• BIST 10173.42
  • Altın 2448.97
  • Dolar 32.2743
  • Euro 34.9166
  • İstanbul 12 °C
  • Diyarbakır 15 °C
  • Ankara 5 °C
  • İzmir 16 °C
  • Berlin 15 °C

Kapitalizmin yeni korkusu: Küreselleşme karşıtları (4)

Fehim Işık

Elbet bugün kapitalizm karşısında güçlü bir sistem yoktur ama henüz organize olmasa da ciddi bir “Küreselleşme Karşıtları” hareketinden söz etmek mümkündür. Küreselleşme Karşıtları, hiç de yalnız başına sosyalistlerin önderlik ettiği, kapitalizmi alaşağı etmek amacıyla oluşmuş bir organizasyon değil. Öte yandan Küreselleşme Karşıtlarının büyük çoğunluğunun kapitalizmle bir sorunları da yok. Önemli bir kesimi, kapitalizmin sonuçlarıyla uğraşıyor ve topluma yansıyan sonuçların değiştirilmesiyle ilgileniyor. Öyle ki, sektörsel bazda kârın eşit dağılımı yani kârda adalet de, küreselleşme karşıtlarının önemli bir politikası haline gelmiş durumda. Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların isim ve amaç değişiklikleriyle reorganize edilerek geniş kesimlerin lehine kullanılması, bu kurumların yoksulluğun ortadan kaldırılması, işsizlik ve açlığı yok etmek için yeni politikalar üretmesi, Küreselleşme Karşıtlarının önemli bir bölümünün politikasını oluşturuyor. En önemlisi ise, ekonomik ve siyasi alanda saydamlık, katılımcılık ve demokratlık, Küreselleşme Karşıtlarının üzerinde en çok uzlaştığı politikalardır.

Küreselleşme Karşıtları hareketinde ortaya çıkan bir diğer olgu da, bu hareketi oluşturanların önemli bir bölümünün, belki de yüzde 90’ının “baldırı çıplaklar” olarak tabir edilen genç işsizler ile yoksullardan oluşmasıdır. Bu hareket içinde işçilerin/proleterlerin örgütleri aracılığıyla temsili düzeyde bulunduklarını, söylemek, yanlış bir tespit olmasa gerek. Artık birçoğu uluslararalılaşan işçi/emekçi örgütleri ellerindeki büyük maddi birikimi ve örgüt gücünü kullanarak, Cenova’da görüldüğü gibi büyük eylemleri organize edebiliyorlar. Ancak bu eylemlere kendi üyesi olan “proleterler” yerine, daha devrimci bir dinamik olduğu aşikar olan “baldırı çıplakları” katmaktan, gösterilerin, tepkilerin “baldırı çıplaklar” gösterisi ve tepkisi olmasını sağlamaktan öteye gidemiyorlar.

Elbet Küreselleşme Karşıtlarının içinde bir birlik olduğunu söylemek, ya da bu kesimlerin tümünün aynı düşündüğünü varsaymak doğru değil. Ancak geneli itibariyle Küreselleşme Karşıtlarının politikası ve katılımcıları, aşağı yukarı, yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibidir. 

Herkes bir şeye karşı... 

Marx, güçlü devrimci dalganın kapitalizmin güçlü olduğu merkezlerde gelişeceğini ve sosyalist iktidarın buralarda olgunlaşacağını öngörmüştü. Marx’ın öngörüsünde bu devrimci dalgayı yaratacak olanlar ise üretenlerdi. Marx’ın öngörüsü gerçekleşmedi. Geri, yarı feodal Çarlık Rusyası’nda Lenin ve arkadaşları, 17 Ekim Devrimini gerçekleştirdi.

