Geçtiğimiz günlerde Japonya’da 8,9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Deprem ve ardından oluşan tsunamide binlerce kişinin öldüğü, binlerce kişinin de kayıp olduğu bildirildi. Japon hükümeti, deprem ve tsunami felaketinin yol açtığı doğrudan zararın trilyonlarca yen (185-309 milyar dolar/138-217 milyar avro) olacağını söylüyor.
Ve yüzyılın en büyük depremlerinden biri olan bu depremde zarar gören Japonya'daki Fukuşima nükleer enerji santralindeki durum, nükleer güvenlik konusunda küresel çapta hala kaygı verici. Hasar gören nükleer santralinden havaya karışan radyoaktif madde içeren bulutlarının Avrupa kıtasına ulaşması ile birlikte Türkiye’nin de risk altında olduğuna dikkat çekiliyor. Lakin bu memlekette bunu önemseyen kimseler az.
Ülkemizdeki anlamsız-sorumsuz kalabalıkların varlığına rağmen, BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın mecliste yaptığı konuşma aklı başında birinin yapabileceği bir konuşma idi ve çok önemli tespitlerle doluydu.
Uras konuşmasının bir yerinde: ‘‘… Bütün dünya Japonya'daki patlamayla ilgilenirken, oradaki serpintinin bir ay içerisinde Avrupa'ya geleceği beklenirken, bizim ele aldığımız konulara baktığımızda tuhaf bir günlük siyasetin peşine takılma hâli var. Japonya'daki deprem, hayat felsefemizle ilgili bütün paradigmaları altüst etmiştir. …’’ diyordu.
Çok haklıydı Uras. Bütün bu kaygı verici durumlar yaşanırken. Bizim ahali tuhaf bir günlük siyasetin peşine takılmış gidiyor. Hele birde seçim arifesindeyiz ya, hepten kendilerini kaybetmiş bir haldeler. Bu ülkenin insanında bu anlamsız ruh hali hiç eksik olmadı…
Uras’ın sözlerinden sonra daha çok düşünmeye başladım. Çok şey gelip geçti kafamdan. Geçmiş ve gelecek, varlık ve hiçlik, yaşam ve ölümle ilgili yıkılan ve dirilen sayısız düşünce… Yazamadım. Bu anlamsız politik atmosfer içerisinde farklı bir şey yazmak zordu. Böylesi bulanık bir atmosferde neyin nasıl yazılacağı bilmek bir yana, susmak en iyisi. Herkes kendi anlamsız ruh hallerine denk düşecek şeyler görmek, duymak ve okumak hevesinde çünkü.
Görünen o ki, bu küresel felaketlerle birlikte çoğu paradigma altüst olacak. Buradan hareketle şunu söylemek gerek: yeni bir dil, yeni bir düşünüş, yeni bir paradigmanın olması kaçınılmaz... Aksi takdirde bu karanlık girdabın içinde anlamsızca dönüp duracağız. Geri dönüşü olmayacak bu geçen zamanın ve kaybettiklerimizin bir telafisi olmayacak asla.
İnsan da tabiatın yalnızca bir parçasıdır.
Oysa biz sanıyoruz ki, bu evrende yalnızca biz yaşıyoruz. Evren yalnızca bize ait ve her şey bizim için yaratılmıştır. Fütursuzca savuruyoruz her şeyi. Yaptıklarımızın kimsenin görmediğini ve yanımıza kâr kaldığını düşünüyoruz. Bana ne başkasından, ben rahatım, karnım tok, günlük hayatımı sürdürüyorum ya; çöpümü sokağa atarım, en son model arabamın eksozu ile havayı kirletirim, kanalizasyonu denize dökerim, nükleer silahımı üretirim, istediğim yeri bombalarım... Böyle düşünüyor, böyle inanıyor, böyle yaşıyor çoğunluk.
Böyle düşünmekle de haklılar kendilerince. Fiziksel dünyayı bu şekilde organize olmuş görüyorlar. Ayrıca Newton’un fiziği, Descartes’in felsefesi, Aristo’nun mantığı bu bakışı destekler bir mahiyettedir.
Oysa bu fiziki dünya algısı, insanın ancak kendi algılama gücü kadarlık bir perspektif genişliğine sahip olmasından kaynaklanıyor. Bu algı yanıltıcı ve yüzeyseldir.
Ya gerçek nedir?
Gerçek daha ince sınırlarda saklıdır. Anlamak için daha farklı bir gözle bakmak gerekiyor. Dünyayı görünmez iplerle birbirine bağlı bir ağ ve bütün öğeleriyle birlikte varolan hareketli-canlı bir bütünlük içinde ele almalı…
İster sosyopolitik düşünün, ister ekolojik bir duyarlılık ile düşünün, ister bilimsel varsayımlardan hareket edin sorunlarımıza yaklaşımımızın geleceği yer burasıdır.
Gerçek şu ki, bilinmezlik örtüsü ve kontrolümüz dışına çıkan, birbiriyle bağlantılarını bir türlü algılayamadığımız bu ağın doğurduğu etki ve tepkilerin hayatımızda her an var olduğudur.
Japonya’da yaşanan bu felaket, bir şeyleri sil baştan düşünmek gerektiğini hatırlattı. Aslında teknolojik gelişmeler bindiği dalı kesercesine anlatıyor bize bazı hakikatleri. Anlayana…
Kuantum fiziği atomun derinliklerine yolculuğa çıkmış. (Evrendeki) farklılıkların arkasında yer alan bir ortak paydanın var olduğunu işaret ediyor. Şu garip sonuca ulaşmamıza neden oluyor; "evrendeki bütün parçacıkların, kendilerini birbirlerinden ayıran mesafeye bakmaksızın, aynı anda ortak bir bilince sahip oldukları anlamına gelmektedir". İzafiyet teorisi, zamanın ve mekânın bizim algıladığımızdan farklı olduğunu söylüyor.
Bu kadar mı, hayır... Hologram teorisi, her birim, bütünün bilgisini kendi içinde taşır ve barındırır, diyor. Yani her ‘varedilmiş’ olan, aslına o ‘bütünün’ kendisi... Aradığımız çözümün kendi alanı dışındaki bölgelerde olabileceği ihtimali üzerine düşünmemizi istiyor…
Bütünden uzaklaşmış, yabancılaşmış birim(insan) bütüne geri dönüşün, bütüne tekrar entegre olmanın sancısını yaşıyor. Kendi dar algısı içinde var olmuş gerçekliği hakikatin tamamı olarak anlamaya ve diretmeye çalışıyor. Bu yüzden varlığı bütüne bir anlam katmıyor artık. Eğreti bir varoluş biçimi sergilemekte...
Doğada, toplumsal hayatta, bazen de kişisel hayatta ortaya çıkan birçok durum yeterince derinsel anlaşılmadığı için doğru gelecek ve bütünlük ıskalanıyor...
Böyle sürüp gitmeyecek.
Özetle insan yeryüzünde ektiğini biçiyor. Pişmanlık ve özür hiçbir şeyi telafi etmiyor. İyilik de, kötülük de dönücüdür. Gelip sahibini bulur sonunda. Bir dönüm noktasının eşiğindeyiz… Çevreyle kuracağımız doğru bir iletişim geleceğimizi belirleyecek. Ekolojinin, teknolojinin, varoluş amacımızın manasını daha doğru kavramamız gerekiyor; doğru olan geleceğimize ulaşmak, yepyeni ufuklar açmak adına...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.