 tarihinde İmralı’da yaşadığı bir olayı ‘Burada işte bunları yaşadım’ sözleriyle anlattı: ‘2000’in başında burada sorguya katılan yetkililer gelmişti. Bazıları komutandı, yetkili olarak konuştu. Bana; ‘siz güçlerinizi sınır dışına çektiniz, tek taraflı adım attınız, bundan sonra da tek taraflı adım atacaksınız. Ancak ordu, devlet sizi dikkate almaz’ diyordu. Ben, devletin politikasını sordum. Onlar da ‘devlet bu düşük yoğunluklu savaşla sizi dikkate almaz, savaşı tırmandırın, daha ciddi bir savaş verin o zaman dikkate alınırsınız, sizi dikkate almak zorunda kalırlar’ diyordu. Kelimesi kelimesine böyle değildi ama öz itibariyle böyle söylemek istiyorlardı. Yani savaşı orta yoğunluktaki bir düzeye çekmemiz halinde devletin bizi dikkate almak zorunda kalacağını belirtiyordu. Tabii ben savaşı tırmandırmadım. Bunu çekindiğim ya da korktuğum için de böyle yapmadım, samimiydim, sorunun böyle çözüleceğine inanıyordum.” (8 Temmuz 2009)

Daha sonra yaşanan gelişmelerle, Öcalan’ın AK Parti Hükümeti ve TC Ordusu’na yönelik değerlendirmeleri dikkate alındığında, “Tabii ben savaşı tırmandırmadım. Bunu çekindiğim ya da korktuğum için de böyle yapmadım, samimiydim, sorunun böyle çözüleceğine inanıyordum” derken doğruyu söylemediği ortaya çıkar. Aksine avukatları vasıtasıyla örgütüne çatışmaların tırmandırılması talimatı gönderdiği biliniyor.

Öcalan, kendi çağrısı üzerine 2004 yılının ilk yarısında toplanan Kongre Gel 2. Kongresi’ne gönderdiği avukatı vasıtasıyla “ateşkesi ortadan kaldırma, aktif meşru savunma kararı” aldırdı.

İlginç olan bu kararın, AK Parti Hükümeti’nin demokratikleşme ve AB sürecinde en aktif olduğu, bazı kısmi ama önemli değişimlere imza attığı dönemde alınmasıdır.

Kongreye katılanlardan, PKK’nin en üst organlarında görev alan, daha sonra PKK’den ayrılarak PWD’yi kuranlar arasında bulunan ve şu anda PWD Genel Sekreterliği görevi yürüten Botan (Nizamettin Taş), kongrede kendi grubunun savaşa karşı çıktığını belirtiyor. Ama Abdullah Öcalan’ın avukatlarından birinin “Başkan’ın kararıdır” diyerek Kongre’ye savaş kararını dayattıklarını söylüyor. Taş’a göre, “PKK’nin tekrar silaha sarılması, derin devletle bağlantılıydı ve amaç AKP’nin tasfiyesi için PKK’nin devreye sokulmasıydı” Botan’a göre, “PKK’nın savaş kararı alması otomatik olarak PKK’yı, AK Parti’ye karşı Ergenekon’un darbe girişiminin aracısı haline getirdi.” (Vahap Çoşkun, Demokratikleşme ve PKK, 24-25 Eylül 2012, tarihli Taraf gazetesi)

PKK’nin giderek artan son eylemlerinde rol oynayan öteki etkenlere gelince…

Bunların başında PKK’nin yeni stratejisi, “Devrimci Halk Savaşı Stratejisi” geliyor. Bu stratejinin ne olduğunu ve neleri amaçladığını anlamak için stratejinin mimari olduğu söylenen Duran Kalkan’ın 5 Haziran 2011 tarihli ANF bülteninde yayınlanan “Neden Devrimci Halk Savaşı?” adlı uzunca makalesine bakmak gerekiyor:

“Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulayabilirdik. Ekonomik kalkınma ağırlıklı bir stratejik mücadele ve çalışma dönemi olabilirdi. Fakat bunlar olmadı. Yeniden bir savaş durumu gündeme geldi. Bu savaşın hedefi olarak da, ‘Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma’yı koyuyoruz. Demek ki Kürt halkının hala varlığını koruma sorunu vardır (…)

