• BIST 10247.75
  • Altın 2400.636
  • Dolar 32.257
  • Euro 34.6756
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 23 °C
  • Ankara 24 °C
  • İzmir 29 °C
  • Berlin 22 °C

Bir dönem kapanırken

Bayram Bozyel

30 Mart seçimleri kırılma noktası

Türkiye, 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak yerel seçimlere doğru gün sayıyor. Bu yıl yani 30 Mart’ta yapılacak yerel seçimler, daha şimdiden yerel seçim havasından çıkıp genel seçim havasına bürünmüş durumda. Bunun da kendine göre nedenleri var. Çünkü bu yıl yapılacak yerel seçimlerden beş ay sonra cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. Bir yıl sonra ise genel seçimler gündeme gelecek.

Bu yılın içinde yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi geçmişten farklı olarak ilk kez halk oylaması ile gerçekleştirilecek. Başka bir ifade ile uzun bir zamandan beri cumhurbaşkanlığı hesaplarını yaptığı bilinen Başbakan Tayip Erdoğan bakımından cumhurbaşkanlığı seçimi büyük önem taşıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin kaderini belirlemek bakımından da 30 Mart yerel seçimlerinin tayin edici bir tarih olduğu tartışmasız. Gerçi AKP hükümetinin son dönemde bulaştığı yolsuzluk ve rüşvet davalarından sonra Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hesapları önemli ölçüde suya düşmüş görünüyor. Bu tablodan yola çıkarak Erdoğan, daha şimdiden partisinin başında kalmak için üç dönem milletvekili koşulunu tartışmaya açmış durumda. Ama yine de bu konuda esas yol gösterici kıstas 30 Mart seçim sonuçları olacak gibi görünüyor. Bu seçimde elde edeceği sonuçlara bağlı olarak Başbakan Erdoğan cumhurbaşkanlığa adaylığını tekrar öne çıkarabileceği gibi, bu hesabı tümüyle gündemden de çıkarabilir.

Benzer bir biçimde 30 Mart yerel seçimlerinin, bir yıl sonra yapılacak genel seçimler bakımından da bir referans sayılması kaçınılmaz. Bu durum mevcut AKP iktidarı için olduğu kadar diğer bütün siyasi aktörler için de geçerli. 30 Mart yerel seçimlerinde alınacak oylar genel seçimlerin sonuçları bakımından önemli ipuçlarını ortaya koyabilir. Söz gelimi iktidar partisinin bu seçimde önemli bir oy kaybına uğraması, onun bakımından bir çöküşün başlangıcı anlamına gelebilir. Böyle bir sonuç AKP’nin genel seçimlerde daha fazla güç kaybedeceği algısını güçlendirebilir. Ya da tersi bir durum söz konusu olabilir. AK Parti bu seçimde belli bir oy oranını tutturursa, bundan alacağı enerji ile gelecek yıl yapılacak genel seçimlere daha emin bir ruh haliyle girebilir.

Gelecek yıl yapılacak seçimler sonucunda oluşacak siyasi tabloya bağlı olarak Türkiye’nin yakın geleceğinin rotasının tayin edileceğini söylemek abartı olmaz.

Türkiye tarihsel bir kavşakta

Türkiye gerçek anlamda bir tarihsel dönüm kavşağında. Başka bir ifade ile Türkiye bakımından bir dönem kapanıyor, ama yeni başlayacak dönemin niteliğine ilişkin bu aşamada yalnızca öngörüde bulunmak mümkün.

Öncelikle kapandığını söylediğim dönemin nasıl bir şey olduğuna ilişkin birkaç noktanın altını çizmekte yarar var.

Türkiye’nin, 1999 yılında AB adaylık süreciyle birlikte bir değişim ve reform konjonktürüne girdiği biliniyor. Sözü edilen dönemde Türkiye eski tarz siyasetle yönetilemez olmuş, dönemin siyasal aktörleri boğazlarına kadar yolsuzluk, rüşvet ve karanlık işlere batmışlardı. Kürdistan’da sürdürülen her türlü kuraldan yoksun kirli savaş, sistemi tümüyle çürütmüş ekonomik yapı çökme noktasına gelmişti. Toplum ise bütün bu olup bitenlerden bunalarak yorulmuştu.

AKP, içerde ve dışarıda ortaya çıkan değişim beklentilerinin sonucu olarak 2002 yılında iktidara geldi. Söz konusu değişim konjonktürünün sonucu olarak iktidar olan AKP aynı zamanda kendi meşrebince değişim sürecinin ileriye taşınmasına katkıda bulundu. PKK lideri Abdullah Öcalan içerdeydi ve PKK yurtdışına çekilerek silahlı çatışmalar durdurulmuştu. Ama daha da önemlisi 2005 yılında Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatan Avrupa Birliği, Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından büyük bir motivasyona yol açtı. Artık Türkiye yüzünü AB somutunda demokrasi ve değişime çevirmiş, ileriye doğru ilerliyordu.

