• BIST 9645.02
  • Altın 2430.366
  • Dolar 32.529
  • Euro 34.865
  • İstanbul 18 °C
  • Diyarbakır 19 °C
  • Ankara 21 °C
  • İzmir 24 °C
  • Berlin 6 °C

Uluslararası denklem ve Türkiye’nin emperyal ihtirasları (1)

Bayram Bozyel

Türkiye son birkaç yıldır kendi gücünün sınırlarını zorlayan ve dünyaya meydan okuyan yayılmacı bir dış politika izliyor. Türkiye’nin Suriye’nin Kürt coğrafyasında gerçekleştirdiği üç işgal hareketi ve Güney Kürdistan’da kesintisiz sürdürdüğü askeri operasyonlar çok az tepkiyle karşılaştı. Gelinen aşamada Türkiye Ukrayna’dan Somali’ye kadar geniş bir coğrafyada birçok ülkenin iç siyasetine müdahil olmakta, son olarak Libya’ya asker göndererek ve Akdeniz’de giriştiği siyasi ve askeri hamlelerle bölgesel ve küresel düzeyde ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Türkiye söz konusu yayılmacı ve ihtiraslı dış politikasını hangi uluslararası denklemde hayata geçirmektedir?  Başka bir ifade ile nasıl bir uluslararası güç dengesi sistemi Türkiye’yi yönetenlere bu tür saldırgan bir dış siyaseti uygulama imkânı vermektedir?

Bu yazı dizisinde Türkiye’nin son birkaç yıldaki yayılmacı siyasetini, bu siyasetin sınırları ve sonuçları üzerinde durmaya çalışacağım. Ama bundan da önce Türkiye’nin mevcut dış politikasının dayandığı uluslararası denklemi ve küresel güç dengelerinde dünden bugüne yaşanan değişimi açıklamayı deneyeceğim.

Soğuk Savaştan günümüze uluslararası güç dengesi

Günümüzdeki uluslararası siyasi tabloyu anlamak açısından bir başlangıç noktası belirlenecekse, bu İkinci Dünya Savaşı’nın son bulduğu 1945 tarihidir. O tarihten bugüne kadar geçen süreyi üç dönem olarak değerlendirmek mümkün. Birincisi 1945-1991 soğuk savaş dönemi, ikincisi 1991-2010 ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı geçiş süreci ve üçüncü olarak 2010’lu yıllardan sonra ortaya çıkan çok kutuplu dünya sistemi.

Bugünkü uluslararası güç sistemini anlamak ve bir kıyas yapmak açısından soğuk savaş dünyasının güç denklemi üzerinde durmakta yarar var.

İkinci Dünya Savaşı sadece Almanya’nın öncülüğündeki faşist-militarist blokun yenilgisiyle sonuçlanmadı, aynı zamanda Fransa ve İngiltere’nin dünya siyasetindeki belirleyici rolünün de sonunu getirdi. Savaştan sonra Doğu Avrupa’da birçok ülke Sovyet kampına geçerken, Avrupa’nın geri kalanı iki dünya savaşının yol açtığı askeri, ekonomik ve insani kayıplar nedeniyle felç olmuştu. ABD ise savaş cephelerinden coğrafi uzaklığı nedeniyle her iki savaştan görece en az etkilenen ülke oldu ve batı kapitalist dünya liderliğine geçmek için en uygun konumdaydı. Öyle de oldu. İkinci Dünya Savaşı hem Avrupa merkezli küresel liderliğin sonunu getirdi hem de bu liderliğin İngiltere ve Fransa’dan ABD’ye geçişini tescil ettirdi. Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist bloka karşı, Avrupa ABD etrafında kenetlendi. Batı, Sovyet baskısı karşısında sadece askeri olarak değil ekonomik ve mali olarak da Amerika’ya bağımlı hale geldi

Sovyetler Birliği ise İkinci Dünya Savaşı’nda nüfusunun üçte birini, ekonomik kaynaklarının çoğunu kaybetmesine karşın, Nazi Almanya’nın yenilmesinde oynadığı belirleyici rol nedeniyle savaşın kazananları arasında yer almıştır. Üstelik Avrupa’nın doğusunda birçok ülke sosyalizm modelini seçerek SSCB’yi yalnızlıktan kurtarmış ve sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşmesine yol açmıştır.

1945’ten Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, daha somut olarak Sovyetlerin dağıldığı 1991’e kadar geçen süreçte dünya tarihini ABD’nin başını çektiği kapitalist batı bloku ile SSCB’nin başını çektiği Sosyalist doğu arasındaki mücadele belirlemiştir. Her iki tarafın (ABD ve SSCB) elindeki nükleer silahlar sadece birbirlerini değil, dünyayı da moloz yığınına dönüştürebilecek seviyedeydi. Nükleer silahlar alanındaki bu dehşet güç dengesi yarım yüz yıl boyunca taraflar arasında sıcak bir savaşın çıkmasını engelleyen yegâne faktör oldu.

