• BIST 8885
  • Altın 3018.131
  • Dolar 34.3001
  • Euro 37.1624
  • İstanbul 11 °C
  • Diyarbakır 12 °C
  • Ankara 11 °C
  • İzmir 19 °C
  • Berlin 9 °C

Bizi bölünmeye zorlayan sınırlar

Cihan Aktaş

Gazeteci arkadaşlarımızla ilgili durum belirsizliğini yitirdi, dönmeleri bekleniyor; Adem Özköse ve Hamit Coşkun birkaç güne kadar Şam’da mahkemeye çıkarılacak.

Yazı yazdığım köşenin adından da anlaşılacağı gibi, üzerinde düşünüp durduğum sınır olgusunu Özköse ve Coşkun’la ilgili gergin bekleme döneminde yeniden tartışmaya açtım kendi içimde.

İyi ve doğru olana doğru yaklaşma çabamız her zaman sınırlarla malûl; zafer, keşif hatta özellikle öğrenme adına üzerine giderken sınır çizgisi uzaklaşmaya meyyaldir çünkü. Gerçekliğin öteki yakası bütün bilinemezliğiyle mayınlı sınır alanı; Baas Suriye’si işte böylesine kıpırtısız bir toplumla oluşmaya mecbur edilmiş bir ülke, içinde ilerlerken bile tuzak kurulmuş olabileceği endişesi yüzünden sınırı aşmış sayılmıyorsunuz.

Sınır, ufuk yasağıyla gerçeklerden kaçma temayülüne meşruiyet kazandırır. Kısa görüşlü medyamız ise bütün çağdaşlaşma kibriyle, baskı altındaki insanlara değil, kraliçenin “türbansız” şıklığına çeker dikkatinizi.

Türkiye’de kayıtlı 23 bin Suriyeli olduğunu açıkladı Başbakan Erdoğan. İki ülke arasındaki 910 kilometrelik sınırın iki yakasında bölünen akrabaların, komşuların nüfusu çok daha yüksek bir rakama ulaşıyor olmalı.

Can korkusu, sorumluluk, ekmek kavgası... Aşikâr tehditlere rağmen sınırları aşmaya zorlayan nasıl bir duygudur... Şu soru ulus-devletler çağında daha da çarpıcı bir şekilde cevapsız bırakılıyor: Ulusal sınırların içinde yaşanan azaplar ulusal mesele olarak görülmekle kalınabilir mi...

Ülkeye yasadışı yollardan gelmek ile suçlanıyor Adem Özköse ile Hamit Coşkun. İnsanlar her türlü tehlikeyi göze alarak sınırlardan taşıyorsa, bir yerlerde bir yanlışlık olduğu gelir akla. Bölücülük denen suç da işte bu mesnetsiz sınırlar nedeniyle yaşanıyor ve yine gönye hesabına dayalı sınırlar bölünme diye bir korkunun toplumların üzerine kâbus gibi çökmesine sebep oluyor. Uludere’yi hatırlamamak mümkün mü? İşte bütün muğlâklığıyla kanlı sınır; ekmek öte tarafta ve aslanın ağzında.

***

Hayrettin Karaman
Hoca’nın bölünmelere karşı uyaran fetvasını “Dinde federasyon var mı?” manşetiyle yayınladı Timetürk sitesi. Aynı haberde bu fetva bağlamında yer alan Şakir Çalışkan’ın imzasını taşıyan yazıda ise şöyle bir soru vardı: “İnsanların farklı düşünmesi, hatta başka şekillerde yönetmek veya yönetilmek istemesi nasıl ve neden günah olsun, tazirle cezalandırılsın?”

Sınırların hiçbir dönemde olmadığı kadar daraltıcı ve katı olduğu dünyamız, aynı zamanda insanî meselelere ilginç bir şekilde evrensel ölçeklerle bakmaya da zorluyor. Allah’ın ipine sıkı sıkı sarılarak dikey bir varlık geliştirmenin en değerli yolu yatay bir varoluşu sınırlarla teminat altına almaktan geçmiyor.

Ta Rize’den Nermin Şahsi aktardı: Genç kızlar biraraya geliyor, grup halinde Suriye sınırına gidiyor. Suriye barışı için katkı olur diye İmam-Hatip Lisesi’nden çocuklar ayraç yapıyor, konferanslar düzenliyor; Kehf Gençlik Hareketi gibi bir isimle zaman sınırını da aşarak Afrika’da açlık bitsin diye, projeler hazırlıyor. ABD’de yaşayan Müslümanların kurduğu bir internet grubunda bakıyorsunuz insanlar Moritanya’da hükmünü sürdüren köleliği tartışıyorlar.

Ulus-devlet ümmetçi duyarlığa dar geliyor, ancak bunun anlamı daha geniş sınırların Müslümanların yekpare varlığını garanti ediyor olması değil.

Ümmet (veya millet) aynı zamanda mesela ABD’de bir cami cemaatini, Güney Afrika’da bir Müslüman topluluğu içine alıyor. Aklıma Şeriati’nin millet tanımı geldi yine: Öze dönüş toprağa ve ırkçı açıklamalara dönüş değil, varoluşsal bir sancıyla olası bir yeniden doğma yolculuğu; bir millet de ortak bir sancı duyan insanların toplamı.

Ulus-devlet ise toplumsal homojenliği sağlamak adına kendi içinde mayınlı sınır arazileri oluşturmaya zorunlu. Bu yüzden, harita sınırının ötesinde yaşanan felaket içerilerde dikiş atmalara sebep oluyor. Dikte edilmiş sınırlar yekpare tasarlanmış varlığın güvencesi olmaya takat getiremezken, mayoz bölünmelere ivme kazandırıyor.

Ötesi boşluk olan, ötesi derin bir hapishaneye ve şayia iklimine dönüşerek genişleyen sınır... “Bünyevi imkânsızlık” diyor Zizek... İnsan olmayı sürdürme yolunda “imkânsız” sınır orası, bütün derinliğine rağmen kolektif bilincin hakiki anlamda tanımlayamadığı bir hat, Adem ile Hamit’in pasaportsuz geçmeye çalıştığı...

***

Kayıplara karışanı görünmez kılan sınırlar sadece haritalarda nakşedilenler değil. Cumartesi Anneleri, tam 371 haftadır kayıpların adlarını haykırıyor. Son toplantılarında 1992 yılında kaybedilen Hüsamettin Yaman’ın abisi Feyyaz Yaman, kardeşi ve Cumartesi Anneleri’nde adı anılan her isim için “gözaltında kaybedilen” lafının artık lügate sığmadığını, çünkü bu insanların gözaltında kaybedilmediğini, devletin tetikçileri tarafından öldürüldüklerini söylemiş. Ayhan Çarkın, “Ben operasyon için emir aldım. Bu çocukları yoldan aldım. Kamyonete bindim. Gençtiler, çocuk gibiydiler. Gözlerini bağladık, yere diz çökerttik. İşkenceleriniz bizi yıldıramaz diye slogan attılar. Biz onları orada infaz ettik” diye anlatmadı mı...

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89