• BIST 9057.24
  • Altın 2299.873
  • Dolar 32.3145
  • Euro 35.0998
  • İstanbul 19 °C
  • Diyarbakır 17 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 15 °C

Dink davasından Diyarbakır Cezaevi'ne...

Bayram Bozyel

Hrant Dink, hunharca katledilişinin sekizinci yılında vurulduğu AGOS gazetesinin önünde bir kez daha anılacak. Arkadaşlarının ‘Hrant için, adalet için!’ şiarı ile yaptığı anma çağrısında şunlar yazılı: ‘1915'in yüzüncü yılı, Hrant Dink cinayetinin örtülmesinin, delillerin karartılmasının, katillerin korunup kollanmasının, devlet içindeki cinayet sorumlularının gizlenmesinin, mahkeme adına müsamere yapılmasının sekizinci yılı.’

Hrant Dink’le ilk kez 2000 yılında İstanbul’da yapılan bir toplantıda karşılaşmıştım. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin 2000 yılında, Crystal Otel’de yaptığı Daha Geniş Bir Avrupa: Modernleşme ve Çoğulculuk konulu toplantının katılımcıları arasında Hrant Dink de vardı. Onu ilk kez orada görmüş ve toplantı akışı içinde biraz da atışmıştık.

Hrant Dink, yüz yıl önce bu coğrafyada soyu kırılan Ermeni toplumundan arta kalan bir avuç insandan biriydi. Yalnızdı, her türlü toplumsal, kültürel ve siyasi korunaktan yoksun, kendi deyimiyle güvercin tedirginliği içindeydi. Çünkü o ötekiydi, kökü kurutulmuş, adı her türlü aşağılamayla özdeşleştirilmiş bir etnik kökene aitti. Onun, başarabilirse eğer, kendi varlığını korumak dışında (ki onu da başaramadı), ne bir gücü ne de kimseye zarar verebilecek imkânı vardı.

Buna rağmen, bu devlet-toplum onun varlığına tahammül edemedi.

19 Ocak 2007 tarihinde çalıştığı AGOS gazetesinin çıkışında, devlet denilen organize bir yapı tarafından hunharca katledildi.

Yapılan cenaze töreninde on binlerce insanın ‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz’ diyen haykırışı o zaman beni oldukça umutlandırmıştı. O haykırışın Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi için bir eşiğe dönüşeceğini düşünmüştüm.

Ama olmadı. Türk devleti, Hrant Dink davasında bütün kurumlarıyla kusursuz bir refleks gösterdi. Polis, yargı, istihbarat, bürokrasi ve siyaset kurumu hep birlikte, bir Ermeni’nin katledilişi karşısında müthiş bir dayanışma sergiledi. Bu davada gerçekler saklandı, failler korundu, adalet iğva edildi. Öteki söz konusu olduğunda, bu devletin ne kadar ketum, farklılıklara karşı katmerli, değişime karşı direnç içinde olduğu görüldü. Türkiye, bu dava üzerinden yakalayabileceği geçmişiyle yüzleşme fırsatını ıskaladı.

Ama henüz her şey bitmiş değil. Hrant Dink davası sembol bir dava, çünkü. Türkiye’nin bu davadaki tutumu, aynı zamanda yüzüncü yıl dönümünde Ermeni soykırımına ilişkin duruşunu da belirleyecek.

Diyarbakır Cezaevi

19 Ocak tarihinin çağrıştırdığı bir hafıza daha var; Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi.

Diyarbakır Cezaevi, Kürt halkının son yüzyıllık varoluş mücadelesinde önemli bir kırılma noktası.

1980 darbesini gerçekleştiren beşli cunta, Kürt yurtsever hareketiyle hesaplaşmak için Diyarbakır Cezaevi’ni pilot bir nokta olarak seçti. Sömürgeci rejim, burada, Kürt hareketini kırmak ve giderek yok etmek için çok yönlü ve boyutlu bir program hayata geçirdi. Öyle ki, Kürt hareketinin öncü kadrolarının hiç biri cezaevinden sağ çıkmayacak, ölümden kurtulanlar sakat bırakılacak, fiziki olarak hayatta kalabilenler akıllarını kaybedip çıldıracak, bütün bu badireleri aşanlar ise onurlarını yitirerek hiçleşeceklerdi. Ve böylece yüzyıllık bir ‘kangren’ ortadan kalkacaktı.

Aslında uygulamaya bu programın, istenilen sonucu elde etmek bakımından hiçbir eksiği yoktu. Mühendislik açısından bakıldığında dört başı mamur gibi görünüyordu. Ama hesaba katılmayan bir unsur vardı; dava inancı, insanların özgürlük ve onurları konusundaki inanılmaz direnci…

Söz konusu program 12 Eylül darbesinden sonra adım adım hayata geçirildi. 1981 yılının başına gelindiğinde Diyarbakır Cezaevi’ne ölüm sessizliği hâkim kılındı. Bu dönem içinde insanların fiziki direnci şiddetle kırılmış, bedenleri açlık ve işkenceden takatsiz bırakılmış, uygulanan sayısız baskı, işkence ve itiraf yöntemiyle tutuklular tükenişin eşiğine getirilmişti. Bu eşiğin bir adım ötesi ise ölümdü. Ama bu ölümün de iki türlüsü vardı; onurluca ölüm ya da itiraf vb. yöntemlerle dayatılan kişilik ölümü.

