• BIST 9056.11
  • Altın 2300.965
  • Dolar 32.313
  • Euro 35.1123
  • İstanbul 19 °C
  • Diyarbakır 17 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 15 °C

Bu yolun düzü yok mu?

Mesud Tek

Mart ayı sonunda yapılacak yerel seçimler de, daha öncekilerde olduğu gibi siyasi atmosferin ezici etkisi altında yapılacak. Bu, bir bakıma normal. Çünkü Türkiye tekçi ve aşırı merkezi bir devlet anlayışıyla yönetilen bir ülke ve bu tür ülkelerde yerel yönetimler için yapılan seçimlerde genel politikalar sadece öne çıkmakla kalmazlar. Aynı zamanda tüm seçim sürecine yön verir ve onu belirlerler.

Bu seçimlerde de yerel yönetimler için hazırlanan projeler yeterince konuşulmuyor, tartışılmıyor ve yarıştırılmıyor. Aksine, merkezi yönetimi ele geçirme mücadelesinin, yani genel seçimlerin bir ön provası olarak görülüdüğü için, genel politikalar konuşulup tartışılıyor. Oysa bu seçim, “yerel yönetim” ile “yerinde yönetim”in ve ikisi arasındaki ilişki ve farkların, TC’nin bazı çekincelerle imzaladığı konuya ilişkin uluslararası anlaşmaların gündeme gelip tartışılmasına ve kamuoyunun aydınlatılmasına vesile olabilirdi. Ama olmadı. Haksızlık yapmamak adına, bazı partilerin, kentlerde oluşturulan sivil toplum inisiyatiflerinin güçleri oranında konuyu gündeme getirdiklerini söylemek gerekir.

Yanısıra 30 Martta yapılacak yerel seçimleri, öncekilerden ayıran bazı farklar var. Bunlardan birisi yerel seçimleri, Türk siyaseti açısından önem arzeden cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin takip edeceğidir. Tarafların 30 Mart seçimlerindeki başarı ya da başarısızlıkları, daha sonra yapılacak iki seçime yönelik politika ve tavırlarını etkileyecektir.

Bu seçimi ötekilerden ayıran bir başka önemli nokta ise, seçimlerin ülkenin yakın dönemdeki siyasi kaderini etkileyecek gelişmelerin gölgesi altında yapılmasıdır. Bu gelişmelerin başında “17 Aralık Operasyonu” ve sonrasında yaşananlar geliyor. 

AK Parti, CHP ve MHP tarafından düzenlenen mitingler, birer savaş alanı gibi. Liderler mitinglerde “17 Aralık Operasyonu”na yönelik tavırlarını dile getiriyorlar, karşılıklı olarak birbirine hakaretler yağdırıyorlar. 

Başbakan, oğlu ve hükümetindeki bakanlar hakkındaki yolsuzluk ve rüşvet iddialarının yalan olduğunu ispatlamak için kılını dahi kıpırdatmıyor. Oysa devletin olanakları elinin altında ve istemesi halinde bunu kolayca yapabilir. AK Parti ve liderinin ağzında varsa yoksa “paralel yapı”, “Pensilvanya’daki imam” ve yaptıkları. Başbakan’a göre, 10 yıldan fazla süren iktidarları döneminde yaşanan her türlü kötülüğün, kanunsuzluğun altında onlar var... Kendisi ve AK Parti’nin yöneticileri sütten çıkmış ak kaşıklar, tek suçları düne kadar birlikte davrandıkları, devleti ve olanaklarını birlikte paylaştıkları “kankalarının” kötü niyetinin farkına varamamaları, saf olmaları... 

Bakan çocuklarının evlerinde çıkan para sayma makineleri, “bir kaç kuruş” olarak görülen milyonlarca liralar, ayakkabı kutularında bulunan milyonlarca Dolar ve Eurolar, Bilal Erdoğan’ın, babasının talimatıyla başlattığı ve 24 saat süren eritme eylemine rağmen elinde kalan 30 milyon Eurocuklar... Bunlar ve dinlemeye takılan yolsuzluk ve rüşvet konuşmaları ise, Başbakan’a göre montaj ve de dublaj... Hükümete karşı kurulan komplo... Tüm bunlardan amaç ise, Türkiye’nin güçlenip gelişmesini istemeyen dış güçlerin, “faiz lobileri ve yerli işbirlikçilerinin” çıkarları doğrultusunda ve onların emri ile darbe yapıp hükümeti düşürmek... Başbakan’a göre darbelere karşı direnmek ise her hükümetin hakkı, demokrasi için, siyaset kurumunun korunması işinde hükümete yardımcı olunmalı...

