‘‘Kavga kaderle insan arasında değil artık, insanla kelime arasında.’’ demişti, Cemil Meriç.
Dünyaya geldiğimiz ilk andan bu yana kendimizi anlatıyoruz, kendimizle olan sıkıntılarımızın en küçüğü bile, üzerine biraz eğilecek olursak, kaderin büyüsüyle serpilip uçurumlarda açan renkli çiçeklere dönüşüyor.
Beynimizde çıldıran kelimeler birikiyor, ah! ne zaman dinecek…
Geceleri hiç susmuyorlar, çığlık çığlığa, durmadan sürekli konuşuyorlar. Kimse bilmiyor, o yalnızlıklarda içimizde düşeni, parçalananı, ellerimizden uçup gideni…
Biz biliriz.
Yazdıklarımız, söylediklerimiz, kötü olabilir, acı olabilir, eksik olabilir, ama düşünebileceğimiz her şeyden kat be kat fazla bizdir onlar, çağrıştırdıkları imge ve fikir olarak anlamları gibi, her kelimemizde doğal olan bağlı unsurlar, varlık-dışı bir hâl içinde uyanır veya durgunlaşır.
Kelimelerin aydınlığı bile yetmiyor, eksik kalıyor, beynimizin yırtmacından acı bir karanlık sızıyor, havaya karışıyor...
Hiçbir şeye doyamadığımız gibi, bütün varlıkları merak ediyoruz, bütün fikirlere oburca saldırmak geliyor içimizden. Her şeyi yeni kaybetmiş gibi kederleniyoruz. Her şeyi görüp, dokunmak, okuyup düşünmemizin imkânsızlığı aklımıza geldikçe de, çıldıracak gibi oluyoruz. Yorgun düşüyoruz. Ruhumuz, kendi coşkun ve hevesini taşıyamayacak kadar zayıf ve yorgun...
Çalışmamıza bile engel bir yorgunluk bu; ama, dinlendirmiyor da bizi, yaşamın tadını da çıkarttırmıyor bize, bizi sevindirmiyor da, gerginliğimizi giderip yatıştırmıyor da; yani bu yorgunluğumuzun, bu kendi kendimize olan yükün tutsağı olacağımıza başkalarına doğru yönelmeyi ne denli çok istediğimiz halde engel olur buna da…
Kendi benliğimiz bizi böyle bunalttıkça nasıl dönülür başkalarına, nasıl ilgileniriz başkalarıyla?
Çırpınıp duruyoruz.
Öyle görünüyor ki, kimse bu yorgunluğumuzun kaynağına kadar inmedi, bu sayrılığın-çırpınışın derin nedenini eşelemedi. Bu eksik kalmışlığımızın artıklarında yoğrulmuşuz belki, kaybolmuşuz…
‘Neye yarar?’ sorusu kafamızda filizlenmeseydi, sonra iyice canlanmasaydı, sonra bütün benliğimizi kaplamasaydı, bütün ilişkilerimizi sarmasaydı, başkasının dediği gibi, bir başkası olacaktık, onunla ilgilenecektik.
Olmadı.
Geriye çekilip kendi yitik görüntülerimize-gölgelerimize bakıyoruz sadece. Zorluklar, çıkmazlar ve saçmalıklar görüyoruz. Kendimize daha çok yaklaşmaya çalışıyoruz. Kendimizi zamana karşı savaşanlar olarak hissediyoruz. Kendimize sürekli olarak, ayakta kalmak, daha hızlı hareket edebilmek, peşimizdeki ölümü atlatmak için ne yapabileceğimizi sorup duruyoruz.
Cevabı yok bu sorunun. Yok.
Ölmek için bu imtihandayız. Varlığın tek ve değişmez amacıdır, ölüm. Kabul ediyoruz. Etmeliyiz. Fakat bir şeyleri onarmalı, yenilemeliyiz, iplerin elimizden kaçmasını önlemeliyiz. Bu açıdan varoluş bir mücadele hali, mücadele de kelimeler olarak çıkıyor yolumuza ve dünyayı tesis etme konusunda kalemle dirilen sürekli isyan…
Bütün yaşadıklarımıza direnmek için kelimelerden başka neyimiz var ki; varoluştan bu yana hep içimizde gezinip durmaktalar, bizi kayıp cennetimize taşıyacak kuşlardır, kelimeler.
Kelimelerin ardına gizlenmiş insan-kavga, ah! ne zaman bitecek…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.