Son günlerde gündemi işgal eden ‘Lozan ve Musul Operasyonu’ üzerine bazı tarihsel gerçekleri tekrardan hatırlama ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bilhassa Kürdler yüz yıl önce oynayan oyunları iyi hatırlamalı ve kendi atalarının düştüğü hatalara düşmemelidir.
Ortadoğu(Kürdistan)’da yüzyıldır işleyen emperyal paradigmalar çökmüştür veya çökmeye yakındır. Ortadoğu’daki halkların ve bilhassa Kürdistan halkının içinde bulunduğu berbat sömürü ve esaret durumu adil ve kalıcı bir çözümü dayatmaktadır. Yüzyıl önce masa başında emperyal çıkar, ihtiras ve fantezilere uygun olarak çizilmiş sınırlar adil değildir, cesur bir biçimde sorgulanmayı ve değiştirilmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu sorgulamayı doğuracak şey de ekonomik krizler, buhranlar ve savaşlardır. Çünkü biliyoruz ki, her savaştan sonra her zaman için ‘yeni bir dünya düzeni’ ilân edilmiştir. Yıllarca önce ABD Başkanı George Bush, Irak’ın Kuveyt’e yönelik saldırısından ve yine Sovyet Birliği’nin çözülüşünü izleyen dönemde yeni bir dünya düzeni kurulacağını duyurmuştu. İŞİD’in otaya çıkışı ve akabinde yaşanan şeyler bu değişim ihtiyacının bir sonucu ve devamıdır. Tarih her şeye rağmen kendi bildiği yatağında akmaya devam ediyor.
Tarihin her ne kadar ayrıntılarda tekrarlanmamasına rağmen, toplumların günlük yaşamlarındaki iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, haklı ile haksızın arasındaki sürekli çatışmanın aydınlanmasına götüren yolların bu ayrıntılardan oluştuğunu düşünürsek, tarihte geriye dönük kısa bir yolculuğun yararlarını daha iyi göreceğiz. Bu anlamda Kürdistan toplumunun bugünkü çalkantılı ve değişik problemli yaşantısını daha doğru analiz etmek için yüzyıl öncesine dönmek, birçoğumuzun hiç duymadığı, hiç bilmediği, ya da unuttuğu şeyleri hatırlatmak gerekiyor. Hatırlanması gereken şeylerin başında ise ‘Musul Sorunu’ gelmektedir.
I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı tahribat olağanüstü ve etkileri küresel düzeyde idi. Bu savaşta yaşanan olaylar Kürdler’in siyasal ve psikolojik durumunu derin bir biçimde etkilemiştir. Lozan Konferansı 6 ayı aşkın bir süren görüşmeleriyle Musul Sorununu ve bölgenin paylaşılması sorununu çözememiştir. Musul(Kerkük, Erbil ve Süleymaniye vilayetlerinin yer aldığı bölgenin güney kesimini içeren bölge), Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir eyaletti. Yer altı zenginlikleri, özellikle petrolü bu bölgeyi cazip kılmış ve sorunu çözmeye yanaşmayan devletler arasında çekişmelerin, görüşme ve antlaşmaların yapıldığı bir konuma sokmuştur. Musul’un geleceği üzerinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında uzun süren şiddetli bir mücadele yürütülmüştür. Müzakereci Sykes-Picot gizli oturumlarda bu vilayetin önemi kavramış olacak ki, özel olarak gündemine almış ve Fransa’nın mandasına bırakılmasını önermişti. Ancak İngiltere Sykes-Picot Antlaşması’nın hükümlerine bağlı olmaksızın ülkenin geri kalan kesimiyle birlikte Musul Vilayeti’ne kendi manda yönetimlerini dayatmaya kararlıydı. Böylece savaşın gidişatı sürecinde Musul’u işgal etmiş ve onun ekonomik ve politik önemini bildiği için, Fransa’yı zorlu görüşmeler sonrası bu bölgeye dair haklarından vazgeçmeye zorlamıştır. Buna karşılık İngiliz birlikleri Kilikya’dan çekilmiş, burayı Fransız mandasına bırakmıştır. Bu karanlık sömürgeci değiş-tokuş 1920’de İngiltere ve Fransa arasında imzalanan bir antlaşmayla resmiyet kazanır. Sevr Antlaşmasıyla değiştirilir, Musul, öngörüldüğü gibi İngiltere’nin mandasındaki Irak’a dâhil edilir. Mustafa Kemal öncülüğündeki yeni Türk hükümeti ise tüm bu olup bitenlere karşı çıkıyor, Osmanlılara ait olan diğer toprakların yanında özellikle Musul’u geri talep ediyor. Türk delegasyonu Lozan görüşmelerinde kurnaz-taktikçi davranır ve uzlaşmaz tavırlar sergiler. Türk tarafı, Kürd bölgelerini yeniden elde etmiş olmasına rağmen, Musul konusunda başarılı olmaz. Ayrıca, Türkiye’nin hoşnutsuzluğu, kendisine 20 yıl boyunca Musul’da elde edilecek petrolün yüzde 10’luk bir miktarının verilmesiyle giderilememiştir. Bu durum, Türkiye için, bugün bile henüz kabuk bağlamamış büyük bir yaraya işaret ediyor.