Cemaat’ın bir darbe hazırlığı içinde olup olmadığı bir yana. Elbette TC Başbakanı Erdoğan’ın, siyaset kurumunun darbelere karşı korunması konusunda haklı. Asker ya da sivil, kendi vesayetini kurmak isteyenlere karşı durmak gerekir. Ama bunun yolu Erdoğan yaptıkları değildir. Bu iş, Erdoğan’ın bugüne kadar yaptıklarıyla gerçekleşmez. 

Erdoğan’ın hakkındaki iddiaları yalanlamanın, bu uğurda hamasi nutuklar atmanın dışında yaptığı bir şey yok. Başbakan, hakkındaki iddiaların yalan olduğunu ispatlama zahmetine katlanmadığı gibi, gerçeklerin ortaya çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Olayın üstüne giden medyanın sesini susturmak istiyor. Sansür yasaları çıkartıyor, internete yasak getiriyor. Erdoğan bununla yetinmiyor. Bir zamanlar kendisini iktidardan düşürmek için planlar yapan Ergenekoncularla, omuzu kalabalık generallerle iş tutuyor. Bir başka ifadeyle, bir dönem işbirliği ve kader ortaklığı yaptığı Cemaat’e karşı, generallere ve Ergenekonculara göz kırpıyor. 

Başbakan Erdoğan, “17 Aralık Operasyonu” öncesi dönemde arkasında durduğu, yere göğe sığdıramadığı mahkemelere, yargı mensuplarına da güvenmiyor, artık. Yargının Cemaat’ın kontrolünde olduğuna dair ön kabül uyarınca, başta “17 Aralık Operasyonu”nu başlatanlar olmak üzere hakim ve savcıları hallaç pamuğu gibi atıyor. Temel niteliği, devletin çıkarlarını adalete tercih etmek olan Türk yargısını, AB kriterleri ve uluslararası normlar uyarınca yeniden yapılandırma yerine, kısmi ve gecici tedbirle yolsuzluk ve rüşvet iddialarından kurtulmak istiyor. 

“Bu yasalarla teröre karşı başarı kazanamayız” diyen polis şeflerinin istemlerini eksiksiz yerine getiren Başbakan daha dün, Kürdlere, haklarını aramak için sokaklara dökülenlere, Gezi eylemlerine katılanlara gaz yağdırarak birçok kişinin ölmesine, binlercesinin yaralanmasına neden olan polislerle gurur duyuyor, “mucize yarattınız” diyerek sırtlarını sıvazlıyordu. Bugün ise onlardan bir kısmını “darbecilikle” suçluyor, görev yerlerini değiştiriyor. Ki aralarında Hrant Dink’in ketledilmesine karışan ve katillerini koruyan ve AK Parti hükümetinin takdirlerine mazhar olup terfi alan polis şefleri de bulunuyor.

Ustalık dönemi Erdoğan’ı, oğlu, bakanlar ve oğulları hakkındaki yolsuzluk ve rüşvet iddiaları konusunda gerçeklerin ortaya çıkmasını önlemek için, AB sürecinin yüzü suyu hürmetine yaptığı reformlardan geri dönmeyi göze alıyor, ağzından çıkan her şeyin kanun haline gelmesini istiyor. Bu başka ifade ile şeffaf davranmak ve hukuk çerçevesinde yolsuzlukla mücadele etmek yerine otoriterliğe yöneliyor, hamasete ve demagojiye başvuruyor. Ve böylece ustalık döneminden neyi kastettiğini anlamamıza yardımcı oluyor... 

Erdoğan ve şurakası, “17 Aralık Operasyonu”nun, “barış süreci”ne karşı yapıldığını da sık sık dile getiriyor. Rüşvet ve yolsuzluklardan bahsedenleri, gerçeklerin açığa çıkartılmasını isteyenleri barış süreci karşıtları olarak niteliyorlar. “Paralel yapıyı”, Cemaat’i KCK tutuklamalarını hayata geçirmekle, Oslo sürecini deşifre ederek barışı engellemekle suçluyorlar. 

