• BIST 9915.62
  • Altın 2440.177
  • Dolar 32.4575
  • Euro 34.7559
  • İstanbul 13 °C
  • Diyarbakır 15 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 15 °C
  • Berlin 9 °C

Bekaroğlu: Erdoğan 3. Abdulhamit gibi

Bekaroğlu: Erdoğan 3. Abdulhamit gibi
Eski RP ve FP Milletvekili, insan hakları aktivisti, psikiyatr Prof. Mehmet Bekaroğlu ntvmsnbc’nin sorularını yanıtladı.

Numan Kurtulmuş’un liderliğinde yürütülen yeni parti çalışmalarında yer alan, eski RP ve FP Milletvekili, insan hakları aktivisti, psikiyatr Prof. Mehmet Bekaroğlu ntvmsnbc’nin sorularını yanıtladı. 

Geçen yılki yerel seçimlerde Saadet Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan ve yüzde 5 civarında oy alan Bekaroğlu, SP’de Genel Başkan Yardımcılığı görevinde de bulunmuştu.

Ancak Bekaroğlu’nun SP ile ilişkileri hep dalgalı oldu. 2004’te başkan yardımcısı olduğu bu partiden istifa etti, Numan Kurtulmuş’un liderliğe gelmesiyle yeniden SP bünyesine katıldı. Parti bir türlü kendisinin umduğu çizgiye gelemeyince, Bekaroğlu yine siyasetten uzaklaştı. Ta ki Numan Kurtulmuş da SP’den kopana dek…

Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’yi Ortadoğu coğrafyasında Müslüman ülkelerin lideri olarak konumlandırmak istediğini belirten Bekaroğlu, Erdoğan’ın bu bağlamda kendisini bir tür “3. Abdülhamit” olarak gördüğünü düşünüyor. Referandumdaki yüzde 58’i de başarısızlık olarak gören Bekaroğlu, “Erdoğan kampanya yürütmeseydi evet oyları yüzde 65’i bulurdu” diyor.

2007 seçimleri öncesinde Ertuğrul Günay ve birkaç arkadaşının, kendisini ve arkadaşlarını AKP’ye geçmek için atlama tahtası olarak kullandığını savunan Bekaroğlu, Haluk Özdalga’nın, AKP’den meclise girdikten sonra, batık durumdaki şirketinin çevre ihalelerini almaya başladığını ve düze çıktığını öne sürüyor.

- Siz Sabah gazetesindeki röportajınızda yeni partinin daha sol ve anti-emperyalist bir duruşa, İslamcı özgürlük anlayışına sahip olması gerektiğini söylediniz. Numan Kurtulmuş’un ise aynı sıralarda şöyle bir tespiti oldu: “Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerin ardından sağ ve sol kavramlarını kullanmak zorlaştı”. Sizin zihninizdeki, solda duran bir partiyle Numan Bey’in tasavvur ettiği parti modeli arasında bir uyuşmazlık var mı?

Yok. Numan Bey şunu söylemek istemiştir: Sol ve sağ kavramları bütün dünyada, ama özellikle de Türkiye’de, bundan 20 sene önce ifade ettiklerini etmiyor. Zaten Türkiye’de İdris Küçükömer’in dediği gibi sol ve sağ kavramları hep problemliydi. Sokaktan muhafazakâr bir vatandaşı çevirip sorsanız sol nedir diye, der ki, “Sol CHP’li, dine saygısız, daha modern, vs.”… Böyle bir imge vardır kafasında. İşin aslı bu değil tabii literatürdeki karşılığına baktığınız zaman.

Bir de geçmişte bu kavramlar kirlendi, farklılaştı, anlamsızlaştı. Bu kavramları dile getirdiğinizde söylemek istediğinizden daha farklı bir yere insanlar sizi yerleştirebiliyor. Dolayısıyla Sayın Kurtulmuş’un “bu kavramlarla kendimizi ifade etmeyeceğiz” demesini anlıyorum. Ama eşitliği, adaleti, özgürlüğü kim öne çıkarır diye baktığınız zaman, bunlar sol politikalardır. Daha çok piyasadan, sermayeden yana olanlar da sağ partiler. Biz piyasadan, sermayeden yana olmayacağız. Böyle bir siyasi parti fikri bende hiç yok, Numan Kurtulmuş’ta da yok. Ben kendimi hâlâ İslamcı görüyorum.

