• BIST 10891.42
  • Altın 2529.106
  • Dolar 32.8951
  • Euro 35.7068
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 25 °C
  • Ankara 19 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 19 °C

Anadilin kullanımı, eğitimi ve Kürtler...

Fehim Işık

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan tanımlamada, sağlığın, yalnız bedensel veya toplumsal değil, aynı zamanda ruhsal iyileşmeyi de barındırması gerektiği ifade edilir. Ruhsal iyileşmenin, diğer bir deyimle kişilik oluşumunun önemli etkenlerden biri ise dildir. Dil, bireyin ruhi şekillenmesinde, yani kişilik oluşumunda da etkilidir.

Çin Bilgesi Konfüçyüs’ten sorarlar: “Eğer ülkenin yönetiminden sorumlu olsaydınız, önce nereden başlamak isterdiniz?” “Hiç kuşkusuz, dilden başlardım,” diye yanıtlar Konfüçyüs. “Çünkü,” der, “Eğer dil anlaşılmazsa, fikir de anlaşılmaz. Fikrin anlaşılmadığı yerde işler yolunda yürümez. İşlerin yolunda yürümediği toplumlarda kültürel bozukluklar alır başını gider. Kültürel bozukluk, geleneklerin yok olmasını ve bu da adaletsizliği beraberinde getirir. Adaletin olmadığı ortamlarda halk ne yapacağını bilemez, şaşkınlaşır. Bunun içindir ki önce dilden başlardım.”

Psikologlar, dil bilimciler, dil ile kişilik oluşumu arasındaki temel bağı irdelerken, özellikle anadil vurgusuna dikkat çekerler. Anadil, bireyin fikir, dil ve kişilik yönünden gelişmesinde gerekli olan temel unsurlardan biridir. Anadilini toplum içinde rahatlıkla kullanabilen bir insan diğer şeyleri de daha kolay öğrenebiliyor.

Anadilin öğrenimi, ana rahminde başlayan ve yaşam boyu süren bir sürece tekabül eder. Eğer herhangi bir özür söz konusu değil ise anadilin öğrenilmesi büyük oranda 6 yaşına kadar tamamlanır. 6 yaşındaki bir çocuk, kendini anadili ile çok rahat ifade edebilir düzeydedir.

Bu yorumlardan özetle şu sonucu çıkarabiliriz: Çocuğun anadili ile kişilik oluşumu ve bilişsel gelişimi arasındaki ilişki, toplumsal yapılanmayı da etkiliyor. Bu durumda, anlaşılır olabilmek, bir diğer anlatımla sağlıklı toplumun fertleri olarak yaşanabilir bir ortama kavuşabilmek için anadil eğitimi önündeki engeller kaldırılmalı; anadil ile eğitim bireysel değil, kolektif bir hak kullanımı olarak ele alınmalıdır. Çünkü çocuk toplumu kendi anadili ile tanıyor; toplum içinde anadili ile şekilleniyor. Bunun baskılanması çocukta kişilik bozukluğuna ve uzun vadede toplumsal rahatsızlığa yol açabiliyor.

Türkiye’deki mevcut durumu ele alınca, daha karmaşık bir ilişkiler ağının olduğunu görebiliyoruz.

Her şeyden önce Türkiye’de, Türkçe dışındaki tüm ulusal, etnik ve yerel diller yasaklandı. Cumhuriyet ile aynı yaşta olan bu yasaklar, geçmişteki gibi belirgin olmasa bile bugün de bir yönüyle devam ediyor. En azından Türkçe dışındaki anadillerle eğitim önünde ciddi yasal ve fiili engeller var. Dili kolektif bir hak olarak ele almayan bakış açısı, daha çocukluk döneminde anadili ile egemen dil arasında baskılanmaya başlayan bir neslin oluşmasına yol açıyor.

Bu durum, toplumsal rahatsızlığın artmasından öte bir işlev görmemektedir. Hala devam edegelen bu anlayış, sorunu ortadan kaldırmayacağı gibi kamplaşmayı artıracak ve zaman içinde yalnız kişilik oluşumunda bozukluklara değil, aynı zamanda ciddi toplumsal sorunların oluşumuna da yol açabilecektir. Dikkat çekmek gerekir ki bu gerçeklik yalnız Kürtler açısından değil, Türkiye’deki diğer ulusal, etnik ve yerel dilleri konuşan halklar açısından da geçerlidir.

