• BIST 10891.42
  • Altın 2529.106
  • Dolar 32.8951
  • Euro 35.7068
  • İstanbul 23 °C
  • Diyarbakır 30 °C
  • Ankara 18 °C
  • İzmir 25 °C
  • Berlin 18 °C

Boş Ellerle Doğmak, Yaşamak ve Ölmek…

Ersin Tek

‘‘Boş ellerle doğmak, Ölmek boş ellerle… 
 Yaşamı tüm doluluğu ile gözledim. Boş ellerle.’’
                              (Marlo Morgan/Bir Çift Yürek)

Yorgun bir şekilde açıyorum gözlerimi, yeni güne. Çok ağır bir yük taşıyor gibi göz kapaklarım ve içimde mekân kurmuş puslu bir hüzün, görüyorum, nerden gelmiş bilmem? Belki de, geceden kalma kırıntılar…

Sınavlarından geçmiş, enkazlarını geride bırakmış bir haldeyim oysa. Biraz da telaşsız... Belki de son yaşadıklarım, telaşını çekecek hiçbir şeye sahip olmadığıma ve de telaş yapmanın işi daha da kötüye götürdüğüne inandırdı beni.

Ama dur! Beynimde ani sarsıntılar baş gösteriyor; Telaşsız olmak diye bir şey olabilir mi? Ya yaşam, telaşın bir sonucu değil midir?

Her zamanki gibi, soruların, sarsıntıların ve anlam/sızlığ/ın girdabına tutuluyorum. İçimin dışında duramıyorum, çünkü değişip değişip duruyorum sürekli. Değişmemek imkânsız zaten... Biliyorum… Susuyorum, susturuluyorum, kifayetsizleşiyorum, gömülüyorum, can çekişiyorum, değişiyorum...

İşte böyle karışık bir ruh hâli içinde, bir merhaba sallıyorum doğan güneşe, yeni güne, silinmeyen geçmişime, akan yarınlarıma, yitik düşlerime…

Ve sonra, günün içine giriyorum ister istemez, tek başıma, yapayalnız, hayatla, insanlarla, olaylarla çakışıyoruz, çatışıyoruz, uzaklaşıyoruz… Bir de, gün içindeki kendi budalalıklarım ve en yakınımdaki dost, arkadaş, kardeş, sevgili dediklerimin beni anla/ta/maması ekleniyor buna. Bu trajedi, bu anlamsızlık, bu acı daha da katmerleşiyor. Artık hayat hepten trajikomik ve anlamsızlaşıyor gözümde.

İyi ki varsın diyeceğim birini göremeyince de etrafımda, gözlerimden inen ıslak bir çaresizlik oluyor sadece, hayata karşı, kendime karşı... Büyük bir sancı. Tarifi imkânsız bir boşluk hâli…

Anlayacağın, hayat böyle boşluk ve bulanık olarak akıyor içimde. Yaşa/yama/dıklarım böyle düşüveriyor kalemime.

Bundan başka ne yapılabilir ki, bu durumda? Çekip gitmek belki...

Böyle an’larda, acına sarılmak ve mutluluğu orda bulabilirim umuduyla uzaklara yürümek en mantıklısıdır diye söylenir durur tarih. Uzaklaşmak, yenilenmek adına, bir hicret... Farkımız bu olmalı diyerek yapmalısın bunu, biraz da kendini zorlayarak. Yaptığın şey, acıya yeni bir mana yüklemeye çalışmaktır kendince, herkesten farklı, herkesten uzak…

Aslında hep ayınıdır bu uğraş, sadece sen öyle görmek istemezsin. Öyle ya da böyle, görmek de yetmez, yetmeyecek, çünkü hâlâ yoldasın, yürüyorsundur, bitmeyecek hiçbir şey. Her an yeni bir sarsıntı geçirebilir, düşebilir, kanayabilir, yeni bir sancıya tutulabilirsin…

Galiba trajedi, bunu çok iyi biliyor ve hissediyor olmana rağmen direnmende ve diretmendedir; onun için üzerindeki tedirginlik, zehirli kılıcını üzerinden eksik etmeyecek hiç, ruhuna batırıp duracak.