- Tanımlar mısınız, 2010 dünyası ve Türkiye’sinde İslamcı olmak nedir?

Bana göre şu; bugün kapitalizme, emperyalizme, Amerika’nın bu coğrafyadaki varlığına direnmek… İlk anladığım şey bu. Bu bayrak Müslümanların elinde. Bu geniş bir cephe tabii, “ben ABD’nin siyasetlerine karşı çıkıyorum, İslamcıyım” dediğim zaman bu “Taliban’ın siyasetlerini benimsiyorum” anlamına gelmiyor. Bu bir. İkincisi, bir medeniyet iddiası taşımak. Bugün piyasa ekonomisi dediğimiz; bir uygarlık, yaşam tarzı, dayatma biçimi. Bunun karşısında duruyoruz.

Bu uygarlığın içeriğine bakalım: 24 saat televizyonlarda akan haberlerde, ekonomi programlarında, gazetelerin başlıklarında neler var. Rekabet, endeks, borsa, kâr, kriz, faiz; bunlar var yani. Başka da bir şey yok. Bir mahkeme ciddi bir kararı vermeden önce “ben bu kararı borsa kapandıktan sonra açıklayayım” diyor. Bu yaşam biçimini dayatan bir uygarlık var. Bunun karşısında merhamet, insanlık, değerler, alınteri gibi kavramları öne çıkardığınız zaman bir duruş belirliyorsunuz. Ama bir de, herkes soracaktır; daha önceki İslamcı partilerden ne farkınız var?

- Ondan önce ben şunu sorayım; şu ana kadar anlattıklarınız arasında bizatihi İslam’a dair, Müslümanlığa dair bir şey yok. Belki kapsayabilir ama rengini veren şey yok…

Zaten öyle bir şey olmayacak. Ben kültürümü, temel referanslarımı, itirazlarımı İslam’dan alıyorum. Siyaseti tanımlarken de buradan tanımlıyorum. Ama Kur’an ne parti programıdır ne anayasadır. Böyle bir şey değildir yani, kutsal kitaptır. Böyle bir şey olması da gerekmiyor.

Bir de, Sayın Kurtulmuş güzel ifade ediyor; Karunlaşmayacağız, Firavunlaşmayacağız diyor. Yani baskıcı olmayacağız. Milletin hakkını, hukukunu, parasını gasp edip büyük zenginlikleri kendimizde toplamayacağız. Ve bizim İslamcılığımızın ayırt edici özelliği olan bir şey söylüyor: Belamlaşmayacağız. Belam İslam literatüründe bilgisini iktidarın emrine veren, onu çıkar amacıyla kullanan bilimadamları, bilgi sahipleri anlamına geliyor. Yani Kur’an’ı, İslam’ı, Müslümanlığı, dince kutsal olan şeyleri değerlendirerek, kullanarak; onları iktidar devşirmenin aracı hâline getirmeyeceğiz. İktidarda kalmanın aracı hâline getirmeyeceğiz. Kimsenin, iktidar olursak, yapacağımız yanlışları dini kullanarak meşrulaştırmasına izin vermeyeceğiz.

- Şu ana kadar hep negatif tanımlarda bulundunuz, yani ne yapmayacağınızı söylediniz. İslamcılığınızın pozitif tanımlarına gelirsek…

Biz Müslümanız. Ama Müslüman olmayanlarla da biraz sonra tanımlayacağım çerçevede siyaset yapabiliriz… Ben Müslümanım ve benim anladığım din diyor ki; “fitne” ortadan kalkana dek mücadele edin, siyaset yapın, gayret edin. Fitne nedir? Bir; can güvenliğinin olmaması, iki; açlık, üç; özgürlüğün olmaması. Bizim siyaset yapmamızın amacı toplumda güvenlik ortamını tesis etmek, insanların onurları kırılmadan karınlarının doyması, tabii bu kavramı da genişletmek lazım… Belli bir refah düzeyini kastediyoruz. Ama onurları kırılmadan, yardım paketleriyle falan değil. Üç; bütün insanların özgür olmaları. Düşünceleri, kanaatleri, inançları, her ne ise. Neye inanıyorlarsa, nasıl yaşıyorlarsa o konuda özgür olmaları. Hiçbir baskı altında olmamaları.