17 Ekim Devrimi, elbet dünyanın değişimidir; elbet, ezilenlerin kapitalizm karşısındaki en büyük zaferidir. Ancak bu devrim, ezilenlerin bu büyük zaferi, 70 yıldan birazcık fazla sürebildi; “devrimin evlatları” 70 yıllık iktidardan sonra kapılarını kapitalizme açtı, açmak zorunda kaldı. Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelerde sosyalistlerin hâlâ iktidarlarını sürdürmeleri, bunların kapılarını kapitalizme açmadıkları anlamına gelmez. Birkaç yıl önce Fener Rum Patriği’ni ülkesinde ağırlayan ve Küba’daki ilk kilisenin kurdelesini Patrik’le birlikte kesen Castro’nun, ülkesine yatırım yapmak için yabancı sermayeye çağrıda bulunması, Lenin’in NEP politikalarıyla karşılaştırılamayacak kadar kapitalist bir politikadır.

Bugün dünya, Marx’ın öngörüsüne daha yakındır. Kapitalizmin arka kapıları artık geçmişteki gibi değil. Meksika’da görüldüğü gibi, yoksullar, dünyayı artık kapitalizme dar edeceklerini söylüyorlar. Küreselleşme Karşıtları, Sosyal Forumcular ve daha birçokları sermayenin sistemi olan kapitalizmin politikalarına (bunların önemli bir kesimi ise bu politikaların sonuçlarına) karşıdırlar.

Herkes bir şeye karşı ve herkesin karşı olmasının temelinde yatan gerekçeler birbirinden farklı... Asıl olarak karşı olunan ise kapitalizmin kendisi veya sonuçları... Bu durumda, sosyalistler açısından esas alınması gereken olgu nedir? Günümüzün bu etkin hareketliliğini nasıl yorumlamalıyız?

Eğer tüm bu gelişmeler karşısında sosyalizm, bir kez daha “proletarya diktatörlüğü” olarak formüle edilir ve “Mülk kamunundur. Bu nedenle işçi ve işveren yok, yalnızca toplumun ve mülkün gerçek sahibi olan işçiler vardır; örgütlenme ve iktidara gelme hakkı da yalnızca onlarındır,” denilirse, hiç kuşku olmasın sosyalistler bir kez daha sınıfta kalır. Bu durumda sosyalistlerin politikaları geçmişteki Ütopyacılardan farklı olmaz.

Bilindiği gibi, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel farklılık, üretim araçlarının mülkiyeti esasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizmde üretim araçları bireylerindir ve bunlar kâr için kullanılır. Bunun yarattığı hırs, aşılmaz sorunları da beraberinde getirir. Sosyalizmde ise üretim araçları toplumundur ve bunlar israfı dışlayan belli bir plân dahilinde toplumun tümü için kullanılır.

Bilimsel sosyalizmin bu temel örgüsü, ya da üretim araçları ve üretim ilişkilerinin yorumlandığı bu bilimsel protobakış, geçmişin üretim araçları ve üretim ilişkileri ihtiyacına yanıt olabiliyordu. Oysa günümüzdeki üretim araçları ve bu araçların yarattığı yeni üretim ilişkileri, mülkiyet kavramının da, üretici güçlerin de, işçilerin de, mavi yakalıların da tanımının yeniden yapılmasını, yorumlanmasını; dolayısıyla bilimsel sosyalizmin güncelleştirilmesini de zorunlu kılmaktadır. Bugün evlere kadar bile giren ve yerine göre önemli kazançlar sağlayan, hatta birkaç yıllık çabayla kapitalizmin simgesi General Motors’u bile gölgede bırakan Microsoft gibi koca bir devi yaratabilen bilgisayar gibi üretim araçları ile bu aracın yan ürünü olan internetin ortaya çıkardığı sonuçların nasıl yorumlanması, nasıl değerlendirilmesi, hangi kıstasa alınması gerektiği bile, önemli bir sorundur.

Öte yandan Marx’ın tanımladığı azgın kapitalizm, kendi içinden liberalleri çıkardı ve bunlar, sosyalistlerden evrilen sosyal demokratlar ile birlikte “sosyal devlet”i geliştirdi. “Sosyal devletçiler” mülkiyet sorununu, eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda “devlet sorumluluğu” anlayışıyla değerlendirdi ve çözümünü de buna uygun olarak şekillendirdi. Elbet bu alanlarda özel mülkiyetin gelişmesine sekte vurmadı, ancak kendisi de bu alandaki sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınmadı. Sosyalistlerin değerlendirmesi gereken bir olgu da budur. 

