• BIST 10891.42
  • Altın 2529.106
  • Dolar 32.8951
  • Euro 35.7068
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 19 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 19 °C

Savaş suçlusu olarak tanrıyı yargılamak

Ersin Tek

''Öfkemiz kördür
-en çok da ayna karşısında''
(Oruç Aruoba/ Yürüme)
 

Çok sıcak günler yaşıyoruz. Adım adım iç savaşa itiliyoruz. Ülke bir ateş çemberinin içinden geçiyor. Otuz yıldır süregelen savaşın çok kanlı bir dönemine girdik yine. Her gün yeni çatışma haberleri geliyor. Güne ölümün acımasız yüzüyle başlıyoruz. Savaş uçakları aralıksız dağı taşı bombalıyor. Sivil yerleşim alanlarını bombalıyor. Çocuklar ölüyor, kadınlar ölüyor, gençler ölüyor. Daha çok kan, daha çok gözyaşı dökülüyor. Savaş çığırtkanları yapanlar ekranları kaplıyor. Kıyamet senaryoları havada uçuşuyor. Medya manşet üzerine manşet atıyor. Daha çok kanın ve gözyaşının dökülmesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor bunlar. Ve ne yazık ki bunların sesi daha çok çıkıyor. Süreç şu an onların istedikleri yönde akıyor. 

Ortadoğu bir satranç tahtası misali darmadağınık. Herkes kendi hamlesini yapmanın uğraşında bu aralar. Kimse kimsenin gözünü yaşına bakmıyor. Suriye’yi konuşuyor birileri ama İran’ın yaptığı hamleleri göz ardı ediyorlar. Boş konuşuyorlar. Denklemi yanlış yerinden okuyorlar. İran Türkiye üzerinden oynuyor oyununu. Her hamlesini buna göre yapıyor. Çünkü geleceğinin nasıl bir yerde olduğunu ve nereden geleceğe çıkacağını iyi biliyor. Tarihi çok iyi biliyor çünkü. Bu tahtada nerede nasıl hamle yapılır konusunda derin bir geçmiş birikimi var İran’ın. Kimse hafife almasın bunu. Bu hamleler devleti yönetme sanatının incelikleri ve karanlık yönleri… Kendi yolunu arkadan dolayarak açmayı hedefliyor İran. İşe kandil eteklerine saldırmakla başladı görünüyor. Ama hayır! Öncesinde Asya ve Ortadoğu’da yapması gereken hamlelerini yapmayı ihmal etmedi. Alttan alta yaptı. Kimse görmedi. Sonra bugüne geldi. Yarını bekliyor. Hedef şaşırtacağı anı bekliyor. Geçmişte çok yaptı bunu… İran’ın kandil üzerinden açacağı koridorun sonu nereye varıyor? Buradan kime mesaj veriyor? Ya da kendisine uzanmış hangi tehdidi geri çevirecek bu manevrası? Başbakan neyin sinyalini verdi? Asıl saldırı kime olacak? Yarın bazı komşu ülkelerde olacak bazı gelişmeler hiç de tesadüfî olmayacak. Herkes aynanın yönünü kapatmak veya çevirmek derdinde! Kürtler bu oyunun neresinde peki? Bunu da bazı aktörler tam olarak perde önüne çıktığı zaman göreceğiz. Asıl bloklar belli olduğu zaman göreceğiz bunu, gerçek savaşı ve gerçek amaçları… 

Çok mu uzak bir ihtimal 3.dünya savaşı? Bazı liderlerin suikasta uğraması? Ya da daha farklı ve daha modern vahşet eylemleri? Her yer çalkalanıyor. Ekonomik krizler büyüyor. Tüm dünya isyan dalgalarıyla sarsılıyor. En tepeden en aşağıya kadar... Böyle bir zamanda sarsılmalar daha da çoğalacak, kaçınılmaz olarak birbirine temas daha kolay olacak ve parçalanmalar gerçekleşecek. Yeni yeni oluşumlar doğacak. İşin sosyolojisi bunu öngörüyor. 