Tam bu dönemde başka bir önemli gelişme daha yaşandı. Birinci Körfez Savaşı ile fiili olarak özgürleşen Irak Kürtleri, İkinci Körfez Savaşı sonucunda fiili statülerini yasal bir konuma kavuşturdu. 2005 yılında yapılan yeni anayasa ile Irak federal bir ülke olarak yapılanmış, Kürdistan bölgesi ise bu yapı içinde federe bir bölge statüsüne kavuşmuştu. Başka bir ifade ile genelde Kürtler, özel olarak da Irak Kürtleri özgürlük yolunda geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmışlardı.

Bu durum ister istemez bölgedeki bütün siyasal aktörleri Kürt politikalarını gözden geçirmeye zorladı. Bu zorunlulukla en çok yüz yüze kalan ise Türkiye oldu. Turgut Özal’ın deyişiyle gelinen noktada Türkiye bükemediği eli öpecekti. Yıllarca görmezden geldiği, önünü kesmeye çalıştığı Kürt gerçeğini tanımak ve onunla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Bu ise içerde de paralel adımlar atılmadan olmayacak bir şeydi. Irak Kürdistan Bölgesi’ni tanıyan, onunla diplomatik ilişki kuran ve bir aşamadan sonra onunla stratejik ilişki geliştiren bir Türkiye, kendi içinde yüzyıllık inkar politikalarını daha fazla sürdüremezdi. Bu tablo içinde Türkiye’nin kendi Kürt politikasında belli bir esnemeye gitmesi gerekiyordu ve öyle de oldu.

Söz konusu değişim konjonktüründe Türkiye birbiriyle bağlantılı üç alanda kabuk kırma girişiminde bulundu. Bunlardan birincisi Kürt sorunu ile ilgili olanıydı. Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmasında Kürt sorununa ilişkin yaptığı vurgular önemliydi. 2009 yılında TRT Şeş’te tam gün Kürtçe yayına başlanması ile devletin Kürt sorunundaki inkar politikasında önemli bir gedik açıldı. Daha sonra belli üniversiteler bünyesinde kimi Kürtçe bölümleri açılarak süreç ileriye taşındı. Geçen dönemde yapılan önemli işlerden birisi de askeri vesayetin kırılması yönünde atılan adımlardı. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla ordunun darbe hevesleri büyük ölçüde geriletildi, ordunun sistem içindeki konumu geri plana itildi.  Bu dönemde AB ile yapılan müzakereler çerçevesinde önemli demokratik değişimler yaşandı. 12 Eylül 2010 tarihli referandumda yapılan yasal değişiklikler Türkiye’de yeni bir anayasa yapımı yönünde önemli bir bilinci ortaya çıkardı.

Bir dönem kapanırken

12 Eylül 2010 yılında referanduma sunulan kısmi anayasa değişiklik paketine sunulan yüzde 58 oranındaki destek,  AKP’nin öncülük ettiği değişim cephesinin ortaya çıkardığı enerji bakımından bir zirve oldu. Bu aynı zamanda AKP’nin değişim potansiyelinin de sonuna geldiğini gösterdi. Sıkça ifade edildiği gibi AKP’de, daha çok da Başbakan Erdoğan’da bir güç zehirlenmesi belirmeye başladı. AKP etrafında aşırı derece merkezileşen güç ve bunun yol açtığı rant dağıtma ağı, sistemdeki çürüme ve yozlaşmayı olağan hale getirdi. Başbakan’ın bütün tutum ve tavırlarına aşırı bir kibir, ötekileştirme ve hegemonya anlayışı damgasını vurmaya başladı. 2013 yılı bu açıdan bir kırılma yılı oldu denebilir. Taksim Gezi olaylarında başbakanın izlediği dayatmacı ve ötekileştirici yaklaşım toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek geçmişte ittifak ettiği değişimci güçleri hükümetten uzaklaştırdı. 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk soruşturmaları ise mevcut hükümetin meşruiyetini tartışılır hale getirdi.

