İlke habere yazmayalı çok oldu. Son yazımı 7 Şubat’ta yazmışım. Birçok arkadaş arayıp, niçin yazmadığımı sordu. Bazı arkadaşlar ise “Ne o, yazmayı bıraktın mı,” dedi.
Aslında yazmayı bıraktığım filan yok. Ama doğrusu ne yazacağım konusunda hep kendimle tartışan biri olduğum için, rahat değilim. Rahat olmadığım konulardan biri de kendimle ilgili bir şeyler yazmak.
Önce niçin kendimle tartıştığımı biraz açayım.
Şimdiye kadar birçok ortamda, konferans ve panelde, televizyon programında açık bir şekilde dillendirdim. Kürt olmanın yanı sıra kimliği ve düşünceleri nedeniyle baskı altında yaşayan, cezaevinde yatan, yaşamının bir bölümünü kaçak geçirmek zorunda kalan biri olarak, siyasi yaşamımın son 12-13 yılı hariç hiçbir dönemde tercihimi kendim koymadım. İllegal mücadele koşullarının zorunlu dayatmasıyla hep ‘görevlendirildim’ ve bu ‘görevlere’ uygun alanlarda çalıştım.
Bilmeyenler için yeniden hatırlatayım. 36 yıl önce Kemal Burkay’ın bir grup arkadaşıyla kurduğu ve uzun yıllar liderliğini yaptığı Kürdistan Sosyalist Partisi’yle (PSK) siyasal mücadeleye atıldım. Henüz ortaokul öğrencisiyken PSK’nin yayın organı olan Özgürlük Yolu dergisinin Diyarbakır bürosunun açılmasıyla adım attığım siyasal mücadeleyi 12 Eylül’den önce bu partinin gençlik kuruluşu olan Devrimci Halk Kültür Derneği’nin taraftarı olarak 1980 yılına kadar sürdürdüm. 12 Eylül mücadeleyi kesintiye uğrattı. 1982’de kopan bağlarım 1988’de yeniden başladı. Bu ikinci buluşmam 1999 yılına kadar devam etti. Örgütlü siyasal mücadeleyi bitirdiğim tarihten sonra da siyasal mücadelede çeyrek ömrü paylaştığım yol arkadaşlarımla dostluğumu hiç bozmadım.
İkinci kez PSK ile başlayan siyasal mücadelemin 1988’lerden sonraki döneminde aktif görevler aldım. Bu görevlerden ilki uluslar arası bir festivale Kürt gençliğini temsilen katılmamdı. İkinci görev ise gazetecilikti. 1989’da yapı bana gazeteci olmam görevini verdi. Biraz da belki işin ironisi ama sanırım bana çaycı olmam görevini verseydiler çaycı da olacaktım. En nihayetinde siyasal mücadelede uzun yıllar çaycılık görevini yapan arkadaşlarımız da vardı.
Muhabir, temsilci, yayın kurulu üyesi ve nihayetinde haftalık gazetenin genel yayın yönetmeni olarak yerine getirdiğim görevleri, bir noktada tamamladım. Geldiğim son noktada artık illegalizmin karanlık dehlizlerine ve bu dehlizlerde yapılan ‘siyasal, sosyal ve örgütsel analizlere’ inancımı yitirmiştim. Ancak hasbel kadar, bir biçimiyle de görevlendirilerek alaydan yetiştiğim gazetecilik; bununla bağlantılı yazım üretimi, içimde yer etmişti. Kürtçe yazım konusunda da epey mesafe almıştım. Bunu sürdürmeliydim. 25 yıllık siyasal mücadeleden sonra geriye çekilmek hiç mi hiç yapabileceğim bir şey değildi; beceremezdim de. Büyük bir boşluğa düşer ve belki de şizofren olurdum.
Bu kez elbet farklıydı; örneğin peşimde bir örgütüm olmayacaktı ama sorumluluğunu bilen biri olarak yine yazmalı ve üretmeliydim. Edebiyat ve dil ile ilgilendim, ilk etapta farklı isimlerle siyasal değerlendirmeler de yazdım. Ama 2005’lerden bu yana farklı isimlerle yazmayı da bıraktım. Farklı isimlerle yazdıklarımı da yeniden gerçek adımla, Mehmet’i eksik bir biçimde Fehim Işık adıyla değişik gazete, dergi ve internet sitelerinde yayınladım.
İşte bu geçmiş, her yazımda kendimle tartışmamı da beraberinde getiriyor. Her yazdığımda, her klavyenin tuşlarına dokunduğumda bir örgütüm olmasa bile bir sorumluluğumun olduğuna inanıyorum. Bu nedenle çoğu kez kendimi kasıyorum. Şunu yazarsam sansasyon olur ama faydası olmaz, diyor ve yazmaktan vazgeçiyorum. Ya da şöyle yazarsam çok okunur ama belki sonrasında dişe dokunur bir gelişme yaşanacaksa bunu engelleyebilirim, diye düşünürüm. Bu nedenle kendimle hep tartışırım.
