Diyarbakır'ın Sur ilçesindeki İçkale hem o kentin hem bu ülkenin, alabildiğine ölüm, kan, işkence çağrıştıran yerlerindendir.
Büyük dikdörtgen bir saha düşünün... Hemen girişte sol kolda, boydan boya uzanan, yıllarca Jandarma Alay Komutanlığı olarak kullanılmış enlemesine uzun bir bina vardır.
Onun yanında sola doğru yayılan eski Diyarbakır Cezaevi binası bulunur.
Cezaevini takip ederek dikdörtgenin sağ tarafına geçtiğinizde avlusu Dicle'ye bakan JİTEM binasına gelirsiniz.
Bunların ortasında, JİTEM ve Jandarma Alayı'nın ara noktasında, kuşatılmış gibi duran eski adliye binası bulunur.
Sorgu, işkence, infaz, karar...
İçkale'nin yakın tarihi bunları ifade eder.
JİTEM binası JİTEM kurucusu ve en kanlı ellerinden Cem Ersever'in karargahıydı...
Yeşil gerek orada, gerek Jandarma Alay Binası'nda fink atmıştı.
1992-1995 arası JİTEM tarafından infaz edilen insanların sorgusu o binalarda yapılmıştı.
Katil itirafçıların yuvası bu alan olmuştu.
Vedat Aydın'ın cenazesinde ateş emri veren, onlarca insanın ölümüne yol açan Yedi Bela İsmet olarak bilenen Alay Komutanı burada görev yapmıştı.
İçkale'ye pek çok kez gittim.
Şimdi boş, bir kısmı çökmüş, son dönemlerde restore edilmeye başlanan o binaları pek çok kez dolaştım, çekimler yaptım, orada yaşanmış anıları dinledim.
Sonuncusunda, Demokrasi Arşivi için Diyarbakır Cezaevi programını çekerken gönüllü mihmandarlığımı dostum Sezgin Tanrıkulu yapmıştı. Avukat olarak bir sanıkla görüşmek talebine, "olur ama, yolda ya da görüşmede ölürsen, kafana bir kurşun sıkılırsa, kimse sorumlu değildir yazacak ve imzalayacaksın önce" diyen Yedi Bela İsmet'in odasını göstermiş, dize kadar gelen uzun çizmelerini elindeki kırbaç vari sopayı anlatmıştı.
Bu alanın her taşıyla, her çakılıyla, tüm donuk tanıklarıyla, bir "hafıza müzesi" haline getirilmesi gerektiğini, karanlığın tüm izlerinin teşhir edilmesi gerektiğini düşündüm hep...
Daha müzelik değilmiş, durum...
Bugün o alanda hâlâ insan suçlarının kanıtları, kayıp insanların parçaları bulunuyor. Tam 19 insanın kafatası çıktı, son yapılan kazılarda...
Şaka değil... 19 kafatası...
Anlamakta zorlanıyorum...
Nasıl oluyor da, bu tür karanlık mezarlar ülkeyi, vicdanı, siyaseti ayağa kaldırmıyor...
Nasıl oluyor da, Kültür Bakanı'nın tesadüfen görmesi sayesinde hükümet, Adalet Bakanı daha hassas olmaya davet edilebiliyor.
Nasıl oluyor da, bu denli derin bir değişim süreci yaşayan bir ülkede, gerektiğinde askerin kozmik odasının altüst edildiği bir dönemde, JİTEM meselesi, Kürtlerin yaşadığı acımasızca infazları gerçekleştiren kurumlar, birimler, kişiler cezasız kalabiliyor.
Muhsin Kızılkaya'nın "Bir Dil Niye Kanar" kitabında o "ölüm sahası"nın Diyarbakır'ı kasıp kavurduğu aylardan birini, 1992 Temmuz'unu şöyle anlatır:
"O yaz hayatımın en sıcak yazı olarak kalmış aklımda, bir daha da çıkmayacak. Korku esir almıştı Diyarbakır'ı. Sokaklar pis ve kirliydi; kaldırım taşlarında oracıkta vurulup öldürülenlerin kanı vardı hala /.../ Her an gözleri her şeyi gören çakal bir kurşunun gelip seni bulması tedirginliği..."
O yaz Muhsin bir düğüne gider, gece sonunda gelin damat bir arabaya biner yola çıkarlar, şaşırır, "nereye gittiler gecenin bu vaktinde, ölüm karanlığında" diye sorunca şu yanıtı alır:
"Dağa gittiler!"e şöyle düşer notunu:
"Kan tutmuştu herkesi..."
Derdi anlamak ve ilaç olmak isteyenin önce bu kan tutmasıyla akıtılan kan arasındaki bağı görmesi gerek...
O bağı görmek önce teşhirdir, yaptırımdır...
Sadece bu bile Türkiye'yi bir yüzleşme, özür ve konuşma ruh haline sokar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.