Günümüz dünyasında sorunların, hele insani, kültürel ve dilsel sorunların bir iç sorun olarak ele alınmadığını ve bu nedenle ülkelerin uluslar arası hukuk belgelerinden destek alarak başka ülkelere müdahale edebildiğini rahatlıkla görebiliriz. Bu hakların, yani insani, kültürel ve dilsel hakların kullanımı, başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere birçok uluslar arası belgede düzenlenmiş, hakların kullanımı ile ilgili Batılı ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede ciddi gelişmeler sağlanmıştır. İnsani, kültürel ve dilsel sorunları güvence altına alan anlaşmalardan bazıları çekincelerle de olsa Türkiye hükümetlerince de imzalanmıştır.

Benzer sorunları yaşayan ülkelerin birçoğunda, özellikle Avrupa ülkelerinde uluslar arası hukuk esas alınarak önemli adımlar atılmış, hakların kullanımı yönünde kolektif bakış açısı esas alındığından sorunlar önemli oranda çözülmüştür.

Bunlara bir iki örnek vermek gerekirse:

İtalya’da 25 farklı dil konuşulur. Bunlardan 12’si İtalyanca’nın lehçeleridir. Almanca, Ladince (Güney Tirol), Fransızca (Aostatal) ve Slowence (Triest) bölgesel resmi dillerdir. İlkokullarda anadil, isteğe bağlı ama zorunludur. Orta okullarda bazı hallerde yerel dilde eğitim verilir. Bunların dışında, 1999 yılında çıkarılan kanunla Anayasal güvenceye alınarak korunan azınlık dilleri ise şunlardır: Arnavutça (Mezzogiorno), Franko-Provenzalca (Aostatal, Piemont), Furlanca, Yunanca, Katalanca, Sardça (Sardinya), Zimbirce (Kuzey İtalya’da dil adaları biçiminde), Okzitanca (piemont).

İsviçre’de bölgeler dil esasına göre ayrılmıştır. Öğrenciler bağlı oldukları kentteki sisteme bağlı olan egemen dilde öğrenim görürler. İsviçre Anayasasının 4. maddesinde, “Ülke dilleri Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Retororomanca’dır.” der. 70 maddede ise “Federal resmi diller Almanca, Fransızca ve İtalyanca’dır. Retororomanca konuşan kişilerle ilişkilerde Retororomanca’da federal resmi dildir.” der. Jence dili ise 1997 yılında belli bir bölgeye bağlı olmayan İsviçre dili olarak kabul edilmiştir. Jence konuşanlar, nüfusun % 0,5 ini oluştururlar ve tüm İsviçre’ye dağılmış bir biçimde yaşarlar. Ayrıca Zürich kantonunda dilsizlerin kullandığı işaret dili resmi dil olarak kabul edilmiştir.

Federal Almanya’da, İsveç’te, Hindistan’da ve birçok Avrupa, Asya ve Afrika ülkesinde de sorunların çözümü için benzer yöntemler kullanılarak ciddi adımlar atılmıştır.

Türkiye’nin de, yaşanan sorunun büyüklüğü ile ilintili olarak ciddi adımlar atması gereklidir. Bu adımlar zaman geçirilmeden atılmalıdır.

Ancak Türkiye’nin bir diğer özelliği daha var. Türkiye’de sorun, yalnızca anadil ile eğitim yasağı olarak algılanmıyor. Bu nedenle Türkiye’de demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü ile diğer bireysel ve kolektif hakların kullanımına yönelik adımlar süreç içinde birlikte atılmalı ve sorunlara köktenci çözümler üretilmelidir.

Bu aşamada her ne kadar “Demokratik Açılım” ile adımlar atılacağı yönünde yargılar oluşsa da, hükümet ve devlet olanaklarının mağdur olan kesimlere kolay kolay sunulmayacağını, pozitif ayrımcı davranılmayacağını biliyoruz. Bu yönüyle sivil topluma da önemli görevler düşmektedir.

Kısa vadede yapılacaklar için mevcut devlet yapılanmasından bir şey beklenemez. Bu açığı kapatacak, kısa vadede yapılması gerekenleri yapacak olan, daha çok sivil toplum örgütleri, akademisyenler, üniversitelerdir. Sivil toplum ve üniversiteler, hem bilimsel-akademik çalışmaları geliştirip sorunun anlaşılmasına yardımcı olarak, hem de hükümet ve devlet organlarını çözüm yönünde zorlayarak önemli işlev görebilir.

Sorunun içselleştirilip daha sağlıklı çözümler üretilmesi açısından bu önemlidir.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89