Programımızı bunların üzerine kuruyoruz ve bunu da, ben kendi adıma konuşayım, Müslüman olduğum için yapıyorum. İslamcılığım da burada, bu kadar yani. Öyle sanıyorum ki başka dinden olan da, olmayan da, birçok insanın ortak siyaset zeminini teşkil edebilir bu anlattıklarım. Zaten siyasetin başka bir konusu da yoktur bence. Bir devletin meşruiyeti vatandaşlarının hepsine eşit bir biçimde güvenlik, refah ve özgürlük sağlamasından gelir. Siyaseti bunun için yapmayı düşünen, planlayan herkesle de beraber siyaset yapılabilir. Bir Müslüman olarak din de benden bunu istiyor. Türkiye’de kimlikler üzerinden saflaşan bir siyaset var, çok kötü bir şey bu.

- Siz bunu kırmak mı istiyorsunuz?

Bunu kırmak istiyoruz. Bu, Türkiye’nin gerçek sorunlarının gündeme gelmesini ve çözülmesini engelliyor. Dindar, laik, Kürt, Alevi olup olmama… Bunların üzerinden siyaset yapılıyor ve bu Türkiye’ye zarar veriyor. Siz hiç CHP ile AK Parti’nin bir seçim öncesinde neo-liberal politikaları, özelleştirmeleri, çalışma hayatında esneklik diye yutturulan taşeronlaştırmayı, sendikasızlaştırmayı; bunları tartıştıklarını gördünüz mü? Mesela CHP’nin bunlara itiraz ettiğini gördünüz mü? Kürt siyaseti Kürt milliyetçiliği üzerinden yürütülüyor, MHP de Türk milliyetçiliği üzerinden, şehit filan bunların üzerinden siyaset yapıyor… Bunları kıracağız. Bunları kırmazsak, dünya kadar parti var, o partilerden biri oluruz.

Tepeden inme, modernleştirici, dönüştürücü, Batılılaştırıcı, tektipleştirici, dışlayıcı politikalara karşı 1950’den beri fırsat buldukça Türkiye halkı bir tepki veriyor. Ve bu tepki sağ politikaları, sermayeye yakın politikaları yürüten iktidarlar tarafından kullanılıyor. Halkın tepkisinden istifade ediyorlar. DP bunu yapmıştır CHP’ye karşı. Demirel bunu yapmıştır, Özal bunu yapmıştır. Erdoğan da bunu yapıyor.

Erdoğan bu son referandumda yüzde 58’i başarı olarak gördü ama, ilk defa kendi kendini düzenleme şansı yakaladı bu millet, yüzde 70 olması gerekirdi. Tayyip Erdoğan bu konuda başarısızdır bence. Belki de kampanya yürütmeseydi yüzde 65 alacaktı, bilemeyiz. Yanlış kampanya yürüttüğü için yüzde 58 aldı. Neyse… Sürekli olarak sağ partiler bu oyları alıyor, bu insanların itirazları var, talepleri var, daha çok söz almak istiyorlar, değerlerine saygı gösterilsin istiyorlar, çocukları başörtüsüyle üniversiteye gidebilsin, memur olabilsin istiyorlar, ekmek adaletli bir biçimde bölüşülsün… Böyle talepleri var. Ama sağ partilerin tamamı topladıkları bu oyu sermayenin lehine kullanmışlardır. İşte, Türkiye’de devlet eliyle zenginlikler dağıtılır, bunlar da kendi yakınlarına toplamışlardır, ihaleleri kendilerine vermişlerdir. İktidarı sermaye biriktirmenin aracı olarak görmüşlerdir, kullanmışlardır. Ve kararlarını da bu güçlerin çıkarlarının doğrultusunda almışlardır.