“1993 yılından itibaren zayıf verilerle stratejik değişiklik yapmak, siyasi çözüm arayışına girmek zorunda kaldık. Siyasi çözüm zemini yaratılmadıysa, neden ateşkes ilan edildiği, öyle bir sürece girildiği sorulabilir. Hiçbir siyasi zemin yaratılamamış değildi. Bu anlamda belli bir siyasi zemin vardı. Fakat bu zemin zayıftı. Serhıldan düzeyi her an katledilmeye, tasfiye edilmeye açıktı. (…) Sonuçta zayıf temellere dayalı olarak, siyasi çözüm arayışına girdik. Daha doğrusu demokratik, siyasi mücadeleyi geliştirerek, ona dayanarak, öyle bir mücadelenin etkisiyle, siyasi çözüm sürecini geliştirebilir miyiz arayışına girdik. Düşman da bu zayıflığa dayanarak topyekun savaşı dayattı ve bizi imha ve tasfiye ile yüz yüze getirdi. Zayıf olarak var olan siyasi çözüm imkanlarının, siyasi çözüme dönüşmesini engelledi. (…) Siyasi mücadele süreci açısından da, süreci yürütemedik. (…) 1 Eylül 1998 yılında gerçekleştirilen üçüncü tek taraflı ateşkes süreci geldi. Orada hiç varlık gösteremedik. (…) 2003 yılında AKP iktidara gelir gelmez Önderlik, üç aylık süre tanıdı ve ona göre hazır olsaydık, AKP daha bu kadar güçlenmeden, hegemonya kurmadan onu zorlayabilirdik. Ona, siyasi çözüme dönük adımlar attırabilirdik. (…) Daha sonra da 2005 yılından itibaren diyalog adı altında bir süreç geliştirildi. 2006 Ağustos ayında bu çok daha da ileri götürülüp bazı çevreler araya girdiler. (…) Ama beş-altı yıl geçmesine rağmen hala ciddi bir sonuç yoktur. Hala çok az sonuçlarla hareket ediliyor. Elbette hiçbir sonuç yok değil. Önderlik ile avukatların haftalık görüşmesi bile buraya bağlıdır. Bunlar, Türkiye’nin iyi niyetiyle, hukuk devleti olmasıyla gerçekleşmiyor. Böyle sanılıyorsa bile bu büyük bir yanılgıdır. Her şey karşılıklı pazarlıklarla, mücadele sonucu olarak gerçekleşmektedir. Önderlikle görüşmeler oluyor. Buna bir tür diyalog denilmekte. (…) Bunlar elbette basit hususlar değildir. Bunları küçümsememek gerekiyor. Bunlar da önemli gelişmelerdir, ama yeterli değildir. Henüz herhangi bir sonuç yoktur ve Kürt sorununun siyasi çözümü gerçekleşmemiştir. Siyasi programımız, hedeflerimiz açısından ele alıp baktığımızda da ortada somut gerçekleşmiş bir sonuç yoktur. O halde burada da başarı yoktur. Yani istediğimiz sonucu alamadık. (…) Bunun için önümüze yeniden, daha büyük bir savaş gündeme geliyor. Devrimci Halk Savaşı Stratejisini, uygulamak zorunda kalıyoruz. (…)

“Diğer bir boyut, Kürt sorununu çözüme götürecek bir zihniyet ve siyasetin karşımızda oluşmamasıdır. Siyasi çözüm çabalarının tasfiye edilmiş olması, siyasi çözüm güçlerinin imha ve tasfiyeye maruz bırakılmış olması bunda rol oynamaktadır. Demokratik siyaseti bir çözüm aracı olmaktan çıkararak, gündeme yeniden tek çare olarak Devrimci Halk Savaşını getiriyor. (…)

“1 Ekim 2006 yılında beşinci tek yanlı ateşkes gündeme geldi. Birçok çevre çağrıda bulunmuştu, aracılık yapacaklardı. DTP’den, ABD’ye kadar, oradan Güney Kürdistan yönetimine kadar birçok aracı vardı. Fakat ateşkes olduktan sonra, hiç kimse verdiği söze sahip çıkmadı, sözünün gereğini yerine getirmedi ya da getiremedi. Her ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 2007 seçimleri gündeme geldi. Seçimden sonra ABD ile de anlaşarak, kendi içlerinde de birleşerek, aralık başından itibaren topyekun savaş konseptini hayata geçiren bir saldırı içine girdiler. Savaşı sadece Kuzey ile sınırlı tutmadı, Güney’e de yayıp sarkıttılar. ABD’yle, Güney Kürdistan yönetimiyle, Irak’la bir tür uzlaşma ve ortak operasyon yürüttüler. (…)

“Geriye 29 Mart 2009 seçimleri kaldı; “bu seçim referandumdur” dediler. Kim kazanırsa onun olacaktı. Seçimde DTP, büyük bir başarı elde etti. AKP, Kürdistan’da gerçekten de yenilgi aldı. Referandumu açık bir biçimde, Kürt demokratik siyaseti kazanmış oldu. Bu da Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini güçlendirdi. Güçlü bir demokratik, siyasi zemin ortaya çıkardı.

