• BIST 9880.13
  • Altın 2435.681
  • Dolar 32.5203
  • Euro 34.8906
  • İstanbul 18 °C
  • Diyarbakır 30 °C
  • Ankara 27 °C
  • İzmir 25 °C
  • Berlin 13 °C

Otobandan önceki son çıkış

Bayram Bozyel

Corona virüsünün dünyada yol açtığı insani tehdit ve panik ortamından yola çıkarak dünden bugüne insanlık hali üzerine iki yazı yazdım. Coronavirüs salgınının insanlık için oluşturduğu yıkıcı potansiyelin boyutları, meseleye sakin, geniş, tarihsel bir çerçeveden bakmayı gerektiriyor. Coronavirüs salgını günün birinde elbette kontrol altına alınıp bu tehdit aşılabilir. Ne var ki homo sapiensin, kendi tarihsel yürüyüşünün yol işaretlerini, bildik alışkanlık ve davranış kalıplarını ve gelecek tasavvurunu değiştirmeden yola devam etmesi halinde, onun daha nice belalarla helak olması kaçınılmaz.

Coronavirüs salgını ve sonrasında insanlığı nasıl bir gelecek beklediği konusuna gelmeden önce değinmek istediğim iki konu daha var: Birincisi yoksulluk, gelir eşitsizliği ve bu alandaki küresel dengesizlik; ikincisi ise çevre sorunu ve küresel ısınma.

Biri yer diğeri bakar, kıyamet ondan kopar

İnsanlık tarihinin son kırılma eşiklerinden birisi sömürgecilik sistemiydi. 15. Yüzyılda başlayan modern sömürgecilik çağına öncülük eden Avrupalı güçler, 20 yüzyılın başına gelindiğinde dünyanın geri kalanının tümünü hoyratça bir sömürü ve yağmaya tabi tutarak, bu ülkelerdeki doğal ve insani kaynakları felç etmişlerdi. Dünya nüfusunun %10’u, dünyanın geri kalan nüfusunu köle olarak zincire vurmuştu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1960’lı yıllara gelindiğinde dünyada sömürgecilik bir sistem olarak çöktü. Ulusal bilinç ve kimliğin geliştiği sömürge ve yarı sömürgelerdeki ezilen halklar, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık için yeni bir atılım başlattı. Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist blokun sağladığı destek ulusal kurtuluş hareketleri için büyük bir motivasyon oluşturuyordu.

Öte yandan doğrudan ve çıplak sömürgecilik sistemi, sömürgeci emperyalist metropoller için sürdürülemez bir noktaya ulaşmış, maliyeti artmaya başlamıştı. Giderek açık işgal ve geleneksel sömürgeci yöntemlerle sömürgeleri kontrol altında tutmak zorlaştı. Dekolonizasyon denilen bu süreçte sömürgeci devletler değişik ekonomik ve siyasi imtiyaz karşılığında sömürgelerden çekildi ve iktidarı yerel unsurlara teslim etti. 1960-70’li yıllarda 60’tan fazla yeni bağımsız devlet tarih sahnesine çıkmıştı.

Ancak bu ülkeleri yeni bir tuzak bekliyordu; yeni sömürgecilik süreci.

Emperyalist ve sömürgeci ülkeler, sömürgelerden anlaşmayla çekilmiş, ancak o ülkelerde sömürge döneminin bütün sömürücü ekonomik ve siyasi mekanizmaları olduğu gibi kalmıştı. Öte yandan yeni bağımsız devletler yeterli bir ekonomik altyapıdan yoksundu ve bu durum onları dış desteğe muhtaç kılıyordu. Metropol ülkeler bu açmazı görerek eski sömürgeleri yeni bir sömürü cenderesi içine soktu. Yeni bağımsız devletlere verdikleri borçlarla onları kendilerine iyice bağımlı hale getirdiler. Yeni sömürgelerin ekonomik yapıları, ihracat ve ithalat sistemleri metropol ekonomilerinin ihtiyaçlarına göre planlandı. Sömürü çift yönlü işliyordu. Metropol ülke, sanayi ürünlerini bu ülkelere pahalıya satarken, onlardan hammaddeyi ucuza satın alıyordu. Bu durum yeni bağımsız ülkeleri yeniden derin bir yoksulluk, ekonomik ve siyasi girdaba soktu.

Bağımsızlığa kavuşan ülkelerin yeni elitleri ise buna dünden hazırdılar.

Bağımsızlıktan sonra iktidara gelen yerel elitler eski sömürge döneminin kurumlarını olduğu gibi korudular. Bağımsızlık sonrası iktidara gelen yerli elit ve liderler sömürgecilerden aldıkları sömürücü ekonomik ve siyasi kurumları korumakla kalmadılar, daha da yozlaştırıp içinden çıkılmaz hale getirdiler. 

Alman Sosyolog Robert Michels’in Oligarşinin Tunç Yasası dediği mantık bu ülkelerde trajik bir biçimde hükmünü icra ediyordu.