Bu yazımda ilk kez yaptığım gibi, kendimi yazmayı da hiç sevmedim. Daha çok bilgi ve birikimimi güncel ve edebi yazılarımda olabildiğince en düzgün, en birleştirici üslupla yazmaya çalıştım.
Bunlar elbet benim görüşlerim. Belki böyle olmadığını söyleyen okurlar da çıkacaktır. Belki kırdığım çokça kesim de olmuştur. Ama esas olarak bir yere yaslanmadan, tersinden ise bir yeri direk hedefe koymadan yazmaya çalıştım. Kendimce doğru bulduğuma doğru, eğri bulduğuma eğri dedim. Eleştirdiklerim bazen kızdı, zaman zaman yazılarımdan kendilerine pay çıkarıp beni kendinden sayanlar oldu. Ama şu net; beğenirsiniz beğenmezsiniz kendi üslubumla kendi görüşlerimi yazdım.
Tüm bunları niye yazdığımı açıklamadan önce ön belirleme olarak şunu da belirtmekte yarar var: Bu yazım kesinlikle bir savunma ya da bir yerlere mesaj değil. Bu yazımın girişinde yazdıklarım, yani kendimi bir makalenin sınırları içinde kısmen anlattığım bölümler, Fehim Işık’ı merak edenlere, onun dostuna da düşmanına da kim olduğunu mümkün olduğunca birinci elden anlatmaktır.
Evet, tüm bunları niye yazdım?
Birincisi, şimdiye kadar yazdıklarımı farklı değerlendirip bunları öznel çıkarlarımın bir mesajı olarak değerlendiren arkadaşların sosyal medyada, maillerde, özel sohbetlerde dediklerine yanıt olmasını istediğim için yazdım. Hala her yazımdan cımbızla kelime araklayıp bunun üzerinden kendince gündem yaratıp ‘vuranlar’ var ne yazık ki.
İkincisi, yaşanmışlıklardan, öznel toplantılardan, ikili görüşmelerden ortaya çıkan paylaşımların birikimi ile bildiklerimi, gördüklerimi, yaşadıklarımı, edindiğim bilgileri niçin yazılarıma dökmediğimden şikayetçi olanlar var. Bunlara da yanıt olsun istedim. En nihayetinde herkes bilsin ki derdim sansasyon yaratmak, reyting artırmak değil, bir nebze de olsa bugünden ileriye gitmeyi sağlamaktır. Her paylaşım çoğu kez ilerletmeyebiliyor. Bazen gerilemenin nedeni de olabiliyor.
Üçüncüsü, beni bunları yazmaya iten nedenler hala tehdit altında olmanın getirdiği yaklaşımlardır. Arayan, soranlardan önemli bir bölümü ısrarla ne zaman içeri alınacağımı soruyor. MİT ile birlikte çalıştığını söyleyen ajan gazeteci Mustafa Özer’in ifadelerinin geçtiğimiz günlerde Taraf’a sürmanşet olmasının ardından bu tür sorular daha da sıklaştı. Elbet iyi niyetli bir şekilde günlük olarak arayıp sadece hatrımı soran arkadaşlar da var. Bu arkadaşlarım aradığında yüzüme bir tebessüm sirayet ediyor. Onların aslında beni kontrol ettiklerini biliyorum. Bu iyi niyetli dostlarıma da, hala niçin alınmadığımı merakla bekleyenlere de belirtmemde yarar var ki bu sorun alınıp alınmamak sorunu değil, bir işi inanarak yapıp yapmama sorunudur. Bu yazı belki de biraz buna vesile olacak.
Yazının başlığında ‘algoritmalar’ kavramını kullandım. Algoritma matematiksel bir terim. Bir işin/hesabın belli bir sistematik ve belli bir düzen içinde yapılmasını ifade eder. Algoritmanın başlangıcında Fehim Işık’ı yazdım. Bundan sonrasında da Mustafa Özer’le ortaya çıkan tartışmaya dikkat çekmeyi ve Fehim Işık’la bağlantısını yazmayı düşünüyorum. Biliyorsunuz, Mustafa Özer savcıya MİT Ajanlığını anlatan kişi.
Geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesinde AFP muhabiri Mustafa Özer'in emniyet sorgusundaki ifadeleri yayınlandı. Mustafa Özer ifadesinde MİT ile çalıştığını itiraf ediyor, ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu arada ifadesinde benimle birlikte başka arkadaşları da "örgütle organik bağları var" diyerek, ‘örgütçü’ ilan ediyor.
Elbet yaşamımda hakkımda ilk kez ifade veren biriyle karşılaşmadığım gibi Mustafa Özer’’in de son olmayacağını biliyorum. Bu olayın da benim açımdan bir ilginçliği yok. En nihayetinde kendini bizlere gazeteci olarak tanıtan biri, bizzat kendi ağzıyla gazeteci olmadığını MİT ile çalıştığını söylüyor. Birlikte çalıştığı istihbarat elemanlarına inandırıcı ve güven verici olmak için de, tanıdığı insanlarla ilgili yalan yanlış bilgiler veriyor.