Gelinen aşamada AK Parti hükümeti, bulaştığı yolsuzluk ve rüşvet olayları nedeniyle ciddi bir biçimde sorgulama konusu haline geldi. Başbakan Erdoğan ise yolsuzluk ve rüşvet olaylarını ‘paralel yapı’, ‘dış mihraklar’, ‘iç ve dış lobiler’ üzerinden örtmeye ve izlediği saldırı taktiği ile kitlesini tahkim etmeye çalışmaktadır. Başbakanın izlediği bu agresif yaklaşımın hayra alamet olmadığı ortada. Kendisine ilişkin iddiaları boşa çıkartmak ve giderek aklanmak için adil ve şeffaf bir yargı sürecinin önünü açmak yerine,  bir suçluluk psikolojisi ile kurumları çalışamaz hale getirmekte, yargı üyelerini, binlerce emniyet görevlisini hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurmaktadır. Düne kadar birlikte yürüdüğü ve kendisine dokunmadığı sürece her türlü uygulamasına göz yumduğu Fetullah Gülen cemaatini şimdi en büyük tehdit odağı olarak göstererek, bu tehdidi bertaraf etmek için otoriterleşme yönünde tam gaz ilerlemektedir. Son dönemde alelacele yapılan HSYK, İnternet ve MİT ile ilgili yasal değişiklikler bunun çarpıcı örnekleri.

İşin gerçeği şu ki AKP değişim ve reform çizgisinin sonuna geldi. AK Parti yapacaklarını yaptı, bundan daha fazlasını yapması mümkün değil artık. Üç dönem boyunca ve yoğun bir kitle desteği ile iktidar olan AKP, bu ülkenin en yakıcı ihtiyacı olan yeni bir anayasayı yapmadı, ya da bu konuda gerekli iradeyi ortaya koyamadı. Geçen dönemde Kürt sorununda devletin inkar politikalarında belirli gedikler açıldı. Ne var ki sorunun özüne dokunulmadı. Bunun temel nedeni ise AKP’nin Kürt sorununda doğru dürüst bir politikasının olmamasıydı. AKP hiçbir zaman Kürt sorununu doğru tanımlayamadı, öyle olunca da buna ilişkin bir çözüm üretmesi mümkün değildi. Bugün Kürt sorunu, geçen dönemde bu yönde yapılan bütün girişimlere rağmen çözülmedi, tam tersine bütün yakıcılığı ile orta yerde duruyor.

Belki de esas sorun AKP’nin demokrasi konusunda derin bir dağarcıktan yoksun olması, onun demokrasi konusunda bütünlüklü ve ilkeli bir duruşunun olmamasıydı. Onun demokrasi konusundaki zaafiyeti bütün diğer sorunlara ilişkin politikalarına da yansıdı. AKP,  demokrasi ve Kürt sorununda ilkeli ve tutarlı bir politika izleme kapasitesi geliştirmek yerine pragmatist ve günü birlik davrandı. Kendi çıkarları gerektirdiği ve başka türlü işler yönetilemez geldiği noktada adımlar attı. Ancak bu adımlar bütüncül bir politikanın parçaları olarak kurgulanmadığı için ne demokrasi konusunda ne de Kürt sorununda kurumsal bir dönüşüm gerçekleşebildi.

Ama öyle görünüyor ki bütün bu açmazlarına rağmen ve yaşananlardan daha vahim gelişmeler yaşanmadığı sürece AKP bir dönem daha iktidar olacak. Bunun nedeni ise ortada ciddi ve güven veren bir muhalefetin olmayışıdır. AKP mevcut gücünü büyük ölçüde muhalefet yokluğuna borçlu. Bu tablo içinde alternatif yokluğundan dolayı bir kez daha iktidar olma ihtimali yüksek görünen AKP, önümüzdeki dönemde eski gücünü bir hayli yitirerek ve her gün meşruiyeti sorgulanacak bir biçimde iktidarını sürdürecek.

BDP kredisini tüketti

Bugün AKP’nin yaşadığı çürüme, yozlaşma ve tükenme sürecinin bütün belirtileri BDP için de geçerli. BDP üç dönemdir belli Kürt illerinde yerel yönetimleri yönetiyor. Benzer şekilde parlamentoda uzun bir zamandır temsil olanağı buluyor. Başka bir ifade ile Kürt toplumu geçmişte düzene dönük tepkisini önemli oranda BDP’ye kanalize ederek ona kredi açtı. Ne var ki BDP’nin  söz konusu toplumsal desteğin gereğini yaptığını söylemek mümkün değil.

BDP’nin kendisine özgü bir politikasının olmadığını yıllardan beri dile getiriyoruz. Kendisi bir aktör olmak ve Kürt halkının meşru taleplerini parlamentoya ve Türkiye gündemine taşımak yerine Kandil’in ve İmralı’nın hınk deyicisi durumuna düştü. Son dönemde yaptığı en düzgün iş İmralı ile Kandil arasında posta güvercini rolünü yerine getirmek oldu.