Michels’e göre, oligarşilerin ve aslında tüm hiyerarşik örgütlerin iç mantığı öyle işler ki, iktidardaki egemen elit gidip, yerine tamamen yeni bir grup kontrolü ele geçirdiğinde bile, sistem onu kısa zamanda kendisine adapte eder.

Dahası sömürücü siyasal kurumların olduğu rejimlerde iktidar kıymetlidir; çünkü denetime tabii değildir ve ekonomik zenginlik getirir. Bu durum, devleti kontrol etmek için iç çatışmaları teşvik eder.

Aşağıdaki örnek otoriter siyasi yapılarda Oligarşinin Tunç Yasası’nın nasıl işlediğine örnektir.

Etiyopya’da 1974 yılında Derg adında Marksist bir grup yıllardır ülkeyi yöneten İmparator Haile Selassie iktidarına son verir, imparatorluk yönetimini ilga eder ve güya halkçı bir sistem inşasına girişir. Ancak bir süre sonra askeri cunta içinde iç mücadele başlar. Askeri cuntanın en insafsız ve zeki kadrosu olan Binbaşı Mengistu 1978 yılında çökmekte olan rejimin kontrolünü ele geçirir.

Mengistu başa gelir gelmez, Selassie’nın boş durmakta olan İmparatorluk Sarayı’nı mekân seçer. Ve İmparartorluk döneminde işler nasıl yürütülüyorsa öyle yürütmeye başlar. İmparator Selassie gider, oligarşik sistem olduğu gibi kaldığı için, iktidarı ele geçiren Marksist Mengistu kısa sürede imparatora dönüşür.

Bu döngünün yol açtığı sonuç; iç iktidar kavgaları, siyasi ve ahlaki yozlaşma, ekonomideki çeteleşme, metropoldeki patronlara yaltaklanma vb. siyasi ve ekonomik sürecin çürüme ve kokuşması oldu. Bağımsız ülkelerdeki komprador elitler (buna üçüncü dünya ülkelerininki de dahil) iktidarlarını sürdürmek için kendi haklarına karşı aslan kesilirken, yeni sömürgecilere uşaklık etmekte hiçbir beis görmediler. 

Gerçi ulusal bağımsızlıklarını ekonomik bağımsızlıkla sürdürmek isteyen liderler olmadı değil. Ancak onlar da emperyalist odaklar tarafından çeşitli yöntemlerle tasfiye olmaktan kurtulamadılar.

İran’da Petrolü millileştiren Musaddık 1953 yılında CIA’nın arkasında olduğu bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı, 1954 de toprak reformu yaparak ‘kötü örnek” olan Guatemala devlet başkanı Jacobo Arbenz bir darbeyle etkisizleştirildi, Bandung Konferansı’nın ve Bağlantısızlar Hareketinin önemli şahsiyetinden biri olan Endonezya Devlet başkanı Ahmet Sukarno 1965 de kanlı bir darbeyle iktidardan indirildi, bakır madenlerini millileştiren Şili’nin sosyalist devlet başkanı Salvador Allende 1973’de yine CIA tarafından tertiplenen bir faşist darbeyle öldürüldü.

Şimdi dünyadaki yoksulluk ve gelir eşitsizliğindeki dengesizliğin gerçek boyutlarını anlamak için verilere bakalım.

Günümüzde dünyanın en fakir 10 ülkesinin kişi başı geliri ortalama 1,030 dolar iken, en zengin 10 ülkenin ortalama kişi başı geliri bu rakamın 77 katına eş değer; 79,579 dolardır.

Halbuki 19. yüzyılın sonlarında en zengin ülkelerin geliri en fakir ülkelerin toplam gelirinin sadece 3 katı idi, 20. yüzyılın ortalarında bu rakam 15 katına çıktı, günümüzde ise 77 katına ulaşmıştır. Demek ki gelir eşitsizliği dünden bugüne artarak yükselen bir trend izlemiştir.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2015 yılındaki bir araştırmasına göre dünyadaki yetişkin nüfusun %71’i küresel servetin %2,7’sine sahipken, en zengin %0,7’lik nüfus dünya servetinin %45,9’una sahiptir. Dolar milyoneri olan bu nüfusa, serveti 100.000 dolar ile 1 milyon dolar arasında bulunan zenginler eklendiğinde, bu iki grubun dünya nüfusunun %8,6’sını oluşturduğu ve küresel servetin %85,6’sına sahip olduğu görülmektedir.

Güncel bir araştırma 2017 yılında dünyanın en zengin 42 kişisinin dünya nüfusunun %50’si ile eşit mal varlığına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Mesela General Motors’un yıllık cirosu bir dönem Danimarka’nın GSMH’ından fazla, Exxon’un cirosu da Portekiz’in GSMH’ından daha fazlaydı. En büyük dört çokuluslu şirketin yıllık cirosu tüm Afrika kıtasının GSMH’ının üstündeydi.

