• BIST 8745.7
  • Altın 2240.672
  • Dolar 32.3333
  • Euro 35.1603
  • İstanbul 12 °C
  • Diyarbakır 12 °C
  • Ankara 5 °C
  • İzmir 13 °C
  • Berlin 1 °C

Bir Diplomatın Anıları

İsmail Beşikci

Dışişleri Bakanlığı’nda, 20 yıl, çeşitli görevlerde bulunan Aydın Selcen anılarını yayımladı. Aydın Selcen, merkezde ve birçok devletdeki Türkiye büyükelçiliklerinde diplomat olarak görev yapmıştı.

Gözden Irak’ta, Hariciyeci Gözüyle Anı/Anlatı, İletişim, 2019 İstanbul, 262 sahife

Bu kitapla ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum.

Aydın Selcen, 1992 sonunda, Nato Askeri İşler Dairesi’inde göreve başlamış. Cezayir’de, Stockholm’de görev yapmış. Merkezde, bir süre Personel Dairesi’nde çalıştıktan sonra, Paris’de, OECD Temsilciliği’nde görev yapmış.

2003’den sonra Bağdat Büyükelçiliği’nde görev yapmış, 2011-2013 yılları arasında Erbil Başkonsolosu olarak çalışmış. 2013 Haziran’ında Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevinden istifa etmiş.

Gözden Irak’ta, Hariciyeci Gözüyle Anı/Anlatı kitabının önemli bir yönü, devletin, Kürdlere, Kürd sorununa ilişkin duygularını, düşüncelerini, tasarımlarını açık bir şekilde ortaya koymuş olmasıdır.

ABD’nin, Mart 2003’de Irak’a yaptığı silahlı müdahale, Irak’ın, Kürdlerin, Kürdistan’ın tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu müdahale sonunda, Saddam Hüseyin Rejimi yıkılmış, Baas Partisi dağıtılmış, ordu ve el-Muhaberat dağıtılmış, kitle imha silahları tehdidi ortadan kaldırılmıştır. Kürdleri tehdit eden kurumların, yapıların en başta gelenleri bunlardı. Bu yapıların, bu kurumların ortadan kaldırılması Kürdlerin önünü açmıştır. Yeni Irak Anayasası (2005), bu süreçte oluşturulmuş, Kürdistan Bölgesel Yönetimi bu süreçte kurulmuştur. Kürdleri/Kürdistan’ı bir parça da olsa, özgürleştirici bu süreç devletin hiç hoşuna gitmemiştir. Aydın Selcen, bu konuda şunları yazmaktadır:

“ABD’nin Irak’a, yerleşmesinden bizim temel sıkıntımız, ‘Kuzey Irak’ (askerin Irak kuzeyi)’ deyip geçtiğimiz Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki örtük iktidarımızı yitirmiş olmaktı. ‘Bizim’ dediğim iktidar da, asker eliyle tesis edilmişti. Kuzey Irak dosyası askerindi. İstihbaratın değil, hariciyenin de değil. İstihbarat ve hariciyenin, ancak, askere endekslenmiş, asker onayına tabi etkinlik yürütmesi mümkündü.” (s. 24-25) “

“Küresel güç ABD’nin, 2003’de Saddam’ı devirip komşumuz olması, bizatihi dosyayı diplomatikleştirdi. Bizdeyse, asker, dosyayı hariciyeye bırakmak konusunda kıskanç davrandı. Zira, bu tür adres değişikliği, bir yandan Kürt meselesinin ulusal güvenlik sorunu olmaktan çıkıp siyasileştiği, diğer yandan, askerin elindeki somut güç dayanaklarından birini yitirdiği anlamına gelecekti. “Albayın karşısında esas duruşta duran aşiret lideri Barzani’nin, siyasi muhatap kabul edilemeyeceğine dair histeri nöbetlerinin temeli buydu. İşte, ‘asker askerliğini, istihbaratçı iştihbaratçılığını yaparken dışişlerine diplomatlık yaptırılmadı Kuzey Irak’ta’ dememin bir nedeni de budur.” (s.25-26)

‘Kuzey Irak’ dosyasına askerin bakması, Hariciye’nin, askeriyenin yan kurumu gibi çalışması, Hariciye’yi hiçbir zaman rahatsız etmemiştir.

