• BIST 10891.42
  • Altın 2529.106
  • Dolar 32.8951
  • Euro 35.7068
  • İstanbul 23 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 19 °C
  • İzmir 27 °C
  • Berlin 20 °C

Anlamın İzinde…

Ersin Tek

 ‘‘…çünkü dünya kötü bir durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha kötüye gidecek.’’(VİCTOR E. FRANKL)

Nereden başlamak gerek yazmaya, bilmiyorum. Bir bitişi ya da bir başlangıcı yazmak veya seçmek çok zor... Onun için sevgi de, ayrılık da en onulmaz zamanlarda gelip giriyor kalbimize. Bir an’da oluveriyor her şey. İnsanın trajedisi böyle başlayıp, böyle bitiyor. Ve herkes o an’larda tüm güzelliklerin ya da tüm acıların, tüm zorlukların kendisi için yaratıldığını düşünmeye başlıyor. Herkes kendi içinde, böyle bir dünyayı kurmanın savaşı verir o an. Kendi yalnızlığını, diğer yalnızlıklardan daha afili görmeye başlamıştır artık. Yürek, bir kaleydoskop misali iken, her şey tek bir renge, tek bir sancıya bürünür ve bir an içinde yitip gider… 

Rengârenk yollar uzaklaşmıştır… Yine de hayat devam ediyordur ve biz hâlâ yoldayızdır. Yol bitmemiştir, yol biz olmuştur, biz ise yeni bir sancı… 

Teknolojik olarak hızlı büyüyen bir dünyada yaşıyoruz şimdi. Korkunç bir hızla ilerliyor her şey. Ve aynı korkunç hızla kendimizden ve huzurdan uzaklaşıyoruz. Belki de kaçıyoruz. Eric Fromm’un dediği gibi: ‘‘Hepimiz özgürlükten kaçıyoruz.’’ İçimizde büyüyen bir boşluk var çünkü. Bir nefes daralması geçiriyoruz. İçimizdeki boşluk ha bire nefesimizi azaltıyor. Dayanılmaz bir acı veriyor. Dolmuyor içimizdeki bu boşluk. Bu boşluğu doldurmak için dışımızdaki nesnelere başvuruyoruz. Ama nafile… 

Hayatımızın ilk günlerinden(insanlığın ilk günleri…) kalma bir boşluğun rengi bu. Doldurulması için ne çağlar yetti, ne de insanlığın kanı, yetmeyecek de… Galiba o ilk günlerde saklı yazgımız… İçimizde saklı kalan en güzel düşler… İlk günlerdi, acemiydik, Tanrılarla dolaşıyorduk göklerde. Ama ne olduysa oldu, bir süre sonra baktık ki sürgünlüklere yollanmışız. Tekrar ölümlü kulların arasında açtık gözlerimizi. İçimizdeki boşluk hâlâ büyüyordu oysa. Sonra kendisinde huzuru bulacağımız kişiyi aramaya çıktık. Biriken acılarımızla sisli ufukları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı bu girişimimiz. Ve daldık uzak şehirlere, uzak limanlara, uzak kavgalara, uzak dağlara… Yanı başımızdaki güzellikleri unuttuk… 

Ve her defasında içimizdeki yeni boşluk, eski boşluktan daha acıtıcı oldu, oluyor… 

Modern dedikleri zamanlara vardık. İlk günden daha farklı kokuyor her şey. Acımasızlık daha büyük, kan daha kırmızı, düşmanlar daha belirsiz, anlamın kendisi daha çok anlamsız şimdi. Biz aciz kullar için, dayanılmaz olan sonsuzluğun durmadan kendini tekrarı bu. Güçlü bir rüzgâr esiyor sadece. Modern zamanların bu rüzgârına kapıldık, kandırıldık… Daha lüks bir araba ile boşluğumuzu kapatacağımızı söylediler bize. Böyle inandırmaya çalıştılar. Çok çaba harcadılar, çok kan döktüler, çok alın teri sömürüldü. Öldürürken bir yanımızı, bir yanımızı da ölümsüzlüğe inandırmaya başladılar. Mezarlıkları şehirlerimizin dışına taşımaya kalkıştılar, sessizce. Gözden uzak bir yere. Evde bir yaşlının olması bile onları ürküttü, huzur evlerine yolladılar tüm yaşlılarımızı. Onlara göre artık ölüm uzaktı bize, gözümüzden ırak gönlümüzden de ırak... 

Ölümü hatırlarken, onları cehennemde düşünme özgürlüğümüzü biliyorlardı. Bunu yok etmek için yaptılar her şeyi. Yaşasın cehennem bile diyemeyecektik artık. İkiyüzlü yaklaştılar. Tanımak da zorluk çektik onları. Her şey busbulanık… 

Hangi yüzü sevdik, hangi yüzden nefret ettik kimse bilmedi, biz de bilmedik, karıştı içimizde her şey. Bir kaos oldu, yaşamın parçacıkları… Önyargılar daha bir sağlamlaştı sanki. Ne yazık ki bu gerçekle yaşıyoruz artık. Ekmeğimizde, suyumuzda bu gerçek var. Geriye bu çağın teknolojisi ile çözmek kalıyor. Ama nasıl? 