Birbiriyle kavgalı olan her iki tarafta yalnızca Musul’u gerçek sahipleri olan Kürdlere vermeme ve bununla en azından otonom bir bölgenin yaratılmaması konusunda görüş birliği içinde oldular. Yine olan sadece Kürdlere oldu. Kürdler’in kendi geleceklerini belirlemeleri bir yana, bağımsız bir ulus olarak varolma haklarını bile gözardı ettiler. Oysa Kürdler kendini yönetme becerisi bakımından Arap ve diğer komşularından hiç geri de değildi ama böl-yönet politikası ve siyasal manevralar esas olarak Kürdistan’ın bütün doğal kaynaklarını, özellikle de petrolü denetleme amacına yönelikti. Ayrıca Yakın ve Orta Doğu’yu daha çok politik, ekonomik, askeri bakımından kontrol altına almak ve elde edilmiş ‘yağma alanını’ kontrol edebilecekleri bölgelere ayırmaktı ve de öyle yaptılar. Kürdler hariç hemen herkes emellerine ulaştı diyebiliriz.
Bütün bunları düşününce; İŞİD mevzusu ve Kürdistan’da yeni bir özgürlük savaşının patlak vermesi bizi şaşırtmamalıdır; Irak çok uluslu bir devlet oluşunun yanı sıra, merkezi devletin emperyalist devletler ve bölgedeki diğer işgalci devletlerle kirli ilişkiler içerisine girmesi, salt birilerinin emellerine hizmet etmesi, bölgedeki azılı diktatörlük anlayışından arta kalan politikalar gütmesi ve çevredeki kesimlerin üzerindeki baskıyı artırması biriken öfkenin ve özgürlük umudunun patlak vermesini hızlandırdı, erkene aldı. Bölgedeki çürümüş ulus devletlerin/rejimlerin gün be gün güçsüz kalıp yeniden parçalanması, sınırlarının değişmesi, her şeyin kendi özüne geri dönmesi bizi şaşırtmamalı, üzmemeli ve umutsuzluğa düşürmemelidir. Aksine, verilen tüm ağır bedellere rağmen yaşananlar bizi düşündürtmeli, sevindirtmeli ve umutla yarın için yapmamız gereken işlere yönlendirmelidir.
Elbette ki bu tabloda Kürdlerin dramatik hikâyesi ayrı bir yer tutuyor. Kürdlerin parçalanmış, sömürüye açık hale getirilen bereketli toprakları ve sürekli savaşmaya mecbur bırakılmış halk gerçeğini daha ferasetli ve daha derin okunmalıdır. Bugün yaşanan olayların sathında durmayıp, varoluşun derinliklerine inmeliyiz. Bu topraklarda tesadüfün olmadığını, bir şeyleri kaybetmeden, bedel ödemeden kazanmanın hiç olmadığını hatırlamalıyız ve meselenin yitik hikmetini bulmalıyız, kavramalıyız. Tarihi kırılmayı hissetmeliyiz, anlamalıyız, görmeliyiz; Ortadoğu’daki İslam ve Kürdistan düğümü Kürdlerin önüne bırakmıştır, Kürdlerin eliyle çözülecektir. Kürdler’in beş yüz yıllık uykudan uyanması, ayağa kalkması ve önden yürümesi zamanı gelmiştir. Evet, zordur, yorucudur, imkânsız gibidir ama gerçek böyledir, zafer böyledir.
Seyda Melayê Cizîrî’nin hikmetli sözü Kürdlerin geleceğine ışık tutar nitelikte: ‘‘Gelince talih ve fırsat, ihmâl haramdır onda / Gel sakî, çabuk ol, Nuh ömrü yok ki bende.’’
İnsanoğluna talih ve fırsat pek seyrek gelir. Elverdiği zaman da insan gözü açık davranıp yararlanmalıdır. Özellikle millî meselelerde, ulusal kurtuluş hareketlerinde o fırsat bir kılıç gibidir. O kılıç insanın eline geçtiği zaman eğer insan onu kullanamazsa ya da kullanmasını bilmezse, o zaman kılıç insanın elinden kayar gider ve düşmanın eline geçer, bu kez de düşman onu insana karşı kullanır. Kürdistan tarihinde hep bu oldu ama bu sefer olmamalı ve olmayacak…
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.