Kendine güven ve rakiplerle mücadele 

Peki kapitalizmin kendi içinden çıkardığı “sosyal devlet” olgusu sorunların çözümü için yeterli mi? Elbet değil.

Şurası iyi biliniyor ki; bilimsel sosyalizmde bile, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesiyle tüm sorunların çözüleceği iddiasında bulunulmaz. Sosyalizmin, yalnızca mülkiyet sorununa değil, kapitalizmin bilinen tüm kötülüklerine, sömürüye, açlığa, işsizliğe, sefalete, güvensizliğe çözüm bulacağı ve savaşı ortadan kaldıracağına vurgu yapılarak, insanlığa mutluluk getireceği belirtilir. Bunu da, “Bireysel kâr için bireysel çaba yerine, kolektif yarar için kolektif çaba olarak” tanımlar. Peki sosyalistler, “sosyal devlet” olgusunu daha da geliştiren, “bireysel kâr için bireysel çaba”yı en azından emeğin sömürüsü boyutunda ortadan kaldıran yeni politikalar geliştiremezler mi? Bu politikalarını, karşı politikaları savunan rakiplerinin varlığında, herhangi bir zor yöntemi kullanmadan, kitleleri ikna ederek iktidara taşıyamazlar mı?

Hem bu sorulara açıklık getirmek, hem de bir örnek sunmak amacıyla en azından Küreselleşme Karşıtlarına ve onların politikalarına kısa bir göz atmakta yarar var.

Yukarıda da değindiğim gibi, Küreselleşme Karşıtlarının önemli bir bölümü kapitalizm ile değil onun sonuçları ile ilgileniyorlar. Bu durum özünde kapitalizm karşıtlığıdır; ancak bu durumun kapitalizmi bir bütün olarak ortadan kaldırma amaçlı olduğundan söz edemeyiz. Elbet Küreselleşme Karşıtlarının bu konumuna rağmen, kapitalizmin günümüzdeki en büyük korkusunun Küreselleşme Karşıtları olduğunu söylemek de, yersiz olmaz. Çünkü Küreselleşme Karşıtlarının, bizzat kendisine değil sonuçlarına karşı olsalar bile kapitalizm karşısında isyan etmelerine gerekçe olan pek çok nedenleri vardır ve haklıdırlar.

Küreselleşme Karşıtlarının bir diğer yönü ise, neredeyse tümünün ‘potansiyel sosyalist’ olmalarıdır. Bir ‘aşure’ tarzında da olsa, her bir Küreselleşme Karşıtının, her bir Küreselleşme Karşıtı grubun kendine ait bir ‘sosyalizmi’ vardır. Örneğin Küreselleşme Karşıtları içinde en küçük grubu oluşturan 1968 kuşağı sosyalistlere, Marksist-Leninistlere,  “geçmişe dönük sosyalistler” yakıştırması yapılırken, neredeyse en büyük grubu oluşturan anarşist gençlerin de henüz Bakunin’i bile bir kez okumamış kişilerden oluştuğu iddia ediliyor. Ancak bunların her biri bile, kendince sosyalisttir.

Elbet, Küreselleşme Karşıtları içinde sosyalizmi benimsemeyen ve kapitalist üretim ilişkileri içinde yaşamaktan memnun olanlarda vardır. Bunlar, sosyal demokrat eğilimliler olduğu gibi liberal eğilimliler de olabiliyorlar. Bu kesimlerin, özellikle de sonuncusunun kapitalizmle hiçbir sıkıntısı yoktur ve meşrebince anti-sosyalisttir.

Gelelim işin özüne; sosyalistler bu kesimlerin yaşadığı bir ortamda örgütlenecekler ve bir biçimiyle iktidara gelecekler... Peki, kendileri dışında diğerlerini, örneğin Küreselleşme Karşıtlarının partisel düzlemde örgütlenmelerini yasaklayacaklar mı? Yoksa onlara da kendilerini özgürce ifade etme, hatta kitlelerin oylarını alarak iktidara gelebilme olanağı sunacaklar mı?