Topladıkları oylarla devşirdikleri iktidarı sermayenin çıkarları için kullanıyorlar. Ben o ayrımı da kabul etmiyorum; işte merkez sermayesi, TÜSİAD, İstanbul… Bunların karşısında ise Anadolu… Ben bu ayrıma gülüp geçiyorum. Sermaye birdir, kuralları aynıdır. TÜSİAD üyesi de MÜSİAD üyesi de kriz koşullarında maliyet düşürme diye bir şey gündeme geldiğinde işçi çıkarır. O nedenle hiçbirini farklı görmüyorum. İktidarlar da, AK Parti dâhil, muhafazakâr kesimden oy almışlardır, halk kitleleridir bunlar. Kadıköy’den Moda’dan oy almadılar, varoşlardan, Ümraniye’den Sultanbeyli’den topladılar oyları. Ama sermayenin çıkarlarının lehine kararlar alıyorlar.

İki grup Müslümanlık var. Bir; sermayenin, gücün lehine kararlar alan Müslümanlar. İki… Devlet zayıf olanlar için vardır kardeşim. Zengine devlet gerekmiyor ki. Güçlüye devlet gerekmiyor ki. Malını bile kendi özel korumasına bekletiyor, o da özelleştirildi. Devlet bana gerekiyor, sokaktaki insana devlet gerekiyor. Çalışana gerekiyor, o çalışmayınca aç kalıyor. Açlıkla tehdit ederek sigortalı olma diyor. Açlıkla tehdit ederek her sene işten çıkarmayı onayla diyor. Kıdem tazminatından vazgeç diyor. O da mecburen imzalıyor. Yoksa evine ekmek, çocuğuna süt götüremeyecek. Devlet o insanı korumak için vardır. İşte biz İslamcı kökenden gelenler olarak devlet gücünü zayıf olanların lehine kullanacağız.

Serbest piyasa diye bir şey yok. Serbest piyasa diye bize yutturdukları şey, devlet gücünün, güçlü olanların lehine, sermayenin lehine kullanılmasıdır. Bu son krizde ne yaptılar? İnsanlardan topladıkları milyar dolarları bütün dünyada sermayedarlara aktarmadılar mı? Cip metaforum da o. Ben orada iki tip Müslümanlığı gösteriyorum insanlara. Otobüs durağında, poyraz esiyor, eskice bir pardösüsü olan, iki çocuğunu pardösü altına saklamaya çalışan başörtülü kadın… Otobüse binemiyor, kalabalık, ezileceğim diye korkuyor, gidip gidip geliyor… O esnada, otobüs gibi kocaman bir cipin içinde, pahalı deri çizmesiyle türbanlı başka bir kadın, çamuru da atarak geçip gidiyor. Böyle bir şey var bu toplumda. Din zenginleşmenin, gösterişin, israfın aracı olamaz. Böyle bir Müslümanlıkta ben yokum. Bu resmi çekip bunu topluma göstereceğiz kardeşim. Bütün bu sağ partilere 1950’den beri oy verenlere bunu göstereceğiz.

- Bu söylediklerinizle Kılıçdaroğlu’nun “Bunlar siyaseti zenginleşme aracı olarak kullandılar” eleştirisi arasında bir paralellik görüyorum…

Kusura bakmasın kimse ama Kılıçdaroğlu çok inandırıcı gelmedi millete. Bu kanaatteyim. Özgürlüklerle ilgili çıkışı çok inandırıcı gelmedi. Yani söylemlerde bir benzerlik olabilir. Biz de Erdoğan’a “Bu ne kardeşim, Burhaniye Emniyet Mahallesi’nden Kısıklı villalarına çıktın, bu nedir? Niye bu toplumdan ayrıldın?” diye sorabiliriz. Ama bunu Kılıçdaroğlu sorduğu zaman muhafazakâr kesimlere inandırıcı gelmiyor. Hatta şuraya kadar gidebiliyor; “Sen bizim değerlerimize, dinimize karşısın, çocuklarımız okula gitmesin diye gayret göstermişsin, şimdi de böyle konuşuyorsun. Olsun, biraz da bizimkiler yapsın” gibi bir görüşe bile yol açabiliyor. O söyleyince “siyaset için yapıyor” diyorlar. Ama bizim söylememiz farklı. Biz buradan, içeriden söyleyeceğiz bunu.

Ben bunu yaptım seçimde de. Bir fabrikada işten atılmış işçiler vardı. Sünni, Alevi, Türk, Kürt, başı örtülü, açık… Hepsi vardı. Senin başının örtülü olması işten atılmanı engelledi mi? Demek ki mesele bu değil.