Dünyada bugün 2,1 milyar civarında insan evlerinde temiz suya erişim sağlayamamaktadır. Ayrıca 821 milyondan fazla insan da açlık çekmektedir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda yoksulluk tanımına dahil insan sayısı 200 milyon kadardı. 1990’ların sonlarına doğru bu sayı 2 milyarı aştı.

Altı çizilmesi gereken bir nokta şu ki, yoksulluk sadece yoksulluk değil; yoksulluk aynı zamanda eğitimde yetersizlik, çağdaş sağlık imkanlarından yoksunluk, sağlıklı beslenme, barınma ve güvenli yaşam koşullarına ulaşmamaktır. Bu kara listeye erken çocuk ölümlerini, yaygın ve ölümcül hastalıkları, yaşama süresinin kısalmasını da ekleyebiliriz.

Bu arada dünyanın en yoksul ülkesinin Sahra altı Afrika’da bulunduğunu kaydedelim.

Şimdi soru şu; bunca yoksulluğun, gelir eşitsizliğinin ve toplumsal adaletsizliğin yaşandığı bir dünyada barış ve istikrardan söz edilebilir mi? Deneyler gösteriyor ki ekonomik eşitsizliğin olduğu bir yerde siyasi eşitlik de mümkün değil. Bu şu demek aynı zamanda, mevcut kapitalist ekonomi çağında gerçek anlamda bir demokratik düzen kurulamaz.

Küresel ısınma

Günümüzde insanlığı bekleyen en büyük tehlikelerden biri de çevre kirliliği ve küresel ısınmadır. Söz konusu tehlike yağış düzeninde yaşanan hızlı değişimler, artan su baskınları, büyük can ve mal kayıplarına yol açan yangınlar, pandemik hastalıklar, çekirge sürüleri şeklinde şimdiden karşımıza çıkmaktadır.

BM tarafından koordine edilen ve 40 ülkeden 600 bilim adamını bir araya getiren Hükümetler arası Küresel Isınma Paneli (IPCC) 4. Değerlendirme Raporuna göre küresel ısınmanın %90 oranında insan faaliyetlerinden kaynaklandığı belirtilmektedir.

Karbondioksit salınımının en yüksek düzeyde seyrettiği bölgeler başta Çin ve ABD olmak üzere gelişmiş sanayiye sahip ülkelerdir. Hindistan, Rusya ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleri bu iki gelişmiş ekonomiyi takip ediyor. Fosil yakıtların (petrol, kömür, doğal gaz) kullanımı, ormanların yok oluşu, aşırı tarım yapılması, atmosfere büyük miktarda karbondioksit ve diğer sera gazlarının salınmasına sebep olmaktadır. Atmosferde bu gazların miktarının artması ise yerkürede ısınmayı büyük oranda artırmaktadır.

16.02.2001 tarihinde Cenevre’de açıklanan BM Çevre Raporu’na göre, bu gidişata dur denilmezse 2100 yılına kadar ortalama hava sıcaklığının 1.4 derece ile 5.3 derece arasında artacağı, buzulların erimesiyle denizlerin 8 ile 85 cm kadar yükseleceği ifade edilmektedir. Söz konusu rapora göre, küresel ısınma sonucu bütün kıtalarda yağış miktarı azalacak, tarım rekoltesi düşecek, tropik kasırgalar artacak, yaygın kuraklıklar baş gösterecek, büyük sel felaketleri yaşanacaktır. Ayrıca bu sürecin sonucunda Alp Dağları buzullarının yarısının yok olması, buzulların erimesiyle deniz seviyesinin yükselmesi ve büyük dalgaların oluşması mümkündür. Sıtma ve koleranın artacağının belirtildiği raporda deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak çok sayıda küçük ada ve kıyı kentlerinin sulara gömüleceği ve dünyanın bilinmezlerle dolu bir geleceğe yol alacağı belirtilmektedir. Raporun sonunda küresel ısınmayı durdurmak için bütün ülkelerin karbondioksit gaz emisyonunu % 5 oranında azaltarak doğayı etkilemeyen yeni endüstri politikalarına yönelmesi çağrısında bulunulmaktadır.

Bu raporun işaret ettiklerinin onda birinin gerçekleşmesi bile kıyametin eşiğine geleceğimizin işaretidir. Ondan sonra doğanın kontrolden çıkmış çıldırmış halini hiç kimse durdurmayacak.

Dünyadaki mevcut obur ve doyumsuz ekonomik modelin varacağı son noktada olabilecek şey, uygarlığımızın tabutuna son çiviyi çakmak olacak. Buna silahlanma yarışındaki çılgınlığın yol açacağı felaketi eklemiyorum bile.

Uçuruma yuvarlanmadan önce hala bir şansımız olabilir; varoluş hikayemize ilişkin köklü bir zihniyet değişikliğine gitmek; insan, doğa, çevre, etik odaklı yeni bir yolculuğa başlamak...

Gelecek yazıda Corona belasını yazmaya çalışacağım...

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89