• BIST 10891.42
  • Altın 2529.106
  • Dolar 32.8951
  • Euro 35.7068
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 19 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 19 °C

Sidarta…

Ersin Tek

‘‘Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini ithakaların.’’  (Konstantinos Kavafis) 

İncir ağaçlarının gölgesinde, yokluk ırmağının kıyısında oturup ağlaştık seninle. Büyük oyunun içinde tutsak kaldı tebessümümüz. Siyah gözlerine dolan o koyu hüzünler. Govinda’nın dilinde parçaladın düşüncenin yollarını, sözlerin sözünü. Irmağın akışına bıraktın muhacir duygularını. Sessizlik alnının kıvrımlarında yıkandı. Parlak ruhunda birleşti Atman’ın kayıp esintileri. Susuz dudaklarında büyüdü rahibin ham çığlıkları. 

Sidarta, anne ve babanın içinde kabaran saklı coşku idin sen. Kentin caddelerinde yürüdün, genç kızların kalbinde aşk ıslıklarını bıraktın. Ama neye yarar ki? Senin istediğin bunun uzağında bir şey. Sesinin içinde, ruhuna ışık veren aklın yürüyordu. Yeteneklerin vardı, köklerini yutamayacak kadar masum ve acizdi yeteneklerin. Şatafatlı sözlerin ne sahibi oldun, ne de düşkünü. Dünya elinin tersiyle karanlıklara itilmişti. Sen bir yıldız iken, yerlerin düzenbazlığına kanmayacaktın. Sen, binlerce bir’in içinde olmayan ‘bir’in bendesi olmalıydın. Olmayacaktı sana has bir hazzın, bu yaratılmış içinde uzak bir bahçe olarak kalacaktın. Tozpembe yolların, mavi gölgelerin saracaktı herkesi, her şeyi. Dilâsâ şehirlerin. Sefile. Eriyen dallarında büyüyen rüyaların vardı. 

Sidarta, herkes seni böylesine sevecekti. Sana ait olmayan şeyleri emeceklerdi senden… Herkeste, sende tutunan bir adak olma arzusu vardı. Ama tutunamayanların nefesinden bir nefestin sen. Rig-Veda dizeleriyle damlayan bir tedirginlik, bir düşle yaratılmıştın. 

Sonra her şey karanlık bir silûet olarak göründü sana. Kabuğun sana dar gelmeye başladı. Kırmalıydın kabuğunu. Kabuğun, bilgiyle dolmayacaktı bir kere… Bilginin suyu arındıramazdı susuzluğunu, aklın bir şifa olamazdı ruhun açlığına. Nerde bulacaktın Atman’ı?  

Upanişad’lar söylerdi sana: ‘ Senin ruhun bütün dünyadır.’ Heyhat! Seni örten bir anlamsızlık vardı. Bütünün içinde yitik bir uyku idin sen... Yitik uykuna dolan Atman olmalıydı sadece. İçine rüyalar nüfuz etmeliydi bu uykunun. Aydınlık sularda sürüklenen rüyalar… Rüyalarda saklı hazinen vardı. Nerede korkunç uyanıklığın ateşi? Yaşamı körükleyen ‘ben’ nerede? 

Günahların her gün sende arınırken, diğerleri günahlarla arınıyordu Sidarta. Öz, onların köklerinde akmıyordu. Kurutulmuştu köklerinde öz’ün. Gerisi hep aldanmaktı, hep kaybetmekti. Ben’in lâbirentinde yanlış yola saplanmaktı. 

Brahman’ın adını kim bilebilirdi? Kim yükselebilirdi, o adın kıyılarına? İsmini bilemediğin bir yere erişmek, susuzluğun ilk adımı. Bu engin isme yükselme hüneri yoktu kimsede. Söndürülemeyecek bu ummana atılan oklar. Düşünen ruhun yayından çıkan oklardır bunlar. Kimse bil(e)mez nereye varacağını… 

Sidarta, dervişin çırılçıplak yüreğinde alazlanmış yalnızlığın, adanmışlığın adı idin sen. Omuzlarında yanan; kan ve aşk. Benzi solmuş görev duygusundan öteye varan düşüncelerin ağırlığı idi, içinde debelenen. Kahredici duygular sürükleniyor dostun ardında. Durup yorulmak yok! Sürükleneceksin bu yokuşta. Karanlık içine varacaksın, mutluluğu burada aramalısın. Avuçlarının içinden yıldızlar kayıp gidecek her an. Öfkeli sözlerin, ağzının içinde kırılacak. Beklemeyeceksin… Akıp gideceksin ruhun penceresinden. 