Bu soruya verilen yanıtları duyabiliyorum: “İktidarları tartışılır... Ancak onlar yasaklanmayacaklar!”

Öyle ya! Bunlar, sosyalistlerin müttefikleridir.

Peki ya sosyalistlerin müttefiki olmayan liberaller ne olacak? Kapitalizm kendi içinden liberalizmi üretti ve bunlar, özellikle insan hakları ve demokrasi alanında birçok değişikliğin yaşama geçirilmesinde, sosyalistlerden bile etkili olabildiler. Kapitalizmle sorunu olmayan, mülkiyetin, sermayenin bireylerce işletilmesini ve dolayısıyla artı değerin varlığını savunan bu kesimler, iktidara gelme hedefli örgütlenebilecekler mi? Yoksa yasaklanacaklar mı?

Bu soruya verilen yanıtların, olumsuz olduğunu duyabilir gibiyim. Ancak günümüz realitesinin böyle olmadığını, olmayacağını bilmemizde de yarar var, sanırım.

Sosyalistler yıllarca kilise ve camileri kapattılar; verdikleri eğitimle kilise ve camilere ihtiyaç duyulmadığını, halkın hurafelere inanmadığını, bu yerlere gitmek istemedikleri için de cami ve kiliselerin kapanmak zorunda kaldıklarını söylediler. Ancak 70 yıl boyunca süren iktidarın son kuşaklarının cami veya kilise endeksli eğitim almamalarına, hatta buralardan içeri bir kez bile girmemelerine rağmen, 1989’dan sonra ilk gittikleri yerler arasında kilise ve/veya camilerin olması dikkat çekicidir. Öyle ki; Castro’nun kendisi bile, bizzat kendi elleriyle bir kilisenin kurdelesini kesmek zorunda kaldı.

Cami veya kiliseler, belki işin ironisidir. Ancak teokratik, faşist ya da totaliter anlayışı savunmayan farklı sınıf veya katmanların, farklı eğilimlerin kendilerini ifade etmeleri, cami veya kiliselerden çok daha önceliklidir. Yasaklar, baskılar, zora dayalı yöntemler sonuçta kendi karşıtını üretmekten geri kalmıyor. Dünyanın en güçlü ordusu Kızıl Ordu bile, sonuçta kendini ifade etmek isteyenlerin direnci karşısında güçsüz kaldı. Siz birilerini yasaklıyorsunuz diye, onlar yasaklı olmuyor. Ancak siz kendi düşüncelerinize güveniyorsanız, onları bizzat kitlelerin gücüyle alt edebilirsiniz. Kitleler, emekçiler sizi kendi lehlerine gördüğü müddetçe iktidarda tutarlar. Eğer siz kitlelerin, emekçilerin lehine bir şeyler yapamıyorsanız, onların taleplerine yetersiz kalıyor, istemlerini yerine getiremiyorsanız 70 yılda sürse sonuçta sizi iktidardan uzaklaştırabilirler. Ancak siz iradi olarak güçlüyseniz, eksiklerinizden dersler çıkarıyorsanız muhalefette kalmanız bile karşınızdakilerin sizi yok saymasına neden olmaz; gücünüz iktidar üzerindeki etkisini her zaman hissettirir. Yeter ki siz, düşüncelerinize güvenin; düşüncelerinizin doğru olduğunu bilin.

Doğrusu, bu türden bir toplumsal sistemin hukuksal alt yapısı, toplumsal-yönetsel olguları çok iyi örülmelidir. Bunu şimdiden tartışmak erken olabilir. Ancak sosyalistlerin önünde çok uzun ve meşakkatli bir yol olduğu, bu meşakkatli yolda tartışması gereken birçok olgunun içerisinde bu yazılanların belki de en küçük ve en öncelikli kısmını oluşturduğu bilinmelidir.

‘Biz’i büyütmek sosyalistlerin önlerine koyacakları en önemli görevler arasındadır. Ancak şu da unutulmamalı ki, ‘ben’ olmayan ‘biz’ olmayı da beceremez...

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89