Esasında, ‘askerliğin asıl ödevi diplomasiyi desteklemek olmalıdır. Bizdeyse, hariciye, askeriyenin oldu-bittilerine kılıf uydurmak, izahat üretmekle uğraşır. Önden yürümez, arkadan gelir.’ (s. 167)

Kürdistan’ın güneyi için, Dışişlerinde, ‘Kuzey Irak’, ‘Irak Kuzeyi’ ‘Kürt yönetimi’ gibi ifadeler kullanılıyordu. Halbuki, bölge resmi olarak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak adlandırıyordu. Bölgenin resmi adı buydu. Aydın Selcan, Mart 2011’de, Erbil Başkonsolosu olarak tayin edildiğinden beri Dışişleriyle her zaman bu konuyu tartışmıştır. Her zaman, bölgenin, Irak Anayasası’nda belirtilen adının kullanılması gerektiğini savunmuştur. Sadece, ‘görev gereği’ olarak kendisine bir istisna tanındığını belirtmektedir. (s. 79)

Aydın Selcen, Kürdistan Bölgesel Yönetimi açısından bir sürece daha dikkat çekmektedir. Diplomasinin, iş adamalarının, müteahhitlerin, petrolcülerin, cemaat okullarının açtığı yoldan yürüdüğünü, sonra da onlarını önünü açar olduğunu belirtmektedir. (s .67)

Aydın Selcen 10 Mart 2010 tarihinde Hewlêr’e (Erbil) ayak basmıştır. Erbil Başkonsolosu olarak tayin edilmiştir. ‘Kürd sorununu çözmek ‘ gibi büyük iddiaların sahibi değildir. Ama, Erbil Başkonsolosluğu döneminde, Kürdistan Başkanı Mesut Barzani’yi Türkiye’ye getirmek, resmi bir ziyaret yaptırmak gibi bir çaba içindedir. Başkonsolos Aydın Selcen, Erbil’deki görevi henüz üç ayı dolmadan bu tasarımını gerçekleştirmiştir. Başkan Barzani’nin Ankara’yı ve İstanbul’u içeren resmi bir ziyaret yapması gündeme gelmiştir. Ve bu ziyaret gerçekleşmiştir. Mesut Barzani’nin heyetinde, Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani ve danışmanı Dr. Fuad Hüseyin vardır. Tercüman Dr. Abdüsselam da heyetteydi.

Bu ziyaret kitabın ‘Barzani’ başlıklı bölümünde anlatılmaktadır (s. 69-76) Ankara’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğanla görüşme yapıldıktan sonra, İstanbul’da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşme yapılacaktır.

“Mesut Barzani’nin heyetiyle birlikte, Ankara’da mümkün olduğunca fazla sayıda üst düzey temas yapmasının sağlamaya çalıştım. Buradan amacım, ‘aşiret reisi’ ‘terörist’ ‘bir başka Öcalan’ gibi hakir ifadelerle aşağılanan İKB liderine, kendini ilk elden tanıtma fırsatı yaratmaktı. Randevu almak için girişimde bulunduğumda, bakanlık içinde dahi kimilerinin, ‘ben hayatımda bir Kürt’ün elini sıkmadım, sakın bana getirme’ diye olumsuz tepkiler verdiğine tanıklık ettim.” (s. 72)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yapılacak görüşmenin resmi bir nitelik görüntüsü vermemesi için çok büyük çaba sarfedilmiştir. Bu bakımdan görüşmenin, İstanbul’da yapılması kararlaştırılmıştır. Görüşmenin Pazar günü yapılması sağlanmıştır.

‘Tam otelden hareket etmek üzereydik bu defa bana, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, Büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu telefon etti. Sert bir tonda konuşarak, ‘avanesi gelmesin’ dedi. ‘Beyefendi, avanesi dediğin, konuk heyette, oğlu ve istihbarat başkanı Mesrur Barzani ile Başdanışman, Dr. Fuad Hüseyin var’ diyecek oldum. ‘Ben bilmem, senin işin, söylersin, yalnız gelecek’ dedi.” (s.73)

‘Utana sıkıla bu talebi aktardım. Nerdeyse Mesut Barzani beni teselli etti. Türkiye ile ilişkilerin yeniden yoluna girmesine verdiği öneme vurgu yaptı. Derken yine telefon çaldı. Bu defa da görüşmenin Kürtçe-Türkçe değil, Arapça yapılacağı bildirildi. Artık bu talebi konuğa iletmeden, kendim, res’en karşı çıktım. Konuşmanın içeriğinin tam anlaşılması gerektiği, resmi konuklara kendi anadillerinde konuşma olanağı tanınmasının esas olduğu gibi, sıradan geçerlikleri anımsattım. Bir süre sonra hiç olmazsa bu konuda esneklik sağlandı.’ (s. 73)