“Çözüm istenmiş olsaydı bundan daha iyi bir ortam olamazdı. (…) Demokratik siyaseti, Kürt sorununun siyasi çözümünün zemini yapacağına, oluşmuş bu zemini tasfiye etmek için, hiçbir hukuk kuralı dinlemeyen bir saldırı içerisine girdi. Bir de bunun adına “açılım politikası” dedi. (…) Nerede biraz özgür demokratik bir örgütlenme, kıpırdanma oluyor ve eyleme dönüşüyorsa derhal oraya baskın düzenliyorlar. Tutuklayıp hapse koyuyorlar. (…) Toplumu temsil edecek, demokratik konfederalizmi örgütleyecek, Kürt demokratik toplum örgütlülüğünü ortaya çıkartacak bütün kurumları kapatıyorlar, kişileri zindana koyuyorlar. Bu açık bir durumdur. Büyük bir tasfiye hareketidir. Siyasi çözüm zeminini tümden kurutmadır. Gelinen nokta böyle bir noktadır. (…)

“Seçim bir siyasi çözüm aracı olmaktan çıkmıştır. Siyasi diyaloga yaklaşımları da ortadır. Ortada herhangi bir yetkisi olmayan, sadece bizi oyalamak, kandırmak, zaman kazanmak amaçlı, tatlı dilli sözler söyleyen bir oyalama sistemi var. Yoksa öyle gerçekten de bir diyalog, müzakere, Kürt sorununa çözüm arama durumu söz konusu değildir. (…) Direniş hareketi, tatlı sözlerle susturularak, demokratik siyaseti tasfiye edecek operasyonlar yürütülüyor. Böyle bir komplo ve oyun geliştiriliyor. (…) AKP’nin bu yaptığına göz boyama değil, çocuk kandırma bile denilemez. (…)

“Seçim çözüm aracı olmaktan çıkmış, diyalog bir oyalama ve tasfiye aracı olmuştur. Siyasi soykırım operasyonları sürmektedir. Demokratik siyasete iki seneden beri imha ve tasfiye dayatılmaktadır. Kürdistan’da siyasi mücadele yürütmenin, demokratik siyaset yapmanın koşulları yoktur. Demek ki ne siyasi mücadele yürütebiliyoruz, ne de siyaset zemini vardır. (…) Devrimci Halk Savaşı bir de bu durumdan dolayı gündeme geliyor. Siyasetin hiçbir alanı artık çözüm alanı değildir. Çözüm olma imkanı yoktur. Ne görüşmeyle çözüm bulabiliyoruz, ne seçimle çözümün önünü açılabiliyoruz, ne siyasi mücadele yürüterek, siyasi örgütlenmeye yaparak çözümü zorlayabiliyoruz. Geriye, Devrimci Halk Savaşı kalıyor. 12 Eylül 1980 ardından bize dayatılana benzer bir durum dayatılıyor. (…) PKK ve Kürt halkı için direnmekten başka bir yol kalmamıştır. Bu direnişin yöntemi olarak da Devrimci Halk Savaşı gündeme gelmektedir. (…) Başka hiçbir yol yoktur. İdeolojik mücadele yürütme yolu yoktur. Bütün medyayı ele geçirmişler. Başka hiç kimseye nefes alma imkanı bile bırakmıyorlar. Siyasi mücadele imkanı yoktur. Polisi örgütlemiş, orduyu, generallerini, komutanlarını, kuvvet komutanlarını tutukluyor. Bu AKP oyununun, hilesinin kesinlikle bozulması, maskesinin düşürülmesi, AKP hegemonyasının kırılması gerekiyor.