- Sosyalist solu partinize davet edecek misiniz?

Valla başkalarını kurumsal olarak davet edip etmeme meselesi üzerinde şu anda durmuyoruz. Biz ilkeleri koyacağız. Herkesle birlikte siyaset yapabiliriz. Türkiye’de ‘sol’ ile ‘dindar’ karşılaşmaları çok sorunludur. Türkiye Kanlı Pazarlar, Yeşil Kuşaklar yaşamıştır. Türkiye’nin bu Müslüman halkını emek diyen, Altıncı Filo’ya karşı çıkan, “kahrolsun ABD, emperyalizm” diyen insanların karşısına dikmişlerdir. Şimdi biz bizzat diyoruz “kahrolsun ABD, kahrolsun emperyalizm” diye…

- Öyleyse bir tür “büyük buluşma” projesi mi yeni parti?

Elbette böyle bir iddia taşıyabiliriz ama biz bu işin çok kolay olmadığını biliyoruz. Yıllardan beri örülmüş duvarlar var. Hem muhafazakâr, dindar tabanda var. Hem de sosyalist kesimde yerleşmiş ezberler, kanaatler var. Dolayısıyla bunların hemen çok kolay aşılabileceğini sanmıyoruz. Ama bunun yapılması gerekiyor. Türkiye’deki mevcut saflaşmalar yanlış saflaşmalardır. Türkiye’de Türk-Kürt, dindar-laik saflaşması yerine kaliteli eğitimin nasıl olacağının tartışılması gerekiyor. AK Parti çıkmalı, “özel rekabetle olmalı, böylece kaliteli eğitim olur” demeli, ben de “devlet bütün yurttaşlara bu konuda eşit hizmet vermeli, devlet bütün kaynaklarını kaliteli eğitime yatırmalı” demeliyim. Onlar da biz de tavrımızı koymalıyız, siyaset bunun üzerinden olmalı.

Türkiye siyasetindeki büyük boşluğu dolduracak üçüncü bir parti CHP ve AK Parti’nin de netleşmesini sağlayacaktır. Bakın mesela bu AK Parti nasıl bir parti? Kurulduğundan bu yana amorf bir parti. Sermayeden yana mısın garibandan yana mı? Bir bakıyorsunuz işçiyi işsizi konuşuyor, bir bakıyorsunuz “Ne demek yabancı sermaye? Küresel sermaye diyeceksiniz ona”, “babalar gibi satarım” diyor. Nedir yani? Ona “yerin neresiyse oraya git” diyecek bir parti yok. Böyle bir üçüncü parti kuruluyor. Biz iyi organize edebilirsek tabela asacağız diye düşünüyorum. Bu süreçte bulunursam bunun organize edilmesine katkı sağlarım diye düşünüyorum.

- 2007 seçimleri öncesinde Ertuğrul Günay’la ortak çalışmalarınız vardı, sonra o iş olmadı. Olmamasının tek sebebi Günay’ın AKP’ye gitmesi miydi?

Sayın Günay ve arkadaşları ile bizim arkadaşlarımız, şu ana kadar konuştuğumuz gibi şeyleri konuşuyorduk. Aylarca konuştuk, bir yere gelmişti; nasıl devam etmeli, seçimlere girilebilir mi girilemez mi vesaire… Bunları konuşurken o meşhur 27 Nisan e-muhtırası geldi. Sonradan öğrendik ki bundan önce de temasları varmış Günay ve arkadaşlarının AK Parti ile. Bilmiyorduk tabii bunu. Maalesef Günay ve arkadaşları bizi atlama tahtası olarak kullandılar. AK Parti’den de teklif alınca, 27 Nisan da bahane oldu, demokrasi memokrasi diye gittiler. Günay Bakan oldu. Haluk Özdalga TBMM Çevre Komisyonu Başkanı oldu. Tempo Altyapı, Sayın Haluk Özdalga’nın firması, batmışken şu anda gayet de güzel bir şekilde gidiyor. Bütün çevre ihalelerini onlar alıyor.