Bu konu, özellikle sosyal medyada çokça tartışıldı. Birçok gazeteci ‘mesleki’ dayanışma göstererek Taraf’ın Mustafa Özer’in ismini deşifre etmesini eleştirdi. Aynı şekilde Mustafa Özer’in mesleki olanaklarını gönüllü bir şekilde istihbarat örgütüne peşkeş çekmesini eleştirenler de oldu. Benim açımdan ise bu gelişmenin en önemli yanı, kendini kullandıran, çıkar için çaba harcayan kişilerin elde ettikleri olanaklar ne olursa olsun, sonuçta tökezleyeceklerinin ve insan yüzüne bakamayacak duruma düşeceklerinin bir kez daha görülmesi oldu. İşi biten, kullandığını buruşturur ve çöpe atar. Burada yaşanan da bu oldu.
Ama ne yazık ki hiç kimse şunu gündeme getirmedi; belki getirenler olduysa da gözümden kaçmıştır, ama ben görmedim.
Mustafa Özer’in ifadesinde adı geçenlerden biri benim. Özer, ben de dahil ifadesinde geçen MİT mensubu dışındaki herkesi ve her kurumu ‘örgütçü’ ilan ediyor. ANF editörünü de MİT adına kullandığını ve ona maddi olanaklar sunduğunu söylüyor. Söylediği bir diğer şey ise adını verdikleriyle birlikte Irak Kürdistanı Bölgesinde düzenlenen 1. Kürt Ulusal Kongresine katıldığı...
Taraf elbet habercilik yapıyor. Savcıya ifade verip MİT ile ortak çalıştığını söyleyen bir gazetecinin ifadesini yayınlaması kadar doğal bir şey yok. Gazetecinin adını vermesi de bir o kadar doğal. Bunun doğal olmadığını bırakın kendini kullandıran ile onu kullananlar söylesin. Ama Taraf, ifadenin tümünü kesintisiz yayınladığı bu haberde geçen bazı bilgileri, adı verilenleri, niçin muhataplarına teyit ettirme gereği duymaz, bunu anlamak zor. Pekala bu haberde adı geçenlerle iletişime geçip bilgilerin doğruluğunu kontrol ettirir ya da bu kişilerin ismini haberde kullanma konusunda daha dikkatli davranabilirdi. Ayrıca Taraf adı geçen konferansın 1. Kürt Ulusal Kongresi olmadığını, Kuzey Güney Medya Çalışanları Buluşması adıyla düzenlenen konferansa katılan kendi muhabirlerinden, kendi gazetelerine de zaman zaman yazan Faruk Balıkçı’dan, kendilerine bir telefon kadar yakın olan benden de sorabilirlerdi. Taraf’ın eleştirilecek bir yanı varsa, budur. Taraf, ne yazık ki bunu yapmamış ve savcılık ifadesinde adı ‘örgütçü’ olarak geçen bizleri teşhir etmiştir.
Savcılık ifadeleri geniş kitlelere yayılmaz. Ama Taraf kendi dahlimizin olmadığı bir konuda bizleri teşhir ederek geniş bir kitleye yaymıştır. Hadi içeri alınmaktan vazgeçtik; adamlar canı ne zaman isterlerse alabilirler. Ama yarın bir gün milliyetçinin biri ‘örgütçü’ olarak lanse edilen bizleri hizaya getirmeye kalkarsa, kim ne yapabilir, kim bizi koruyabilir? Bu durumda Taraf’ın da bizlerin teşhir edilmesinde payı olmaz mı?
Mustafa Özer’in verdiği ifadelerde geçen adımla ilgili bir şeyler daha yazıp bitireyim. Bilenler bilir o ifadelerde adım Mehmet Fehim Işık olarak geçiyor. Oysa yazılarımda, günlük yaşamımda hep Fehim Işık adını kullandım. Tek bir yazımda, tek bir çevirimde, tek bir kitabımda Mehmet ön adımı kullanmadım. Mehmet ön adım bir tek emniyet kayıtlarında, devletin resmi işlerinde vardır. Mustafa Özer’de beni Fehim Işık olarak bilir. Onun Mehmet ön adımı bilmesi mümkün değil. Bu da gösteriyor ki birileri Mustafa’dan yalnız bilgi almamış aynı zamanda, konferansın adını da değiştirmede gösterdikleri özel maharet gibi, adımızı da kendi kayıtlarındaki gibi yazdırmaya özen göstermişler…
Yazı ne yazık ki yine uzun oldu. İlkehaber’e yazmakta gecikiyorum. Ama yazınca da kısa yazmakta zorlanıyorum. Oslo Görüşmelerinde MİT de Kürtlerin uzun yazmasından şikayetçi. Ne yapalım, onlar eğer bundan sonra da Kürtleri izleyecek ve dinleyecekler ise uzun yazı okumaya da alışsınlar.
Okurlarda uzun yazı için kusura bakmasın. Yazı gecikip üst üste birikince böyle uzuyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.