Hep böyle gitmez tabi! Tarihin akışına ters bir durum olur sonra. Tarihin kendi içinde bir mantığı, bir işleyişi var. Bunu bir yerde değiştiremez kimse. Kabul etsek de etmesek de böyle bir gerçek var. 

Son yaşanılan ölümlerden sonra herkes bir suçlu arıyor. Aslında bakarsanız herkes kendisince suçluyu bulmuş gibi; kimisine göre hükümet, kimisine göre ordu, kimisine göre örgüt, kimisine göre Kürt siyasetçiler, kimisine göre dış güçler, kimisine göre savaş tüccarları, kimisine göre komşu ülkeler, kimisine göre ABD, kimisine göre İsrail. 

Herkes durduğu yere göre, beslendiği ideolojinin yarattığı algıya ve elindeki kazanımlara dayanarak bir suçlu bulmuş. Başka bir izahı yok bunun. Zaten böyle bir durumda suçluyu aramamak ve bir suçlu bulmamak aptallık olur. Çünkü herkes durduğu yerde varlığını düşmanına borçlu bir halde yaşıyor. Bu algının psikolojik altyapısını açıklamak uzun sürer şimdi. Durum böyle olunca kimseyi haksız da çıkartamıyorsunuz. Herkesin elinde yeterince haklı sebebi, güçlü argümanları, uğrunda ölecek kutsalları, klişeleri ve kesin kazanmaları gereken bir savaşları var. Velhasılıkelam herkes kafasındaki suçluyu bulmuş ve habire taşlıyor. 

Osho’nun dediği bir şey vardı: ‘‘Savaş gökten zembille inmez; onu biz yaratırız. Ortaya çıkan şey bizim cerahatimizdir; birikimi yapan bizim kaosumuzdur. Başlangıç seninle birlikte olmalı; dünyanın sorunu sensin. O nedenle kendi manevi gerçekliğinden kaçınma; ilk şey odur.’’ 

Savaş gökten zembille inmediğine göre, bu birikim nasıl bir şey? Kaosumuz ne? Bu manevi gerçekliğinden kaçınma nasıl durdurulabilir? Bu savaşı kim başlattı? Bunca ölümün, bunca yıkımın, bunca acının asıl sorumlusu kim? Sorun tam olarak ne? Gerçek nedir? 

İşte tüm bu son yaşanılanlar ve tüm bu sorular bana daha önce izlediğim bir filmi hatırlattı. Filmin ismi ‘God On Trail’ idi. ‘Ölümün Soluğu’ diye çevirmişler Türkçeye. 

İngiltere yapımı bir filmdi. 2. Dünya Savaşı’nda Yahudilere yapılan vahşeti anlatılıyordu. Yahudilerin yaşadıkları o zor günler. Auschwitz toplama kampında insanlığın en büyük dramı yaşanıyordu.1943 yılında Auschwitz’de loş bir barakada, bir fizikçi, bir eldiven imalatçısı, iki haham, bir hukuk profesörü ve pek çok suçludan oluşan bir grup erkek, kader bekleyişlerini sürdürürken verdikleri hayatta kalma mücadelesinin yanı sıra, var oluş amaçlarını da sorgulamaya başlarlar. Hepsi korkar bir halde. Gaz odasına götürülmek üzere seçilip seçilmeyeceklerini çaresiz bir şekilde anlamaya çalışırken, Tanrı’nın bu kadar acıya neden izin verdiği sorusunun cevaplarını aramaya başlarlar. Bunu gerçekten anlamak için bir mahkemenin kurulması gerektiğine karar verirler. Mahkûmlar kendi aralarında bir mahkeme kurmaya karar böylece. Dini bir mahkeme olduğu için kendi ararlından üç hâkim seçerler.  Başlarına gelenler yüzünden sorumlu olan kişiyi yargılamaya başlarlar. Bu kişi de Tanrı’dır. Onlara göre çektikleri bunca acının tek sorumlusu tanrıdır. Tanrı orada, onlarla beraber olmalıydı. Bunca eziyete karşı sessiz kaldığı için(ya da öyle varsayılarak) suçlu mu suçsuz mu, onu anlamak için yargılamaları gerekiyor. Onlarda öyle yapmaya kalkışıyor. Mahkemenin meşruluğu için de Tevratı kullanıyorlar. Ellerinde Tevrat olmadığı için orada hazır bulunan insanların hafızasındaki kutsal metinler kullanılıyor. Davanın açılma gerekçesi olarak da, ‘Tanrının Yahudilere yaptığı vaade uymamayı’ gösteriyorlar. Sonra Tanrıya isyan edenler ve onu savunanlar arasında derin bir tartışma başlar… 