Cemaat Abant Platformu adı altında önemli toplantılar düzenledi. Bu toplantılarda insan hakları, demokrasi, Kürd sorunu gibi Türkiye’nin önemli sorunları tartışıldı. Cemaat’e yakın Kürdçe yayın yapan bir televizyon kanalı da var. Elbette atılan bu adımlar önemli, ama Cemaat’ın Kürd meselesine yaklaşımı ve çözüm önerileri, sorunu çözmekten çok uzak. Cemaat da tekçi resmi görüşün dışına çıkmıyor. Eğitimin, hizmetin ve yatırımların artırılması gibi tedbirle sorunun çözüleceğini söylüyor. Oysa bu yaklaşımın sorunu çözmediği, çözemeyeceği gün gibi ortada. Cemaat’ın “barış süreci”nin önemli bir tarafı olan PKK’ye yönelik tutumu da ortada ve sorunun çözümüne katkı sunmaktan çok uzak.

Kürd sorunu konusunda devletten pek farklı düşünmeyen Cemaat’ın “17 Aralık Operasyonu”nuyla “barış sürecini” de engellemeyi mi amaçlıyor? Ben bilmiyorum, bilecek durumda da değilim. Ama olsa bile, bu, iddiaların önemini azaltmaz.

“Operasyon”, lağım kuyusunun kapağını açtı. Kuyudan hiç de yabancısı olmadığımız kokular yayılıyor ve dinibütün Başbakan ise, lağım kuyusunu kurutacağına, kuyunun kapağını açanlara saldırıyor, onları darbeci olmakla, paralel devlet kurmakla, yabancılara, faiz lobilerine hizmet etmekle suçluyor... 

AK Parti hükümeti MİT-İmralı diyaloğunu başlatarak cesur bir adım attı. Diyaloğ sürecinin en önemli sonucu, son bir yılda çatışmaların yaşanmamasıdır. Gerginliğin azalması ve yaşanan nisbi yumuşama, düne kadar silahların gölgesinde kalan siyaset kurumunun yolunu açtı. Elbette bunlar, önemli, desteklenmesi ve özenle korunması gereken gelişmelerdir. Diyaloğun bu aşamaya gelmesinde temel etken, Kürd ve Türklerin önemli bölümünün sürece sahip çıkmasıdır. Hakkını vermek gerekir. Erdoğan’ın bu konudaki kararlı tavrı ve Öcalan’ın örgütü nezdinde son karar verici olmasının da önemli katkıları oldu. 

“17 Aralık Operasyonu Erdoğan’ın iktidarına son verir ya da zayıflatırsa diyaloğ süreci ne olur” sorusu haklı bir sorudur. Bir başka ifade “ya sonra” sorusu biz Kürdler için hayata öneme sahiptir. 

Diyaloğ sürecinin Kürdler nezdindeki öneminin bilincinde olan AK Parti ve çevresi, adeta “biz gidersek süreç te sona erer” diyorlar. “17 Aralık Operasyonu”na karşı Kürdlerden destek istiyorlar. AK parti cenahı, sürecin yüzü suyu hürmetine bizden yolsuzluk ve rüşvet iddialarını görmezden gelmemezi bekliyorlar. 

Gözü kapalı AK Parti düşmanları, bu partinin “ak” dediğine sorgusuz sualsız “kara” diyenler ile konuşan değil savaşan Kürdleri sevenler bir yana. Bazı ilerici, devrimci ve demokrat çevreler, barışsever ve Kürd dostu olduğundan kuşku duyulmayan kişiler, Kürdleri “barış süreci”ne karşılık demokrasiden vazgeçmekle itham ediyorlar. “Otoriterliğe yönelen, yolsuzluk ve rüşvete bulaşan bir hükümet barışı sağlayabilir mi, Kürd sorununu çözebilir mi” diye soruyorlar. Ki bence bu da haklı bir soru ve cevabı ciddi biçimde aranmalıdır. Ama biz Kürderin “ya sonrası” sorusu da en az bunun kadar meşru ve doğrudur. 

Deveye “İnişte mi yorulursun, yokuştu mı?” diye sormuşlar. “Bu yolun düzü yok mu yahu” demiş. 

Kürdlerin, barış sürecinin yüzü suyu hürmetine AK Parti hükümetinin her yaptığını onaylama zorunluluğu yok, olmamalı. Kırk katır ya da kırk satırdan birini tercih etmekle yüzyüze değiliz. Bir yandan MİT-İmralı süreciyle başlayan ateşkes sürecine sahip çıkmak, diğer yandan AK Parti hükümetinin yanlışlarına karşı tavır almak, zor ama imkansız değil.