21 Mart 1982 tarihinde Mazlum Doğan ve üç arkadaşı kendi bedenlerini yakarak birinci tür ölümü tercih ettiler. 14 Temmuz’da ise Hayri Durmuş ve üç arkadaşı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Ama bütün bunlar yönetimin umurunda değildi. Cezaevi’nde öyle bir baskı sistemi kurulmuştu ki, bu direniş ve ölümlerden tutukluların çoğunun haberi bile olmadı. Tam tersine faşist rejim Kürt yurtseverlerinin boğazını sıktıkça sıkıyor, onu yok etmek için görülmedik çirkef ve alçaklıkta uygulamalarını sürdürüyordu. 1982 yılı boyunca Diyarbakır Cezaevinde denenmeyen hiçbir yöntem bırakılmadı.

1983 yılına gelindiğinde işkence ve kırım uygulamaları gidebileceği son kerteye ulaşmıştı. Ondan sonra gidilecek bir yol kalmamıştı. Çünkü içerde insanlar canlarını ortaya koyarak direniyor, uluslar arası kamuoyu rejimi sıkıştırıyor, cunta rejimi yerini göstermelik sivil yönetime bırakmaya hazırlanıyordu.

Bu sürecin yol açtığı birikimle Diyarbakır Cezaevi 5 Eylül 1983 tarihinde ayağa kalktı. Yönetim bir anda neye uğradığını şaşırdı. Önce panikledi, sonra toparlanarak tekrar saldırıya geçti. Saldırı için tutuklulara tek tip elbise giyme koşulu dayatıldı. Amaç, bununla siyasi tutukluları aşağılayarak onlara boyun eğdirtmekti. Tutuklular bu onur kırıcı dayatmayı kabul etmeyince yine işkence tezgâhı kuruldu.

Diyarbakır Cezaevi 3 Ocak 1984 tarihinde bu kez bir ölüm kalım direnişine geçti. 3 Ocak direnişi, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan en uzun ve kanlı direniş olarak tarihe geçti. Koğuş kapılarının arkasına barikatlar kuruldu. Yönetim, direnişi kırmak için tutukluları önce günlerce açlıkla terbiye etmeye çalıştı. Ardından koğuşlara saldırdı. Tutuklular bu saldırılara karşı koğuşları yakarak, bedenlerini ölüme yatırarak direndi.

19 Ocak 1984. Diyarbakır Cezaevi, Romalı gladyatörlerin köleleri kılıçtan geçirdiği bir arenaya dönüşmüş durumda. Önce koğuşlar, camlardan sıkılan suyla sırılsıklam ediliyor, sonra kapılar kırılarak içeriye baskınlar düzenleniyor, tutuklular sopa ve kalaslarla dövülerek dışarı çıkartılıyor. Son olarak işkenceden geçirilen tutuklular bayıltılarak onlara tek tip elbise giydiriliyor.

Direniş bakımından ise olanaklar tükenme noktasında.

O noktada feda eylemleri devreye giriyor. 19 Ocak’ta, 10. Koğuşta bulunan Yılmaz Demir insanlık onuru adına kendi canını feda ediyor. 19 Ocak, Diyarbakır Cezaevi tarihinde bir kırılma hattına dönüşüyor.

Ve ardından başka feda haberleri. Üç gün sonra 24. Koğuşta bulunan Necmettin Büyükkaya hunharca katledildi. Ardından aynı koğuşta bulunan Remzi Aytürk bu vahşete dur demek için hayatına son verdi.

3 Ocak direnişinin başında ölüm orucuna girenler, Şubat ayının sonlarına doğru ölüm sınırına geldi. Onlardan Cemal Arat ve Orhan Keskin ‘insanlık onuru işkenceyi yenecek’ şiarı ile yaşamlarını yitirdi.

Bu direnişte sakatlananların, fiziki ve ruhsal açıdan yaşanan travmaların haddi hesabı yok.

12 Eylül referandumundan bir gün sonra bir grup arkadaşım ile Diyarbakır Adliyesi’ne giderek 12 Eylül darbecileri, dönemin askeri, siyasi, idari ve adli sorumluları ile Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan insanlık dışı uygulama ve cinayetlerin failleri hakkında suç duyusunda bulunduk. Bizim gibi başka mağdurlar da benzer girişimde bulundular.

Peki, ne oldu?

Bizi bir tımarhaneye koymadıkları kaldı. Yapılan işkencelerin izlerini güya tespit etmek için Adli Tıp’a göndermeler, işkencecilerin eşkâllerini tespit etmek için fotoğraf katalogları göstermeler… Ama nafile.

Sonuçta verilen karar takipsizlik oldu.

Aynı durum Kenan Evren davasında da yaşandı. Davaya müdahil olmamız, dava kapsamının Diyarbakır Cezaevi sorumlularını kapsayacak şekilde genişletilmesi yönündeki bütün taleplerimiz reddedildi.

Türkiye’de son 10 yılda darbe yapma teşebbüsünde bulundukları gerekçesiyle yüzlerce general tutuklandı, çoğu müebbet hapis cezalarına çarptırıldı. Peki, siz Diyarbakır Cezaevi’nde gerçekleştirilen yüzlerce Kürdün katlinden ya da dünya çapında şöhret yapmış işkencelerden dolayı bir çavuşun bile gözaltına alındığını duydunuz mu? Hayır. Çünkü ortada bir devlet refleksi var.

Diyarbakır Cezaevi ile ilgili adalet ne zaman yerini bulacak? Bu kafayla mı Kürt sorunu çözülecek? Diyarbakır Cezaevi ile yüzleşemeyen, o sürece adil bir şekilde yaklaşmayan bir Türkiye, 200 yıllık Kürt sorunuyla nasıl yüzleşip barışı tesis edecek.

Geçmişinizle yüzleşmek, siyasi ve ahlaki açıdan arınmak mı istiyorsunuz, alın işte Hrant Dink davası, alın size Diyarbakır Cezaevi…

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89