Sonra boş ellerle, belirsiz hülyalara dalıp gitmek kalıyor sadece. Özgür olabildiğimiz tek yer orası çünkü…

Mesela düşün! Bir hülyadasın, beşerin kirli nazarından uzak; Ansızın, bir kelebek çıkıveriyor karşına. Mucize? Hayatın sürprizleri? Oyunun içinde yeni bir oyun misali? Bütün bu anlamamazlığın, anlamsızlığın, tedirginliğin içinde; hayatın en güzel renklerini kanadında taşıyan bu kelebeğin ufak bir tebessümü, sade bir sözü, seni alıp anlamın uzak dünyalarına götürüyor. Ne tuhaf…

Sonra… Olgunlaşmamış ruhundan sıyrılıp; kozasından çıkıp, bir anlık bir günlük değil, daha uzun ömürlü bir kelebek olup, hayatın uzun ve meşakkatli yoluna bir daha giriyorum diye, yüreğinde güçlü bir inanç parlıyor olsun, alev alev… Kendi ateşini cebinden çıkarıyorsun. Yakıyorsun, yanıyorsun, bitiyorsun, çoğalıyorsun, gül bahçesi oluyorsun… Allah u Ekber diye irkiliyorsun. Sonra, seni bu yola salıverdiği için, kelebeğine sonsuz teşekkür etmeye başlıyorsun. Çığlık çığlığa haykırmak geliyor içinde; Seni seviyorum…

Artık hayatın renklerini yeni baştan görmeye başlamış. Kendi kozanı örmeye başlarken, tutunduğun dalı bulmuş gibisin. Kendi ağacın var artık. Bir çınar ağacı belki; heybetli, masum, hüzünlü ama hep güçlü ve ayakta duracak kadar derin bir ağaç, en çetin kışlara inat…

Hayat ne güzeldir diye nağmeler dökülüyor olsun dilinden, kaleminden... Tebessüm edip duruyorsun. Kuşları kıskanmaktan vazgeçmiş, sanki bu göklerde uçan kuşlar değil, yalnızca sensin. İşte hayat bu, burada başlıyor her şey diye, öpücükler konduruyorsun çevrendeki yüzlere. İçin içine sığmıyor. Koşmak istiyorsun. Sonra, boş ellerinin içinin sıcak bir dokunuşla yanıyor olduğunu görüyorsun, şaşırıyorsun, hüzünlerden yontma bir mutluluğun çoğalıyor olduğunu görüyorsun avuçlarında, durup düşünmeye başlıyorsun uzun uzun, ne oluyor, ne dönüyor anlamaya çalışmalıyım diye çırpınırsın?

Ne yazık ki bu hülyanın da sonu var, diğerleri gibi.

Muvazenesiz bir titremeyle uyanırsın, bu hülyadan.

Bu sarhoşluk an’ı böyle sürüp gitmez çünkü! Hayatın bize hediye ettiği, acı tecrübe bu.

Sonra ekseni kayıyor ömrünün. Dağılıyorsun. Sancıyla kıvranıyorsun ten kafesinde, uyanıyorsun…

Cayır cayır yanan şu taş kutuların/evlerin, taş kentlerin, taş kalplerin içinde gözlerin açılıyor. Bu hülyadan parçalanarak uyanıyorsun, istemeden. Kan ter içinde. Tek başına, aç ve acı içinde. Tutsaklık, tutukluk hâli, yapayalnız kalışlar, gidişler iç içe… Uğuldayan kalabalıklar. Ucuz kahramanlar, ucuz söylemler. Disiplinsiz, düzensiz, denetimsiz, tükenmiş davalar, sürüler, günler, hasretler…

Kendine gecikmeler hep…

Artık hayat acımasız yüzünü gösterip, konuşmaya başlar, kaldığı yerden: Olan tek şey, sen, ben, herkes, her şey bir oyun içindeyiz, oyun oynuyoruz. Kendi oyunumuzu, kendi rolümüzü, alınlarımıza asılan kaderin oyununu… Acımasızca oynuyoruz. Kırıyoruz, kırılıyoruz. Gerçekçi olalım diyoruz. Ama hep yanlıştan dönüyoruz, dönüşüyoruz. Kabullenmiyoruz. Mutluluk yok, mutlu aşk yok. Fanisin, sonsuzluk düşleri yakıcı ve aptalca... Ham kalmaya mecbursun. Gökyüzü her yerde mavi olabilir ama senin içindeki mavisini yitirmiş... Kendin olamayacaksın asla, nafile sızlanışların. Başka ellerde, başka gözlerde huzur arayacağız. Kelimelere sığmayacak bir yalanın içindeyiz, ahmaklık…

Boş ellerle yanan sen, hiç dolmayacak…

Ah insanoğlu! Neden prangalarını sökemezsin içinden… Neden ağacına tutunamazsın… Neden, kendine uzak insanları inatla yakınlaştırmaya çalıştırırsın kendine… Neden bu kadar çabucak kapılıveriyorsun mutluluk hülyalarına…?

