Geçtiğimiz günlerde basına düşen bir haber ne yazık ki çok az kişinin dikkatini çekti. DİHA’nın haberini, duyarlı basın yayın organları dışında ana akım medya neredeyse hiç görmedi.
Basına düşen haberde, Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Budaklı, Kürtçe ismiyle Kerşafê köyüne ancak 18 yıl sonra gidebilen savcılığın, 1995 yılında askerlerce taranarak katledilen Mehmet Emin Atuk, Abdulkadir Demir, Hizni Bilmen ve Şakir Demir’in akıbetiyle ilgili keşif yaptıkları yazılıyordu.
Keşif sonrasında Midyat Sulh Ceza Hâkimi, tek delil olarak 18 yıl önce taranan köydeki bazı ev ve ağıllara isabet eden mermilerin izine rastlamış.
18 yıl önceden bugüne kalan sadece birkaç mermi izi...
Köy tarandıktan sonra evlerden alınarak köyün dışında öldürülen ve cesetleri yok edilenlerin izine ise hala rastlanmış değil.
Mehmet Emin Atuk, Abdulkadir Demir, Hizni Bilmen ve Şakir Demir’in taranarak öldürüldüklerini köydeki herkes biliyor ama öldürülenlerin cenazelerinin nereye gömüldüğünü, cenazelere ne yapıldığını bilenler sadece devletin o dönemdeki görevlileri, askerler...
***
Uzun yıllar sonra, 2000 yılında öğretmenliğe başladığımda atamam sınıf öğretmeni olarak Mardin’in Midyat ilçesinin Kerşafê köyüne yapıldı.
Kerşafê, Midyat’a 4 km uzaklıkta, ikisi de yıkık eski kiliselerden anlaşıldığı kadarıyla kadim bir Hıristiyan köyüydü.
Birkaç öğretmenle beraber köye gittiğimizde, okulun yıkıldığını, ağıl olarak kullanıldığını gördük. 200 haneli köyden geriye 60’a yakın hane ve 20 kadar korucu kalmıştı.
Köyün korucuları bildik koruculara benzemiyordu. Köyün tamamen boşalmaması için 1995’teki katliamdan sonra 20 kişi jandarma baskısıyla silah almıştı.
Korucuların tek yaptığı gece nöbetiydi. Operasyonlara çıkmıyorlardı.
Midyat’ın Araplarla yoğun Estel kesiminde yaşadığımızdan köyün yurtsever kokusu bizim için de nefes alanıydı.
Her şeye rağmen teslim olmamışlar, jandarma’nın her gelişinde köyde küçük bir topluluk olarak kalsalar da devlete karşı dik duruşlarını sürdürüyorlardı.
***
Henüz öğretmen eksiği olduğu için kısa bir müddet 4. ve 5. sınıf öğrencilerine birleştirilmiş sınıf olarak ders veriyordum.
Türkçe derslerinde adettendir. Öğrencilerden, yaşamlarında iz bırakan veya hiç unutamadıkları bir anılarını ‘kompozisyon kurallarına uygun olarak’ yazmaları istenir.
Naime, okul birkaç yıl kapalı olduğu için yaşı arkadaşlarından biraz fazla olan kız öğrencilerimden biriydi.
Sınıfın en ağır başlısı, aynı zamanda başkanıydı.
O da verdiğim ödevi yapmış, unutamadığı bir ‘anısını’ yazmıştı, kargacık burgacık bir kâğıda...
Köyü basan askerlerin babasıyla birlikte 4 kişiyi nasıl köyün dışına çıkardıklarını, nasıl taradıklarını, daha sonra cenazeleri nasıl askeri araçlara yükleyerek götürdüklerini en ince ayrıntısına kadar belirtmişti. Ertesi gün babasının katledildiği yerdeki kan izlerinin küçük yüreğinde bıraktığı etkiyi de eklemişti, o kısa kompozisyonuna.
Naime’yi çağırıp sadece alnını öpebilmiştim.
***
Yaşanan katliamdan 18 yıl sonra basına düşen haberi ilk okuduğumda bu yaşadıklarımı anımsadım.
Ne yazık ki Naime’nin gözlerinin karasını unutmasam da adını unutmuştum. Sosyal medyada yazdığım kısa notu okuyan bir arkadaş ismini hatırlattı. Sakladığımı sandığım o kompozisyon kâğıdını da bir türlü bulamadım.
Ama ne Naime’nin yazdıklarını, ne de yazdıklarını okuduktan sonra göz göze geldiğimizde dolan gözlerimizi unutmuş değilim.
Devlet ise herşeyi yeni duymuş gibi köye keşfe gidiyor; kendi arşivindeki delilleri görmezken 18 yıl önceden kalan mermi izlerinden katillere ulaşmaya çalışıyor.
Sorsalar ya Naimelere, onlar katilleri elleriyle bulmuş gibi gösterirler devlete...
Sorsalar ya Kerşafê’ye, Midyat’a, bir türlü gidemedikleri Fırat’ın öte yakasındaki Kürt halkına, onlar katilleri elleriyle bulmuş gibi gösterirler devlete...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.