Bugüne kadar defalarca deklere edilmiş talepler konusunda barışçıl yol ve yöntemlerle mücade etmek, , bu doğrultuda ileriye yönelik adım attığında AK Parti’ye “iyi” deyip desteklemek, aksi durumda “kötü deyip” karşı çıkmak mümkün.

Kanımca yapılması gerekenlerin başında, AK Parti’yi ileriye yönelik adımlar atmaya zorlamak, onu bu yönde teşvik etmek, son yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üstüne gitmesini istemek, hak ve özgürlükleri ayaklar altına almasına, anti demokratik uygulamalarına karşı çıkmak geliyor. 

Biliyoruz ki, MİT-İmralı sürecinin Kürd sorununu çözmeye yetmez. Sorunun köklü çözümü Kürdlere kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasıyla mümkündür. Hemen hemen tüm Kürdlerin üzerinde mutabık olduğu ulusal ve demokratik taleplerin karşılanması ve yasal güvence altına alınması, sorunun köklü çözümünün yolunu açar.

Şiddetin hak arama ve çözüm aracı olarak görülmesine son verilmeli, ateşkesin siyasi dalgalanmalardan etkilenmeden devam etmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

MİT-İmralı diyaloğu, iki kişinin tasarrufundan çıkartılmalı, üçüncü bir tarafın gözetiminde yapılan ve tüm tarafların katıldığı barış görüşmeleri haline getirilmelidir. 

MİT-İmralı sürecini başlatan, Kürd sorunu ve demokratikleşme konusunda bazı ileri adımlar atan AK Parti hükümeti ile nikahlı değiliz. Kaldı ki nikahlı olanlar bile anlaşamadıklarında ayrılıyorlar. Yeter ki bu ayrılık şiddet başvurmadan gerçekleşsin.

Görüldüğü gibi iki ucu boklu olan değneği, bir ucundan tutmak zorunda değiliz. Yeter ki ulusal talepler kanusunda tutarlı ve kararlı bir tutum sergileyelim, ortak çıkarları, dar parti çıkarlarına feda etmeyelim. 

Son gelişmeler ve tartışmalar, önümüzdeki dönemde ağırlıklı bir biçimde kendisini hissettirip tartıştıracağı bir konuyu da gündeme getirdi: Türkiye demokratikleşmeden Kürtler özgür olabilirler mi? Olurlarsa nasıl? Bir başka ifade ile Kürdlerin önceliği ne olmalı? Kendi özgürlükleri mi, yoksa Türkiye’nin demokratikleşmesi mi? Irak ve Güney Kürdistan ile Güney Batı Kürdistan’daki siyasi gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, bu sorunun önemi ve yakıcılığı ortaya çıkar. 

Son olarak Kürdlerin hayrını istediklerine kuşku duymadığım bir kısım dostlara eğer dikkate alırlarsa bir öneride bulunmak istiyorum. Lütfen gelinen aşamada Kürdlerin siyasi tecrübe ve sağduyuya sahip olduğunu görün. Kürdler bir iki şeker ile kandırılabilecek çocuk değiller. Onlara “AK Parti şöyledir, böyledir, şöyle, böyle yapın” demeyin. Dostça ve yapıcı eleştirilerinizi saklı tutmak kaydıyla, onların kendi kararlarını alma yeteneğinde olduklarını kabul edin. Aksi durum, “bize demokratik ve solcu genel valilik” yapma anlamına gelir. Ki, sömürgeci valileri reddeden Kürdler dostluk ve tarihten gelen müttefiklik adına bu tür valilikleri de kabul etmezler.

Ayrıca Siz de kabul edersiniz ki bu durum dostluğa sığmaz. Çünkü siyasi dostluk da kardeşlik te eşitlik üzerinde kurulduğunda bir anlam kazanır. 

NOT: Bu yazı Deng dergisinin 95. Sayısı için hazırlandı. Deng dergisinde yayınlanan yazılarımı, dergi Türkiye ve yurtdışında okuyucuya ulaştıktan sonra sitelere gönderiyorum. Ama bu kez dergi çıktıktan hemen sonra sitelerde de yer alacak. Çünkü yazı yerel seçimlerle de ilgili ve okuyucunun eline geçmesini beklemek, yazının sitelerde seçimlerden sonra yayınlanması demektir. Bu sefere mahsus olmak üzere, bu yazı Deng’in çıkmasıyla birlikte sitelerde de yayınlanıyor. (MT)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89