Belki de hiçbir şeyi kaybetmeme arzusudur bu, hiçbir şeyinin olmadığını bilmeden, kabullenemeden… Yoksa farklı bir neden midir?  Yakın bildiklerinin ansızın bir yabancı olacağını kabullenmek çok mu zor geldi? Kendini bildin bileli değişen kendin ama değiştikçe değişmeyi öğrenemeyen kendin…

Sus ve dinle…

Yabancıları yakın eden sen oldun. Bunu da yalnızlığa boyun eğen çaresizliğin başardı hep. Unutma bunu!

Lakin unutuyorsun, yabancıydılar onlar, daha da yabancılaştılar aşka, bize, kendilerine... Aşk kirletildi her şey gibi, onu da bozdular. Masum kılıfından, tutunduğu dalından koparıp soysuzlaştırdılar… Ve senin gibilerin çırpınışları, çığlıkları yankılanınca çok ses getirdi. Bize gürültü yapmayın, her şey süper dediler. Yabancı olduklarını bile bilmeden! Oysa bizim duymak istediğimiz bu değildi ve zaten duymak istediklerimiz onlarda yoktu. Anlayış ve katılma bekledik birazcık. Ama onlar bizi hiç mi hiç anlamadı ve de anlamayacaklar…

İşte böyle…

Anlıyorum.

Ya da anlamak yolundayım ey hayat…

Hüznümden şikâyet eden dosta soruyorum şimdi: Ne yapılabilir ki insan, bu durumda? Kim haykırabilir hakikati/mizi? Çöle yazıcı ve yazgılı olmaktan başka bir nasibimiz, var mıdır? Kim söndürebilir ki yanan boş ellerimizin içini? Kim? Söyle kim?

Susuyorsun tabi…

Ruhumdaki zincirlerimi koparmadıktan, yüreğimdeki ateşi anlamadıktan sonra, mutluluktan söz etme bana…

Mutluluk ne ki?

Öyle bir kelimeye inanmıyorum ben. Sahici ve derin gelmiyor bana. Tek bildiğim; hüzün…

Teselli verme. Hangi tesellin yetebilir ki, içimdekileri bastırmaya, mutsuz bilincimi ikna etmeye?

Bu sözcüklerin hepsi hüzünlü/mutsuz bir bilincin derin ve ışıksız boşluğu…

Alnımızda kıyametin dehşetli yalnızlığı bir zemberek gibi kurulu iken, senin aşkın da, mutluluğun da, dostluğun da acı veriyor sadece…

Anlamıyorsun beni. Korkuyorsun. En çok da kendi yüreğinden korkuyorsun. Bırak öyleyse, dağınık kalsın ve paramparça olarak kalsın her şey/imiz.

Küstah ve çocuk yüreğim konuşuyor artık, aslında yalvarıyor sadece: Ey Allah’ım! Neden bu kadar acı veriyor her şey? Bize ağır geliyor bu yaşananlar, neden? Genç yaşın çiğ masumluğuna daha adım atmadan, tadını hissetmeden, bedenimiz çağların yorgunluğunu taşıyor. Bizim yaşımızdaki az genç çevresine üzülüyor, neden? Neden bu kadar derin ve masum bir aşk istiyoruz? Neden kirletilmiş aşkları, duyguları kabullenemiyoruz? Neden o yabancıların sözcükleriyle vuruluyoruz? Herkes zevk ve tüketmek için yaşarken, neden sevdiğim yanımda olsun da yeter diyoruz? Neden hüznün derinliklerinde sözcükleri aramaya koyuluyoruz? Kalemimizin ucunda hep kan ve gözyaşı var, neden? Neden? Neden?

Evet, biliyoruz, anlıyoruz belki ama hep bir neden, bir belirsizlik yaralıyor, huzursuz ediyor, tedirgin ediyor bizi… Bize ağır değil bunlar biliyoruz, ezelden kabul ettik bunları, sözümüz söz ama dayanacak güç ver, sabır ver, basiret ver, feraset ver Allah’ım…

Bunlar şikâyet değil, isyan değil, senden başka sığınacak, konuşacak kapısı olmayan ‘boş ellerin’ inleyişleri sadece…

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89