Ancak sürprizler bununla kalmayacaktı. Otelden Huber Köşkü’ne doğru yola çıktıktan sonra yine telefon çaldı. Yine Karslıoğlu, görüşme gayrıresmi mahiyette olduğu için, kıravatsız gerçekleşeceğini söylüyordu…’ (s. 73)

Aydın Selcen, ‘Kuzey Irak’, ‘Irak kuzeyi’ ifadeleri ile ilgili olarak da şunları söylüyor: ‘Bu tür benzeri üst düzey görüşmelerin bence kayda değer bir başka çarpıcı özelliği de, Türk tarafının ısrarla ‘Kuzey Irak’ deyip, karşı tarafın Türkçe--Kürtçe tecümanının bunu, ‘Kürdistan’ diye çevirmesi, aynı biçimde Kürt tarafının, ‘Kürdistan’ dediğinin, Kürtçe-Türkçe tercüman tarafından ‘Kuzey Irak’ diye çevrilmesiydi. Kulak duyuyor ama akıl almıyor, almak istemiyordu.’ (s. 74)

Kitapta, ‘Ramazan’ başlıklı bölümde, (s. 97-99) Kürdistan’daki seküler hayat hakkında çarpıcı bilgiler verilmektedir. Bu bölümde, Kürdlerin dine karşı tutumları, bu konularla ilgili algılamaları, dinsel hayat , dikkate değer örneklerle dile getirilmektedir.

Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olarak Hewlêr’e gittiği bir Ramazan gününde, iftar zamanında kendisine eşlik edecek bir yetkili bulamamış.

“Yahu kimse mi oruç tutmuyor burada?” diye daha büyüyen bir hayretle sordu Nêçîrvan’a. Hazır bulananlardan bir ses çıkmadı. Nêçîrvan da rahat bir ifadeyle, “Bakın Ahmet Bey” dedi, sonra işaret parmağıyla Sar-ı Reş yönünü göstererek, “burada hepimizin adına orucu Kak Mesut tutar.” (s. 98)

Ahmet Davutoğlu iftar yemeğinden sonra, teravih namazı için de kendisine eşlik edecek bir yetkilinin olmamasını çok büyük bir hayretle izler. (s. 99)

350-021.jpgGözden Irak’ta kitabında, Aydın Selcen, Cezayir’le ilgili anılarını da dile getirmektedir. (s. 145-156) 1990’larda iç savaş yaşanan Cezayir’de, toplumsal ve siyasal yaşamım çeşitli boyutları hakkında dikkate değer bilgiler yer almaktadır.

İç savaş döneminde dinci çevreler iktidardadır. Bu çevreler, Ulusal kurtuluşçuları ülke dışına kaçmak zorunda bırakmışlardır.

Cezayirle ilgili olarak küçük bir not düşmek durumundayım. 6 Mart 1975’de, Cezayir’de gerçekleşen İran-Irak anlaşması kirli bir anlaşmadır. Saddam Hüseyin ve Şah Rıza Pehlevi, Bülent Ecevit’in, Türkiye’nin teşvikiyle bir araya getirilmiştir. Bu anlaşma sürecinde, Türkiye, Sovyetler Birliği, ABD gözlemcidir. Bu anlaşmayla Kürdlerin başına lanetli bir çorap geçirilmiştir.

Bu anlaşmanı yapıldığı dönemde, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi Lideri Ahmet Bin Bella (1916-2012) sürgündedir. Başbakan Huari Bumedyen’dir ( 1932-1978) Kürdler hakkında bu kirli anlaşmanın Cezayir’de yapılması, insanı kafasında şu tür düşünceler uyandırıyor. Cezayirli yöneticilerin şu şekilde düşünmesi daha gerçekçi olurdu. ‘Biz ulusal kurtuluş mücadelesi yaparak özgürlüğümüze, bağımsızlığımıza kavuştuk. Kürdlerin de bu yoldaki mücadelesi meşrudur. Bu bakımdan, bu kirli anlaşmanın, Cezayir’de yapılmasına karşıyız…’

Ama, Kürdler, Kürdistan konusunda süreç böyle çalışmıyor. Özgürlük, bağımsızlık yolunda ulusal kurtuluş mücadelesi yapmış olanlar bile, Kürdlere, Kürdistan’a karşı, Kürdleri ezen devletlerle işbirliği yapabiliyor. 1999’da Kenya’da, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinde de aynı sürecin yaşandığı bilgilerimiz dahilindedir. Halbuki, Kenya da, 1940’ların sonlarında, 1950’lerin başlarında gerçekleşen Mau Mau hareketleri sonunda bağımsızlığına kavuşmuştu. 1999’da, Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim edenler ise, Kenya Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin lideri Jumo Kenyatta’nın (1891-1978) torunları oluyor.