‘Öleceksin Sidarta.’ Hayalin öpücüklerini hissedeceksin her adımında. Geri dönüşü yok bu hayalin. Sabahın karanlıkları titreyen dizlerine çekilecek, barınamayacaksın hiçbir yerde. Dostun sadakatinde varacaksın gölgenin bile öldüğü yere… 

Sidarta; ruhun duvarının yıkılışını izle. Tevekkülün ardı sıra, sessiz bir yürüyüş içinde. Sonsuzluğun yolunda, omzundan sarkan urba; bir parça kefen… 

Sidarta yürüdüğün yollara tiksintin boşalıyordu. Güzelliğin aldatmacasıydı bütün gördüklerin. Yalan. Hayatın çürümüş bir halde ilerliyor, bunca çürümüşlüğün içinde. Yaşamak; işkencesi bu yolların… Tek hedefin; arınmak benliğin bütün arzularından, sıyrılmak ben’in kafesinden; Yenilgiye uğratmak tüm benleri… Zamanın içinden akıp gitmek, yabancı öz’ün gizemli gerçekliğine… 

Varlığın öz’üne acı yağmurlar yağıyor Sidarta. Kızgın gökler bile ısıtamıyor senin içini. Dikenli çalılar batıyor canına, kan ve irin fışkırıyor ısırıklarından. Rahat döşekler senin neyine Sidarta. Benliğini yakmalı her şey. Bir tek acı inlemen kalmayana dek olmalı bütün bunlar. Sustur kalbinin atışlarını, söndür içindeki bütün nefesleri… Bilmelisin her şeyi, benliğinden sıyrılmayı… Kuşların kanadına nüfûz eden demirden seslerin, dağların ardına çekilmiş ölümlerin… Cesedin toprak tutan yanından süzülüp uçmalısın uzaklara. Kurtuluşun doğumu böyle olacak. 

Duyuların aldanışlarını ezmelisin Sidarta. Kaçıp kurtulalım tükenişin oyunundan. Acılardan kurulu, ölümsüzlük türküsünü bağıralım. Hafızamıza sinmiş yabancı ölümleri öldürme vaktidir. Açlığın taşlarını savur ateşimize, uçurumlara kanat ger… Çıkışın yollarını gör ve anlamı düşür derinlerimize Sidarta. Düşüncemizin damarlarına, özümüze işle kendini. Geri dönüşün içindeki kaçmayı öğrenmek zor, biliyoruz. Her defasında yine ’ben’ olarak kalmak, ne acı bir son… Çıkmaz sancı… 

Kader; umutsuzluğun son sığınağı… Hayatın anlamsızlığına karşı bir uyuşturucu bütün yüzler, bütün konuşmalar… Yaşamın sancılarını duymazlıktan gelemezsin Sidarta. Çıkmaz dolap… Dostun sözlerinde dönen benliksiz basamaklar, açlık kokan sorular... 

Öğrenmek diye bir şey yok. Bilmenin hep uzağında kalır öğrenmenin yolları. Çaresizlik değişmez kederidir tüm düşüncelerin. Acizlik sarmıştır her şeyi… Her yerde olanı görememek acı veriyor Sidarta. Bilincin karanlık duvarları arasına sıkışmış insan. Ne acı! Korkular salınıyor yaban kıyılarımıza… Korku ile arınan varlığın tek feryadı; dua… İçimdeki tüm kutsalları yıktın Sidarta. Mutluluk sözcükleri suskun bir halde… Geriye ne kalacak Sidarta? Söylentinin içinde yanıp tutuşan inanç… Aşktan daha mı zayıf kalıyor inancımız? Konuş Sidarta. Acılar… 

Buda, söylentiler ülkesinde söylenen özlem. İyi kötü ne varsa tüketildi, o övülmüş adında. Bir veba salgını sözler, kalabalıklar. Hastalığımız daha da ilerliyor Sidarta. Gel kaçalım, o ismin yüceliğine… Bu ayartıcı yükten kurtulalım bir an önce. O bir ‘an’ın içine varalım. Yoksunluk gecelerini terk edelim. Dirilişin nefesi yayılsın en ıssız köşelerimize. Acele et Sidarta; bilginin meyveleri çoktan yanıp kül olmuş. Büyüsü bozulmuş tüm gözlerin, felce uğramış düşler kaldı geriye. Tutkular ihtiyarlaşmış, yüreğin üzerine basarak gidelim buralardan. 