Ama zamanında çok heyecanlı bir şekilde konuşuyorduk. Çok solcu arkadaş vardı, İslamcı vardı, başka kesimlerden insanlar vardı… “Böyle bir boşluk oluşacak, biz buraya yönelik bir siyaset yapalım”… Biz samimiydik. Onlar, üç beş kişi, aslında kendi arkadaşlarını da bırakıp gittiler. CHP’de birlikte mücadele verdikleri ve daha sonra bizimle beraber çalışmaya başlayan çok sayıda insan vardı.

- Gülen Cemaati ile ilişkileriniz nasıl olacak?

Şu cemaat veya bu cemaatle ilişkiler diye bir alt-başlığımız yok. Kurumsal yapılar varsa bunları da inkâr edecek değiliz, Türkiye’nin gerçekleri… İlkelerimiz çerçevesinde görüşürüz ederiz. Ama bir cemaatin toplu desteğini almak falan, bunlar yanlış şeyler. Gülen Cemaati ile ilgili söylenenler, görünen o ki; bu bildiğimiz, klasik cemaat görünümünü aşmış, üst tarafı örgüt alt tarafı cemaat… Böyle bir görüntü arz ediyor. Ve iktidar arayışları var. Bunlar doğru şeyler değil, biz bunlara sempatiyle bakmayız. Bunlara derken insanları kastetmiyorum, bu tip işlere sempatiyle bakmayız. Derin devletin tasfiye edilmesi gerekiyor, el değiştirmesi değil.

- Son sorum… Yeni Harman dergisine yazıyorsunuz. Sosyalist, devrimci bir dergi. Oradaki son yazınızda “ABD Erdoğan’ı gözden mi çıkarıyor?” diye bir sorunsal üzerinden gitmişsiniz. Sizce AKP hükümeti İsrail hükümetiyle olan sürtüşmesinden yenik mi çıktı?

Yeni Harman’da yazıyor olmak benim için çok anlamlı, önemli. Öteden beri tanıdığım arkadaşlar, derginin başındaki Başar Başaran, böyle bir şey teklif ettiler… Seve seve yazıyorum. Sosyalist bir dergi olması daha da anlamlı benim için. Erdoğan, her türlü uyumlu çalışmasına rağmen, çok öngörülebilir bir siyasetçi değil. Siyaset yaparken iç politikayı da dikkate alıyor. Yazılı konuşurken tamam, ama irticalen konuşunca bilinçaltı ortaya çıkıyor.

Bana göre Tayyip Erdoğan kendisini 3. Abdülhamit olarak görüyor. 2. Abdülhamit’i örnek alıyor. Kendi gündemi mevcut, her tarafı idare ediyor. İyi şeyler yapıyor kendine göre. ABD’nin bölgedeki saldırıları vicdan olarak onu rahatsız ediyor. Çok profesyonel değil bu konuda. Kafasını yastığa koyunca bunların sıkıntısını çekiyor diye düşünüyorum. Söz gelimi Abdullah Gül gibi, öngörülebilen, diplomasi yapabilen bir insan değil. ABD’nin egemenlerinin en azından bir kısmı için Tayyip Erdoğan çok ideal bir partner değil.

İsrail’le ilişkilerde çok popülist bir çizgi izledi. Ona yüklenen rolü de oynayamadı bence. “Ilımlı” bir Müslüman, “ılımlı” bir siyasetçi rolü… Müslümanlara örnek olacak ama aynı zamanda İsrail’i de ılımlılaştıracak bir proje uygulanırken bazı yol kazaları bunu bozdu. Erdoğan mesela İsrail’deki Likud hükümetinin, şahinlerin zayıflatılması rolünü üstlenemedi, götüremedi. Mesela 2-3 sene önceki İsrail’le Suriye arasındaki görüşmelerdeki arabulucu rolünü kaybetti. O rolü kaybeden bir Tayyip Erdoğan partner olarak çok değerli değilmiş gibi geliyor bana.

3. Abdülhamit benzetmem de; Türkiye’nin liderliğinde bir İslam birliğini gerçekleştirme ve kimseyle kavga etmeden de bunu yönetme arzusundan… 2. Abdülhamit de İngiliz’le, Fransız’la, Rus’la, hepsiyle konuşuyordu falan… Ve İslamcı muhayyilede Abdülhamit çok önemlidir yani. Tayyip Erdoğan da kendisini biraz öyle görüyor.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89