“AKP eliyle şimdi çok sahte, sinsi, ikiyüzlü ve hileli bir biçimde bir imha ve tasfiye operasyonu yürütülmektedir. (…) Bu da bize AKP’nin mevcut durumunu aşacak, bir direniş mücadelesi yürütme görevi yüklemektedir. Bu direniş mücadelesini, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımladık. Bundan başka çare yoktur. (…)

AKP de 12 Eylül darbesinin öteki yüzü biçimindedir. (…) Gerçekten de Türkiye’nin başına bela olmuş durumdalar. 12 Eylül faşist askeri darbesinden hiç de az bela olan bir konumda değildir. (…) Necmettin Erbakan’a ne yaptıkları ortadadır. O, bir ihanet hareketidir. (…)

“Mevcut durum kesinlikle böyledir. Bu halde nasıl ki ’80’li yıllarda direnerek 12 Eylül faşizmini aşmak gerektiyse, şimdi 2010’lu yıllarda da yine benzer bir biçimde, ama yeni bir paradigmayla, yeni bir program temelinde, yeni strateji ve taktiklerle, ama benzer bir öz içeren güçlü direniş temelinde, AKP faşizmini aşmamız gerekiyor. Bunun başka yolu ve çaresi yoktur.”

Uzun alıntı nedeniyle hoşgörünüze sığınıyorum. Ama yeni stratejinin ne olduğunu, neleri amaçladığını bilmeden, PKK’nin artan silahlı eylemlerini tam olarak anlamak da mümkün değil.

Özcesi, Duran Kalkan, legal, demokratik, siyasal mücadele alanında sınıfta kaldıklarını, mücadelenin en önemli alanlarından birisi olan karşı tarafla görüşme konusunda yetersiz olduklarını itiraf ediyor. ”Bu alanlardaki mücadele ısrarlı olmalı, Yetersizliklerimizi gidermeliyiz” demek yerine, “siyasetin hiçbir alanı artık çözüm alanı değildir”, “siyaset zemini yoktur” diyerek, önlerinde sadece bir tek yolun, devrimci halk savaşı yolunun kaldığını söylüyor…

Duran Kalkan’ın bu belirlemeleri ne Türkiye’nin şartlarına ne de kendisini en fazla bölgemizde gösteren ve dünyayı etkisi altına alan değişim sürecinin gerektirdiği mücadele yol ve yöntemlerine uygunluk arz ediyor. Çünkü tüm eksiklik ve zaaflarına rağmen, Türkiye, bugün her türlü görüş ve önerilerin dile getirilip tartışıldığı, siyasi mücadelenin tüm alanlarda yürütülebileceği bir ülke, yeter ki bu mücadelede silaha başvurulmasın.

Elbette her türlü zulme, sömürü ve haksızlığa karşı mücadele etmek en temel haklardan birisidir. Ama mücadelenin tek biçiminin silahlı halk savaşı olduğunu söylemek doğru değil. Bu, ülkemizin gerçekleriyle uyuşmayan bir tespittir ve bu tespiti hayata geçirmek için gerçekleştiren silahlı eylemlerin, halkımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesine herhangi bir katkısı olmadığı gibi, demokratikleşmenin ve Kürd sorununun diyalog ve barışçıl çözümünün önünde engel oluşturmaktadır.

Öte yandan Duran Kalkan uzun yazısında “devrimci halk savaşı” ile ulaşılacak iki hedef koyuyor. Bunlardan birincisi “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” öteki ise “12 Eylül darbesinin öteki yüzü”, “Türkiye’nin başına bela olmuş” hatta “12 Eylül faşist askeri darbesinden hiç de az” olmayan bir “bela” olan, “bir ihanet hareketi” olan AKP faşizmini alaşağı etmek!

AK parti hakkında yapılan yukarıdaki belirlemeleri gözüm bir yerlerden ısırıyor! Sizin güzünüzü de ısırıyor mu?

“Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Kazanma” hedefine siyasal, sosyal ve kültürel mücadeleler ile varmak varken, devrimci halk savaşına başvurmak, hem de bu işi “Öcalan’ın “devrimci halk savaşına gerek yok” demesine rağmen yapmak. Bu durum ikinci hedefi yani AK Parti faşizminin silahla alaşağı edilmesini asıl hedef haline geliyor ki, bu aynı zamanda militaristlerin, Kemalistler ve ulusalcıların da hedefidir.

Hiç kuşku yok, son dönemde artan PKK eylemlerinin Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle de ilgisi var.

Dünyayı etkisi altına alan değişim rüzgârı, Ortadoğu’da fırtına döndü. Bu fırtına şu anda Suriye’de iç savaş biçiminde esiyor. Suriye’de çatışan taraflar sadece BAAS rejimi ve karşıtları değil. Suriye aynı zamanda bölgede hâkimiyet kurma kavgasına tutuşan iki eksenin, iki ittifakın hegemonya savaşına da sahne oluyor.