Freud: ‘‘Kimse kendini ölü olarak düşünemez diyordu.’’ Çünkü egomuz buna izin vermez. Ve asla vermeyecek de. Oysa biz ölümle, hınçla, özlemle, yoksunlukla, parçalanmışlıkla büyüyorduk ve büyüdükçe de yanı başımızdaki boşluk da buna paralel olarak büyüyor/du. Göremedik. Ve ne yazık ki zaman akıp geçiyor/du, hesabı önceden yapılmıştı her şeyin bizden habersiz. Akan her an’ın görünmez kitabı yazılmıştı ezelden. Anlamadık, anlamak istemedik. 

Bütün bu sözleri ediyoruz etmesine; ama hayat şu an bile, beni ve sizi dinlemeden akıp geçiyor. Ne acı, şu an’ımıza bir daha geri dönemeyeceğiz. Hayat gelip geçerken, bizde beraberinde gelip geçiyoruz. Değişiyoruz, dönüşüyoruz, tükeniyoruz. Bir satır öncesini okuyan siz ile şimdiki siz aynı değilsiniz artık. İstesek de istemesek de hakikat bu. Her şey akıyor. Kaçınılmaz sona akıyoruz… 

Ne yapılabilir? 

Bilmiyorum… Nihai anlamda bir hiçliğin, bir boşluğun anlamından da yoksun görüyorum kendimi ama yine de anlamın hiçliğin orta yerinde çivilendiğini hissediyorum. 

Yaşamak ince bir sızı, düşünceler yabanıl bir telaşa dönüşüyor içimizde. Victor Frankl’inin sorusunu hatırlıyorum: ‘‘Bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? Çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! Çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan bir yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez…’’ 

Anlam, dışarıdan verilecek bir şey değil. Bunu herkes kendisi bulacak, kendi acılarının içinde bulacak. Tüm anlamını yitirmiş, dibe vurmuş bir hayattan sonra bulanacak belki. Yepyeni bir anlam… Bulduğunuz yeni anlam eski bir şeylerin sizden alınmasıyla verilmiştir size. Bunu unutmayın! Bedel ödeme edebiyatına fazla girmeden söyleyeyim, bedeldir bu sizden alınan. Ama siz istemeden verirsiniz bunu çoğu zaman; o zaman buna bedel demek ne oluyor? Mesele uzun ve derin… 

Hayat hiçbir kimseye beklentileriyle uyumlu şeyler vermedi, vermek zorunda da değil. Herkes yaşadığı an’ın içinde bir anlam bulacak veya yaratacak… Çoğu kimse kendi kendisiyle yalnız kaldığında, olumlu taraflar görmek yerine olumsuz şeyleri düşünür durur. Nefrete, öfkeye, bunalımlara, tembelliğe, çaresizliğe, sonu gelmeyen bir olasılık hesabına teslim düşer. Başlar mevcut duruma isyana ve küfretmeye… Mevcut duruma küfretmekle bulunmuyor bu anlam. Bunun yerine, değişen ya da değişmeye mahkûm değişimin içinde değiştirmek gerek bir şeyleri. İradenin bam teline dokunmak birazcık… Kendini aldatmadan, kaybetmeden… 

Ve yine Frankl ‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabında dediği gibi:‘‘…varoluşumuzun geçici olması, bunu kesinlikle anlamsız kılmaz, ama sorumluluklarımızı oluşturur; çünkü her şey, bizim, öz itibarıyla geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır.’’ 

Şimdi bir an için gözlerinizi kapatın ve geçmişinize dalın, çok geriye, hatta en geriye gitmeye çalışın bir an!  Hatırladığınız şey ne? İşte hatırladığınız ne ise, şu an ki ruh halinizi belirleyen o’dur der psikoloji. Belki de içinizdeki boşluk, bu yeniden yapılandırmayla ilgili… Aslında hayat kısa ve trajik bir oyun sadece. Herkes oyununu oynuyor. Başkasının oyunda seyirci, kendi oyununda oyuncu ve Tanrının oyununda herkes oyuncu…

Kuran da söylendiği gibi: ‘‘Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.’’ (Ankebut Suresi, 64) 

Hayat bir oyundan ibaret, bunu asla unutmayın! Eğer oyun uzun sürerse, işin olumsuz etkileri çoğalır gider ve bir yerden sonra psikolojinizi de bozar. Onun için oyununuzu uzatmayı değil, iyi oynamaya bakın… Her birimizin elimizden geleni yapması dileğiyle, Vesselam...

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89