Tanrı nedir? Tanrı neden orada değildir? Çekilen bunca acının anlamı ne olabilir? Bu yaşanılanların asıl amacı ne? Tanrı suçlu mudur? Vaadine uymuş mudur, uymamış mıdır? Acı tanrının planının bir parçası mıdır? Acı çekmek tanrının bir isteği olabilir mi? Bu, bir ceza mıdır? Yoksa bir arınma mıdır? Arınma için bu kadar acı ve ölüm gerekiyor mu? Hakikat nedir? Tanrı bir cerrah mıdır? Tüm vücudu kurtarmak için kangren olan bölgeyi kesip atmak mıdır niyeti? Kurban mı ediliyoruz? Kurban ediliyorsak daha iyi bir gelecek için kurban edilmemiz gerekmiyor mu? En güzeli için, en iyisi için? İyi nedir? Kötü nedir? Biz seçmedik bu yaşanılanları? Biz birer kukla olmadığımıza göre, özgür irade nedir? Bütün bunlar yaşanırken umut nedir? Kim kazanacak bu oyunu? Kaybeden kim? Tanrının düşüncelerini bilmediğimize göre neyi nasıl hesaba çekeceğiz? Yaşanılan şeylerin gelecekte iyi ya da kötü bir şeye dönüşeceğini tam bilmediğimiz için tanrıyı nasıl suçlayabiliriz ki? 

Filmi izlediğiniz vakit böyle sorular içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu tartışma sizi o acı ve kanlı tarihe batırıp çıkarır. Hesaba çekilen sadece Yahudi tarihi değil aynı zamanda tüm insanlık tarihidir. Mahkemeye çıkarılan şey o kadar karışık ve derin bir şeydir ki. Tarihin tüm savaşları gözlerinizin önünden geçer o an. Çaresizce bakarsınız. Elinizden bir şey gelmez. Varoluştan beri devem edem bir yıkım ve kötülük mahkeme sandalyesinde sessizce oturup gözlerinizin içine bakar. Ağlamaklı olur gözleriniz. Dayanamazsınız. Dua edersiniz. Ve herkes kendi hikâyesiyle başlar sorgulamaya. Varoluş bir bütün olarak sil baştan tartışmaya açılmıştır. Ama sizi pek de ilgilendirmez hiçbir şey. Her şey yıkılmıştır içinizde… 

Filmin sonunda Tanrı suçlu bulunmuştur. Ve mahkûmlar o an ölüme götürüldükleri zaman hep beraber Tanrıya dua etmeye başlarlar. Filmin sonunda anlarsınız ki o duaları kabul olmuştur. 

Şimdi yine başa döneceğiz. Bu savaşın sorumlusu kim? 

Şu günlerde yahudilerin yaşattığı zulümlere tanık oluyoruz. Gazze’ye bomba yağdırıyor İsrail. Çoluk çocuk katlediyor. O acı günlerden hiç ders almadığını gösteriyor. Aslında savaş gerçeği tüm Ortadoğu’ya yayılmış gibi. Bütün ülkeler kaynıyor. Bizim ülkemizde öyle. Otuz senedir süren bir savaşımız var zaten. Fakat bu savaş şu son günlerde en şiddetli ve en kanlı dönemine doğru yol alıyor. Engellenemez bir biçimde hem de. Toplum bir şiddet sarmalına teslim olmuş görünüyor. 

Ne yapmalı? 

Filmdeki gibi bizimde birisini yargılamamız gerekiyor. Kendi mahkememizi kurmamız gerekiyor bir an önce. Halkların mahkemesini. Adaletin ve geleceğin mahkemesini kurmalıyız. 