Bağırıp çağıraşanları görüyor musun? Bu kalabalıkların içinden geçiyorum. Ormanın sessizliği içimde saklı... Telaşsız bir halde kıvrılıyorum kuytu köşelere. Korkunç inançların, günaha bürünmüş yüzlerin içinde uyanıyorum birden bire. Kalabalıklar, koşuşturmalar… Neyi arıyor, neyi arzuluyor bu kalabalıklar? Sessiz sedasız terk ediyorum bunları. Kendi yolumda yürüyorum. Sanıl benliğimin içine gülümsüyor kaygılarım. Duruluyorum… Huzur ve kargaşa yan yana, bir bütünün parçaları… Mükemmellik. Öne eğilen bakışların içinden soluyorum uçsuz bucaksız seni Sidarta… 

Sidarta; gerçekliğin soluğu… Parmaklarının ucuna kadar dolan gerçeklik. Kentin duvarlarında kayboluyor yüzün. Geri dönüşsüz bir yol oluyor ellerin, kalabalıklara can veriyor dokunuşların. Acının köklerini yaratıyorsun her kelimende. Sonsuzluğa akıyorsun her şeyden öte… Acının aydınlık göğünü kazıyorsun ardındaki yüreklerde. Buda’ya uzanan bir sancının adı; sidarta… Kutsallığın kalbine yürüyen bir yücelikti sadece. 

Uyku girmeyecek benliğine. Zincirlenmiş göğsümde zamanı öldürüyorsun Sidarta. Bir’liğin görünmez akımı içinde eriyoruz. Eriyen ben’lerin içinden yeni bir ‘ben’ sızıyor. Büyük bir boşluk doğuyor. Öncesizlik ve sonrasızlık avuçlarımda yırtılıyor. 

Kanaatlerin çokluğu içinde yıprandı beynimiz. Bütün kanaatleri aşmalı, önemsiz kalıyor hepsi. Önemli olan kanaate susayan gönülleri anlatmak ve de arttırmak. Aramak… Anlatılamaz hiçbir şey. Kendi içinde erdiği acıyı yazamaz, öğretemez hiçbir kimse. Yaşamın sırrı; insanın içinde bağlanmış, dilsiz ve görünmez bir halde… 

Neyi anlatıyorsun? Neyi anlıyorsun. 

Yine de anlatılanın içinde aramalı anlatılamayanı… Ölümsüzlüğün öğretisi yok, öğretinin kendisi bir arayış sadece. Başkalarının kurtuluşu üzerine yargı kuramazsın. O zaman bu birlikteliğin anlamı ne? 

Sende kalırsam kaybederim kendimi! Senden geçerek bulabilirim ‘ben’i… Sevginin büyüsü ile sığınamam yalancı bir sen’e. Geçmeliyim sen’den. Tebessümünü hafızama gömüp de gidiyorum. Bakışlarının içinde çeldiğin aklımın çırpınışlarını bırakıyorum. Gerisi yok… Öylesine özgün yürüyeceğim bu yolları, sen’in bağrımdaki esaretini kıracağım her adımımda. Özüne ineceğim, öz’ün içindeki derinliğin. Tek bir insan görmeyeceğim, gözlerimi kimse kamaştıramayacak senden sonra. Hiçbir kanaat, hiçbir öğreti aklımı çelemeyecek. Benden her şeyi aldın, bundan sonra neyi isteyeyim? Bana çaresiz ben’i verdin, senden başka neyi dilenebilirim ki? İçimdeki sen’e kanmadan sen’den geçmeyi öğrettin bana… 

Sidarta sen’den geçiyorum, ben’e doğru… 

*Sidarta; Herman Hesse’nin bir romanın ismi ve romandaki kahramanın ismi.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89