Oysa BDP Kürt halkının kendisine sunduğu kredinin gereklerini yerine getirmek için önemli fırsatlara sahipti. Geçen dört yıllık süre içinde yeni bir anayasa yapımı için etkin bir varlık gösterebilir, kamuoyunu bu yönde ciddi bir biçimde seferber edebilirdi. Oysa bizim ( HAK-PAR’ın) çabalarımızla anayasa konusunda üzerinde anlaştığımız Kürtlerin temel taleplerinin bile arkasında durmadı. Bu talepleri Anayasa Uzlaşma Komisyonu vb. platformlara taşımak için kılını bile kıpırdatmadı.

Son birkaç yılda Türkiye’de Açılım ve Çözüm adı altında belli süreçler gündeme geldi. Bu kapsamda hem Kürt sorunu hem de silahların susması tartışıldı. Ama bu konulara ilişkin BDP’nin doğru dürüst bir politika geliştirdiğini gören olmadı. Etrafında kopardığı onca şamataya ve izlediği gerilim çizgisine rağmen BDP’nin Kürt sorununda adam akıllı bir politikası olmadı hiçbir zaman.

Benzer durum yerel yönetim deneyimleri içinde geçerli. BDP’nin 15 yıldır yönettiği Kürdistan kentleri yoğun bir çürüme ve yozlaşma içinde kıvranıyor. BDP’nin yönettiği kentler ulusal ve tarihsel kimliğinden hızla uzaklaşıyor, söz konu kentlerin sosyal ve ahlaki dokusu bozuluyor. BDP’nin bu kentlerde yaptığı tek şey halkın enerjisini kendi parti çıkarları için seferber etmek, Kürt halkının değişim potansiyelini hovardaca harcayıp tüketmek oldu.

Yeni Bir denklem ihtiyacı

Türkiye, merkezinde AKP ve BDP’nin bulunduğu siyasal denklem ile ancak bu noktaya gelebildi. Bu denklem içinde olup olacağı bu kadardı. Türkiye’nin bu siyasi tablo içinde daha fazla yol alması mümkün görünmüyor. Türkiye ileriye gitmek bir yana, son dönemde kendi enerjisini yiyerek bir kaos koridoruna girmiş bulunuyor. AKP değişim potansiyelini tüketti, BDP ise halkın kendisine sunduğu krediyi hoyratça çarçur etti. Toplum bu gerçeği görüyor. Kürtlerin ve Türklerin kendi siyasal deneyimlerinden hiçbir sonuç çıkarmadıklarını düşünmek eşyanın tabiatına aykırı.

Türkiye’nin mevcut kaotik ortamdan çıkması için yeni bir siyasi denkleme ihtiyacı var. Bu ise siyasal denkleme yeni aktörlerin katılması ile mümkün olabilir. Bu hem Türkiye geneli için hem de Kürt hareketi için geçerli.

AK Parti ve Gülen Hareketi’nin giriştiği kavganın her türlü ahlak ve ilkeyi paspasa çeviren seviyesizliği, Türkiye’nin geniş muhafazakar kitlesinde derin bir sarsıntıya yol açtığına kuşku yok. Kitleler din ve ahlak adına yola çıkan muhafazakar aktörlerin belden aşağı kavgalarını büyük bir şaşkınlık ve ibretle izliyor. Din ve erdem maskesi arkasında dökülen yolsuzluk, rüşvet ve ahlaksızlık görüntülerini büyük bir düş kırıklığı eşliğinde seyrediyor. Bu şok ve sarsıntılar kitleleri bilinçlendiriyor. Türkiye’deki muhafazakâr kesimin 28 Şubat’ta yaşadığı değişimin bir benzerini AKP-Cemaat çatışması nedeniyle önümüzdeki süreçte yaşayacağına şüphe yok.

Kürt hareketinde de dipten gelen bir değişim sancısının yaşandığının ciddi belirtileri söz konusu. Söz konusu belirtiler şu yerel seçim sürecinde daha görünür olmaya başladı.

Türkiye ölçeğinde gerçek anlamda çağdaş, demokrat ve özgürlükçü bir anlayış yakıcı bir ihtiyaç haline geldi. Kürtler için de durum aynı. Kürt hareketi bakımından esas sorun dik durup durmama meselesidir. Bir adım sonra ilke ve netlik meselesidir. Kürt sorununu bir ulusal sorun olarak görmeyen, bu konuda tam bir eşitliği savunmayan, söz konusu eşitlikçi çözümü cesaretle dile getirmeyen, Kürtlerin de her halk gibi özgür, eşit ve onurlu yaşama hakkını evelemeden gevelemeden savunmayan bir hareketle ancak bu kadar yol alınabilir.

Bundan sonra bu terazi bu sıkleti çekmez.  Kürt hareketini daha ileriye taşımak ve aynı zamanda Türkiye siyasal denklemini yeni bir dengeye kavuşturmak için HAK-PAR bir fırsat olabilir.

30 Mart Yerel Seçimleri bir de bu bakımdan önemli.

  • Yorumlar 5
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89