Ama kimi yargılayacağız? Ve nasıl? 

Filmde Tanrıyı yargılamaktan kasıt; toplumu oluşturan bireylerin genelinin kafasındaki Tanrı figürünü tartışmaktı. Çünkü her şey bu figürlerde saklıydı. Çektiğiniz acıların anlamı da ve çektirdiğiniz acılar bu Tanrı algınızda saklı. Her şey bu Tanrı algısıyla başlıyor ve bitiyor. Savaşlar, ölümler, sevgiler, iyilikler, kötülükler, korkular…

Eğer Tanrınızı güçlü ve zulmeden biri(daha doğrusu kendinizi Tanrı) olarak görürseniz yapmayacağınız kötülük yoktur. Yok, eğer Tanrınızı sevginin ve adaletin biricik kaynağı olarak görürseniz, her türlü kötülükten ve yıkımdan uzak durursunuz, yaşamı ve güzelliği çoğaltırsınız. 

Toplumun çoğunluğu kendi kafasındakini mutlak ve değişmez olan hakikat olarak görüyor. Kendisini hakikatin bir parçası değil de, hakikatin tamamı olarak görüyor. Bu hastalıklı bir durumdur. Bugün tahammülden bahsedenlerin kaçırdığı noktalardan birisi budur. Hatta en önemlisidir. Nasıl bir tahammül dediğinizde, nasıl bir Tanrı algısı demiş olursunuz. Toplumun genelinin inandığı Tanrı algısı beliyorlar toplumsal kuralları, toplumsal yaşamın çoğunluğunu. Ötekileştirme burada başlıyor. Kendini üstün görme veya her şeyin biricik sahibi olduğunu düşünme. Her şeyin kendi ekseninde döneceğini zannetme. Yeni doğan bebekler gibi. Bebek ne yapar? Bebek emerek sütü oluşturduğunu zanneder, ya da gözlerini kapattığında dünyanı kaybolduğunu. İşte çoğunluk hâlâ bir bebek gibi yaşıyor. Daha adam olmadı. Olacak gibi de görünmüyor. Bu uzun ve zahmetli bir iştir. 

J. Krishnamurti hakikat üzerine şunları diyor: ‘‘Hakikat uzakta değil, yakında; hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her gözyaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerinde. Ama öylesine gizlenmiş ki, onu görmek için örtüsünü kaldırmak zorundayız. Örtüyü kaldırmak sahte olanı keşfetmektir; sahte olanı tanıdığınız an o ortadan kalkar, hakikat açığa çıkar.’’ 

Bütün bunları derinlemesine konuşmadan, örtüyü kaldırıp o sahte olanı tanımadan hiçbir şeyi çözemeyeceğiz. Bugünkü yaşadığımız sorunları konuşmaya buradan başlamalıyız. Genelin Tanrı algısını yargılamalıyız? 

Çünkü bu savaşta en çok kullanılan kavramlar dini kavramlardır. İslam’a ait öz kavramlar. Bilinen bir gerçektir, yüzyıllardır bu halkları bir arada tutan çimento dindir. Dikkat etmişseniz, herkes bu kirli savaşı eleştirmeye veya kendini savunmaya başlarken ilk önce dine/din kardeşliğine atıfta bulunuyor. Sol kesim bu zulmün sebebini bu din/din kardeşliğinde gördüğü için yıllarca dini/dindarları suçlu(ya da suç ortağı) ilan etti ve saldırdı. Sağ kesim ise yıllarca yapılan zulmü meşrulaştırmak için din/din kardeşliğinin içini boşaltıp durdu. Her iki yaklaşımda yanlıştı! 