İttifaklardan biri Sünni, ötekisi ise Şii ittifakıdır. Sünni ittifak, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün’den oluşuyor. ABD’nin bölgedeki müttefiklerinden oluşan bu eksen, aynı zamanda NATO ve Avrupa ülkelerinin de desteğini alıyor. Şii cephe ise İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve kısmen Maliki hükümetinden oluşuyor. Bu eksen de uluslararası planda Çin, Rusya ve Venezüella gibi ülkelerin desteğine sahip. Ve her iki ittifak da Kürdlerin bölünmesine yol açan ve varlığını sürdüren statünün devamından yanalar.

Bu iki ittifaktan birini seçmek, angaje olmak, içinde yer almak, Kürdlerin çıkarına değildir. Aksine Kürdler olabildiğinde bu seçimden uzak kalmak için çaba göstermelidirler. Oysa PKK kurmayları Şii-Kürd ittifakını öneriyorlar.

Biliniyor, geçmişte PKK uzun bir dönem ABD emperyalizmi, Türk sömürgeciliği ve İsrail’in oluşturduğu gerici cepheye karşı, İran, Suriye ve Kürdlerin devrimci cephesini öneriyordu!

12 Eylül’den bir müddet önce PKK’nin Suriye’ye geçip orada üslendiği, BAAS rejiminin PKK’yi desteklediği ve politikalarının belirlenmesinde söz sahibi olduğu da bir sır değil. Aynı şeyler İran için de geçerli. PKK-İran ilişkileri uzun bir dönemdir devam ediyor, İran PKK’ye sınırlarında her türlü kolaylığı gösteriyor, destek sunuyor ve elbette bunun karşılığında da PKK’den bazı taleplerde bulunuyor…

PKK de Murat Karayılan’ın “Bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen uluslararası güçlerin amaçlarından birisi de İran’ı kuşatmaktır. Şimdi daha çok Suriye ile uğraşıyorlar. Kendilerince orayı hallettikten sonra, sıra İran’a gelecektir. Böyle bir aşmada biz Kürtler olarak ayrıca İran’a karşı savaş halinde olmayı pek doğru görmüyoruz” diyerek İran’ı kollayan bir tavır içine giriyor. (Sinan Çiftyürek’in, Rejim çıkmaz sokakta adlı makalesi, Newroz)

“İran’a karşı savaş halinde olmayı doğru bulmayan” Karayılan, PJAK’a demokratik hak ve özgürlüklerin amansız bir baskı altına alındığı, hemen her gün bir-iki Kürd yurtseverinin, insan hakları savunucusu ve demokratın idam edildiği İran’da, mollalar rejimine karşı barışçıl mücadele biçimini öneriyor. Legal, barışçıl ve demokratik mücadele şartlarının olduğu Türkiye’de ise devrimci halk savaşının güçlendirip geliştirilmesini istiyor. Niye?

Çünkü Şii-Kürd ittifakı, Suriye ve İran ile geliştirilen ilişkiler, alınan destek öyle gerektiriyor da ondan!

Görüldüğü gibi silahlı mücadele, ülke gerçekleriyle uyuşmayan, gözü kapalı AK Parti düşmanlığı üzerine inşa edilen, miadı çoktan dolmuş “devrimci halk savaşı” stratejisi, sadece demokratikleşmenin önünde engel olmuyor, Kürd sorununun barışçıl ve diyalog yoluyla çözümünü geciktirmiyor. Aynı zamanda insanı bölgedeki statüyü koruyan gerici ittifakların destekçisi yapıyor, politikaların daha fazla ipotek altına girmesine yol açıyor.

Bu yol, denenmiş, çıkmaz ve şiddet sarmalının derinleştiren bir yoldur. Bu yolda ısrarlı olmak, sorunun çözümüne hizmet etmez ve Kürd davasına yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Doğru olan sorunun diyalog yolu ile çözümünde ısrarlı olmaktır. Çatışmaların durması, diyalog için bir şart olmamakla birlikte, barış ortamı, bu yöntemle sonuç almayı kolaylaştırır. Bu nedenle, Oslo görüşmelerinin yeniden başlaması konusundaki taleplerin arttığı bir dönemde, PKK’nin devrimci halk savaşı stratejisini bir kenara bırakarak, kayıtsız şartsız ateşkes ilan etmesi sürece yapılacak en anlamlı katkı olacaktır.

Zaten Öcalan da bir dönem,“Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamı insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir”, “Anlamsız şiddet sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Şiddete son vermek sorunların çözümünde temel halka olmaktadır” dememiş miydi?

Deng Dergisi’nin 88. sayısından alınmıştır.

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89