Birincisi gibi İkinci Dünya Savaşı esas olarak bir Avrupa savaşıydı, savaştan en çok etkilenen de Avrupa oldu. Avrupa, ABD ve SSCB nüfuz alanları olarak ortadan bölündü, iki kutba ayrıldı. Söz konusu bölünme ve kutuplaşma sadece Avrupa’yla sınırlı kalmadı, dünyanın geri kalan önemli bir bölümü de söz konusu kutuplaşmaya göre saflaşmak zorunda kaldı.

Konumuz açısından altı çizilmesi gereken nokta şu; iki kutuplu soğuk savaş dünyası, keskin ve kalın çizgilerle bölünmüş bir dünyaydı. Tarafların toptancı bir anlayışla kendi müttefiklerini dost, karşıdakini topyekun düşman; kendi tarafındakini iyi, karşı taraftakini kötü; kendinden olanını beyaz, ötekini siyah gördüğü bir dünya söz konusuydu.

Taraflar (ABD ve SSCB) oluşmuş statükonun bozulmaması için zımnen anlaşmış gibiydiler. Söz konusu katı ve donmuş güç dengesi gereği iki kutuptan herhangi bir ülkenin saf değiştirme şansı, bağımsız politika yürütme marjı yok denecek kadar azdı. Örneğin, Yugoslavya'da 1948'deki ayrılık girişimleri, 1953'te Doğu Almanya'daki işçi ayaklanması, Polonya'daki karışıklıklar, 1956 Macaristan ihtilali, 1968'de Prag baharı Sovyetler tarafından bastırılmış, kol kırılmış yen içinde kalmıştı. (1)

Benzer şekilde NATO üyesi ülkelerdeki her toplumsal sol kaynaklı muhalefet şiddetle bastırılıyor, rejimlerin tehlikeyle karşılaştığı ülkelerde ABD’nin desteklediği askeri darbeler yoluyla düzen tekrar sağlanıyordu. 1960-70’li yıllarda İtalya’da oyların üçte birini alan Komünist Parti’nin iktidara gelişi engellenmiş, Türkiye’de rejimi tehdit eden Kürt ulusal ve sol hareketinin önünü kesmek için NATO desteğinde askeri darbeler gerçekleştirilmişti.

Soğuk savaş döneminin diğer bir özelliği, birçok bölge ve ülkedeki önemli sorunların soğuk savaşın gölgesinde kalmış olmasıydı. Soğuk savaş söz konusu ülkelerdeki etnik ve ulusal sorunların üstünü örterek onların ön plana çıkmasını engelledi. ABD ve SSCB kendi nüfuz alanlarındaki ülkeleri zayıflatacak girişimlerden uzak durdu, her türlü anti demokratik uygulamalara göz yumdu. Soğuk Savaş’ın gölgesi altında on yıllarca kaderine terk edilen sorunlarından biri de Kürt sorunu oldu. Örneğin Batı Türkiye’yi zora sokmamak adına Kürt sorununu ve her türlü hak ihlalini görmezlikten gelirken, SSCB ve sol kesim de Kürt meselesini parçanın bütüne feda edilmesi perspektifi içinde değerlendiriyordu.

Soğuk Savaş boyunca ABD ve SSCB doğrudan bir çatışmadan kaçınmalarına rağmen Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sıcak savaşlar hiç durmadı. SSCB’nin desteğiyle her üç kıtada birçok ulusal kurtuluş hareketi bağımsızlığını elde etti.  ABD, Vietnam ve Kore’de doğrudan girdiği savaşlarda büyük bir hezimetle karşılaştı.

Soğuk Savaş sonu…

1991 yılına gelindiğinde, iki kutup arasındaki rekabet sosyalist bloğun, ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlandı (Konumuzla doğrudan ilgisi olmadığı için SSCB’nin çöküşü üzerinde durulmayacaktır). Amerika artık tek küresel süper güç payesinin tartışılmaz sahibiydi. Sadece 20. yüzyılın değil, aynı zamanda 21. yüzyılın da Amerikan yüzyılı olması kimilerine göre mukadder görünüyordu. Başkan Clinton da W. Bush da bu iddiayı güvenle tekrarlıyorlardı. Akademik çevreler de Soğuk Savaş’ın sonunun aslında ‘tarihin sonu’ anlamına geldiğini öne süren öngörülerde bulunuyordu. Liberal demokrasinin zaferi kesin ve nihai olarak ilan ediliyordu. Liberal demokrasinin ilk olarak Batı’da ortaya çıktığı göz önünde bulundurulduğunda, zımni varsayım, bundan sonra Batı’nın dünya için belirleyici standart olacağıydı.