Bu yaşanılan savaşın günahı da, sevabı da, bu algı meselesine bağlı. Din/din kardeşliği söylemini(kendi lehlerine kötü amaçlı kullananları) eleştirmek gayet normal ve de çok doğru bir yaklaşım. Ama toptancı bir yaklaşımla, teoriyi ve yanlış pratiği aynı kefeye bırakmak doğru değil. Çekilen acılar buraya dayandığı halde iyi bir muhakeme yapılamadı. Her defasında önümüze bazı tabuları çıkardılar. Özellikle devlet bu din/din kardeşliği söylemi üzerinden kirli bir siyaset yürüttü. Halkların çoğunluğu dindar olduğu için bu yol en kârlısıydı onun için. Dinin birleştirici gücünü çok iyi biliyordu devlet. Bu gücü kendi lehine kullanmaya çalışmak için her türlü kirliliği ve acımasızlığı gerçekleştirdi. Halkları sevdiği bu şeyle zehirlemeye çalıştı. Çoğunlukla da Kürtleri. Bir yere kadar başarılı da oldu. 

Böylece halkları ezmeyi ve birbirine düşürmeyi planlayıp durdu. Biliyordu ki, kardeş kavgası ne kadar uzun sürer ve şiddetli olursa kendi bekası da o kadar sağlam olacaktı. Çarpıklık, hırsızlık, yağma asla göze çarpmayacaktı. Asıl amaç buydu. Denklem doğru kuruluyordu. İşte bilinmelidir ki, bu kirli savaş böyle acımasızca devam ettiği sürece de kimsenin bu çarpıklığı görecek gözü ve zamanı olmayacak. Herkes birbirinin gözünü oymakla meşgul olacak. Devlet işini çok iyi biliyor ve elinden geleni sonuna kadar yapacak. Bu ateşi körükleyip duruyor. Savaş naraları atıyor ve de attıracak. Çaresizce ölümü kahramanlık ve vatanseverlik diye yutturuyor ve de yutturmaya devam edecek. Kutsallar üretip halkları taptırıyor. Gencecik insanları ölüme sürüklüyor. Savaştan ve kaostan medet umuyor. Başka sarılacak dalı yok çünkü. Kendi devamlılığını böyle koruyacağını düşünüyor. Bugüne kadar böyle geldi çünkü. 

Bu ülkede din ve din kardeşliğinin içi hiçbir zaman doğru dürüst doldurulamadı. İslam’ın gerçek mahiyeti asla tam anlatılmadı ve de anlaşılamadı. Sadece bir propaganda, bir aldatma, bir sömürü aracı olarak kullanıldı. İktidarı elde etmek için bir araç. Bu yanlışı sorgulamak isteyenler ise susturuldu, sürüldü ve yok edildi. Yakın tarihe bakarsanız birçok acı örneğini görürsünüz. Bu kavramların kullanan ve yanlışta ısrar eden devlet başta olmak üzere tüm kesimlerin yeniden bir eleştiriye tabi tutulması gerekiyor. Cesurca bir şekilde yapılmalı. Tüm halkın müdahil olabileceği platformlar kurulmalı. Uzun uzadıya tartışılmalı her şey. Korkunun ecele faydası yok. Ya tamamen ayrılırız ya da gerçekten kardeş gibi beraber yaşarız. Hiçbir şey yıkımın lanetine inandıramaz bu halkları. Biraz daha fazla kan dökerler belki ama sonra bitecek bu savaş. Elinde sonunda bitecek. Başka çıkış yolu yok. 

Kaybettiklerimiz fısıldayacak size gerçekleri: Savaş güçleri sizleri kendilerine benzetmek için bu kadar acı çektiriyorlar. Umudunuzu elinizden almak için bu kadar şiddete başvuruyorlar. Hayallerinizi sizden almak istiyorlar. Her şeyinizi almak istiyorlar. Eğer bunlardan vazgeçerseniz siz de onlara benzemiş olacaksınız. Bunu istiyorlar. Sizi kendi sistemlerinin bir parçası yapmayı hedefliyorlar. Bunun için sizi daha çok pisliğe yaklaştırıyorlar. Pislik sistemin bir parçasıdır çünkü. Bütün bu yaşanılanlar onlara benzemeniz için sadece. Onlara benzemedikçe kazanamayacaklarını biliyorlar. Kazanmak için daha çok kan dökecekler. Daha çok ocak söndürecekler. Daha çok ölüm getirecekler. Fakat asla ve asla pes etmeyin. Umudunuzdan vazgeçmeyin. Vazgeçtiğiniz an onlara onlar kazanacak.

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89