Dış politikada önemli olan devletin çıkarlarıdır. Bu çok açık. Ama bu süreçte insani bir nitelik aranması da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

* * *

Aydın Selcen, devletin, dışta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne açıldığı, içte, ‘çözüm süreci’nin yaşandığı bir dönemde görev yapmıştır. Buna rağmen ‘Kürdçü’ diye damgalanmaktan, ‘Kürdçü’ diye jurnallenmekten kurtulamamıştır. Aydın Selcen buna ‘dokunan yanar’ kuralı diyor. (Arka kapak yazısı)

Gözden Irak’ta kitabında, birçok büyükelçinin, konsolosun adı geçmektedir. İki büyükelçiyi çok yakından tanıyorum. Yalım Eralp ve Yaşar Yakış. Yaşar Yakış, ilk AKP hükümetinde, 2002-2003 arasında, Dışişleri Bakanlığı da yapmıştı. Her ikisiyle de 1958-1962 döneminde Mülkiye’de (Siyasal Bilgiler Fakültesi) beraberdik.

Devam mecburiyetinden dolayı ve öğrenci azlığından dolayı Mülkiyeliler birbirlerini çok iyi tanırlar. Hergün sınıfta, koridorlarda, merdivenlerde, kantinde, yemekhanede vs. sık sık karşılaşırlar. İçişleri Bakanlığı’ndan veya Maliye Bakanlığı’ndan burslu okuyanlar, fakülteye bitişik olan yurtta kalanlar, birbirlerini daha yakından tanır.

Taşradan gelen öğrencilerin çok büyük bir kısmı yurtta kalırdı. Yurt, sadece Mülkiyeli erkek öğrenciler içindi. Bu Mülkiye’nin 1936-1964 arasındaki 28 yıllık bir dönemiydi.

Aydın Selcen’in Gözden Irak’ta kitabındaki Gelenek bölümün okurken, 1958-1962 dönemi, Yalım Eralp, gözümün önünde bir film şeridi gibi aktı.

* * *

Bu yazıyı bitirirken, Aydın Selcenle ilgili küçük bir anımı dile getirmek istiyorum. 2013 Mart sonu, Nisan başında, İBV olarak Hewlêr’deydik. Divan Otel’de kalıyorduk.

Bir sabah, kahvaltı sırasında, masaya, güleryüzle bir kişi yaklaştı. Kendisini, ‘Erbil Başkonsolusu Aydın Selcen’ diye tanıttı. Bana, ’hoş geldiniz’ dedi. Bizle sohbet etti. Ve bizi konsolosluğa davet etti. Çok şaşırmıştım. Dışişlerinde, Mülkiye’den, sınıf arkadaşım, büyükelçi, konsolos vs. pek çok kişi vardı. Fakat, böyle bir karşılaşma olmamıştı. Emekli Büyükelçi, rahmetli Gündüz Aktan, Radikal Gazetesi’nde Kürd karşıtı yazılar yazıyordu…

Aydın Selcen’in, bu karşılaşmadan birbuçuk ay kadar sonra, Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevinden istifa ettiğini basından okumuştum.

Birkaç ay sonra, aynı otelde, yine kahvaltıda aynı masada Hüseyin Çelik’i görmüştüm. Hüseyin Çelik o zaman AKP hükümet sözcüsüydü. Bu sefer ben, Hüseyin Çelik’in oturduğu masaya giderek ‘Hoşgeldiniz Hüseyin Bey’ dedim. Yüzüme bakmadan ve kafasını kaldırmadan, önündeki dosyayı kurcalayarak, savarcasına, hızlı bir şekilde ‘hoş bulduk, hoş bulduk…’ demişti.

Yine aynı günlerde, aynı otelde, lobide, Hoşyar Zebari’yi gördüm. Lobide bir odaya girmişti. Odanın kapısının önünde duran sekretere, yaklaşarak, kendimi tanıttım ve Hoşyar Zebari’ye selam vermek istediğimi söyledim. Hoşyar Zebari o zaman Irak Maliye Bakanı’ydı. Sekreter, ‘Bakan içeride çok önemli bir görüşme yapıyor, içeri girmek mümkün değil…’ demişti.

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89