Brzezinski’nin dediği gibi ancak böylesi bir süper-iyimserlik fazla sürmedi. Clinton döneminde başlayan ve Buşh döneminde devam eden kendini tatmin ve serbesti kültürü, yüzyılın bitiminde borsa balonunun patlamasına ve on yıldan az bir süre sonra da tam ölçekli bir finansal çöküşe yol açtı. Oğul Bush’un görkemli tek yanlılığı Ortadoğu’da savaşın hüküm sürdüğü ve Amerika dış politikasının raydan çıktığı bir on yıla mal oldu. 2008 yılındaki felaket, korkunç bir ekonomik bunalımı beraberinde getirirken, Amerika’yı ve Batı’nın büyük bir bölümünü, kontrolsüz açgözlülüğü karşısındaki sistemik açmazıyla karşı karşıya getirdi.

Buna karşın Çin’de ve diğer Asya ülkelerinde, ekonomik liberalizm ve devlet kapitalizminin şaşırtıcı karışımı, ekonomik büyüme ve teknolojik yenilik sonucu ortaya hayret verici bir güç çıktı. Bu da Amerika’nın en önde gelen dünya gücü olarak statüsünün geleceği ile ilgili yeni bir endişeye sebep oldu. (2)

Çok kutuplu dünya, çoklu küresel iktidar

21. yüzyılın ilk on yılında, Çin ani bir hamleyle önde gelen dünya güçleri arasına yükseldi. 1978’de Deng Xiaoping’in devlet kontrolünde serbest piyasa ekonomisine yönelerek dışa açılması ülkenin ulusal ekonomisinde önemli bir sıçramaya yol açtı. Çin sadece ekonomik alanda kaydettiği büyümeyle değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği yüksek ihracat, geliştirdiği ileri teknoloji, sahip olduğu nükleer silah ve yüksek nüfusuyla günümüzde uluslararası hiyerarşide ABD’nin hemen altında yer almaktadır. Çin’in bu yükselişi Batı’nın mutlak üstünlüğünün sonuna gelindiğine ve küresel ağırlık merkezinin Doğu’ya doğru kaydığına işaret etmektedir.   

Asya’da hızla yükselen ülkeler arasında Japonya ve Hindistan dikkat çekici bir gelişme göstermektedir. Japonya İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı ağır yenilginin ardından ileri teknolojiye dayalı ekonomik kalkınmaya hız vermiş, ülkeye giren sermaye girişi ve yüksek tasarruf oranlarıyla dünyanın ekonomik büyüklük sıralamasında üçüncü sırada yer almıştır. Hindistan ise yüksek nüfusu, ihracat odaklı ekonomik modeli, ileri teknolojisi ve sahip olduğu nükleer silahlarıyla önemli bir küresel aktör konumundadır.

Rusya eski gücünü kaybetse de zengin petrol ve doğalgaz yatakları, ABD’den sonra ikinci nükleer güç olarak küresel iktidar hiyerarşisinde üst basamaklarda yer almaya devam etmektedir.

Avrupa 19.yüzılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki küresel liderliğini kaybetmiştir, askeri olarak ABD’nin koruma şemsiyesine muhtaç durumdadır. Buna karşın AB ekonomik, sosyal ve siyasal modeliyle önde gelen küresel bir oyuncudur. AB’nin liderleri durumundaki İngiltere, Fransa ve Almanya’nın her birinin küresel liderlik hiyerarşisinde bir ağırlığının olduğu kesindir.

ABD ise hala en gelişmiş ekonomiye, en büyük mali etkiye, en ileri teknolojiye ve askeri güce sahiptir. ABD bütün bu açılardan rakipsiz görünse de bu tablonun uzun vadede sürdürülmesi zor görünmektedir.

Söz konusu iddialı küresel aktörlere Latin Amerika’da Brezilya, Güneydoğu Asya’da da Endonezya eklenebilir.

Bu bölümü toparlamak gerekirse;

Dünyadaki mevcut küresel liderlik bakımından bir dağınıklık ve parçalanma söz konusudur. Bu durum liderlik konumundaki aktörlerin uzlaşmasını zorlaştırmakta, istikrarsız bir küresel güç denklemi ihtimalini güçlendirmektedir. Günümüzde Amerika’nın uluslararası liderliğiyle ilgili belirsizlik; Avrupa’nın dünya meselelerindeki merkezi rolünün sona ermesi ve AB’nin siyasi iktidarsızlığı; Rusya’nın uygulamakta aciz kaldığı küresel liderlik özlemi; Çin’in çok geçmeden küresel üstünlüğe yükseleceği spekülasyonu; Hindistan’ın yaşadığı iç ve dış sorunlara rağmen dünya gücü olarak kabul edilme arzusu ve Japonya’nın küresel ekonomik ağırlığını politik alana tahvil etmekteki  isteksizliği bir araya gelince birbirinden bağımsız, parçalı bir küresel liderlik gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Bu durum soğuk savaş döneminin yol açtığı görece istikrardan farklı olarak, kakofonik ve istikrarsız bir uluslararası denklem ortaya çıkartmış görünüyor.

Bu konuya devam edeceğim….


(1)  Eric J. Hobsbawm
Kısa 20. Yüzyıl / 1914-1991 Aşırılıklar Çağı
Everest Yayınları

(2) Zbigniew Brzezinski
Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı
Timaş Yayınları İstanbul 2010

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89