• BIST 9716.77
  • Altın 2427.694
  • Dolar 32.5699
  • Euro 35.0032
  • İstanbul 17 °C
  • Diyarbakır 16 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 17 °C
  • Berlin 5 °C

Oya Baydar: Her kurşun katildir ve her savaş kirletir

Oya Baydar: Her kurşun katildir ve her savaş kirletir
Kimsenin kurşunu ötekinin kurşunundan daha zararsız, daha masum değildir, “cici silah” yoktur. T24 yazarı Oya Baydar yazdı...

Her kurşun katildir ve her savaş kirletir. Hangi amaçla kime atılmış olursa olsun, kurşun yaralar, öldürür. Kimsenin kurşunu ötekinin kurşunundan daha zararsız, daha masum değildir, “cici silah” yoktur. Ve her savaş, en kutsal sayılanı bile savaşan güçleri, savaşan kişileri kirletir. İstemeden, farkında olmadan, kirlenmeyi reddederek kirletir hatta.

Kimilerince naif (safiyane), gerçek hayatı hesaba katmayan, tuzukuru hayalcilik olarak algılanacak bu çıplak gerçek, olaylara iktidar mücadelesinin ve siyasetin kendine yontan çarpıtıcı prizmasından bakıldığında vicdanen kabullenilse bile siyaseten görülmez, görülse de itiraf edilmez. Kurşunlar ve savaşlar çeşitli (kimi zaman da haklı görünen) gerekçelerle, ama’larla savaşan taraflarca haklı gösterilmeye çalışılır; insanların ölmesi tabii ki kötü ama ne yapalım savaş bu, denir.

Siirt’te dört genç kadının ölümü, ikisinin de yaralanmasıyla sonuçlanan şiddet eyleminde, hedefin aslında polis olması, o gencecik insanların ölümünü başka ölümlerden farklı mı kılmıştır? Yanlışlıkla öldürülmüşler diye gerçekten ölmediler mi onlar? Peki, kurşunlar asıl hedef olduğu söylenen polislere isabet etseydi, yani hedef şaşırmasaydı ölümler ve öldürme haklı, doğru, ahlaki mi olacaktı? Hedef gözeten kurşun masum, hedef gözetmeyen katil midir? İki gün önce Batman’da yoldan geçen otomobilde öldürülen sekiz aylık hamile Mizgin’i ve küçük kızını vuran kurşun, polise yönelik saldırı ve çatışma sırasında atıldığı için katil değil de masum mu? O kurşunun devlet gücünün mü, PKK’nin mi namlusundan çıkması ölümü ve cinayeti haklı kılabilir mi? Ya da halı sahada maç yaparken ölen, aslında öğretmen olarak tayini çıkmadığı için iş ve aş amacıyla polis olmuş genç adamla, maçı seyretmekte olan güzeller güzeli öğretmen eşi ölmeye layıktılar, katil kurşunu hak etmişlerdi de, ondan mı bir “pardon” bile esirgendi onlardan?

Peki, onlarca yıldır devlet güçlerinin katlettiği Kürt gençleri, Doğunun, Güneydoğunun gözden uzak karanlık kuytuluklarında devlet sırrı olarak saklanan cinayetler, faili meçhuller, toplu mezarlara gömülmüş bunca günahsız insan, devletin Hizbullah gibi cinayet taşeronlarının sokak ortasında enseden iki kurşunla vurduğu Kürt insanları, utanmadan bunca yıl yok denilen JİTEM’in korkunç cinayetleri....Liste çok uzar böyle; demek istediğim, buralarda atılan “ulusalcı, vatansever” kurşunlar katil değil mi? Hızlanarak devam eden operasyonlarda öldürülen Kürt insanları, devletin/hükümetin “beka’sı” için, vatanın- milletin o hiç varolmayan riyakâr “birliği” gerekçesiyle öldürüldüğünde, ölüm ölüm olmaktan, cinayet cinayet olmaktan, kurşun katil olmaktan çıkıyor mu? Sözde yanlışlıkla, belki de aslında iğrenç bir planın parçası olarak, mesela PKK’nin üstüne atmak için öldürülmüş onlarca masum Kürt köylüsünü vuran plastik mermiler miydi? Çoluk çocuğu öldürüp (Kızıltepe’de babasıyla birlikte öldürülen Uğur Kaymaz’ı hatırlayın; öldüren polisler beraat ettiler) “terörist sandık” demek cinayeti haklı mı kılıyor.

Silah ve savaş, hangi amaçla, kimden gelirse gelsin sonuçları itibariyle ölümdür, zulümdür, cinayettir. Savaşı kentlere yaygınlaştırdığınızda sivil ölümleri kaçınılmazdır ve seçilen stratejinin sonucu olan bu ölümlerin ardından timsah gözyaşları dökmek, “pardon” demek hiç de inandırıcı olmaz. Kategorik olarak karşı çıkılmazsa; estekle köstekle, ama ile fakat ile ve de her iki tarafın hamaset nutukları, şehitlik afyonu, vatan-millet edebiyatının coşkusuna kapılıp, taraflara alkış tutulursa, alkışladığımızın ölüm olduğunu unuturuz. Alkışlayan ellerimiz de kana bulanır. 

Doğrular ve Gerçek

Gerçek tektir, doğrular çoğul. Bilimin dallarının gerçeğin bile tekliğini tartıştığını bir kenara not ederek gündelik yaşamımızın gerçeğin algılanmasının değil kendisinin yani “gerçek gerçeğin” tekliği üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Birey insan bu gerçeği kendi duyularına, kendi zihin ve zihniyet dünyasına, mensup olduğu gruba, siyasal kanada, özel tarihine, inancına, ideolojisine göre farklı algılayabilir. Bu farklı algılama kişinin değerlerine ve “doğru” kavramına yansır. Aynı gerçek farklı bireylerde (gruplarda) farklı doğrulara yol açar. “Bu doğrudur” sözü bir tahakküm ifadesidir. Birilerinin kendi doğrusunun tek doğru olarak diğerlerine dayatmasıdır. Bir sonraki adım, bu doğrunun kabulü için insanların yumuşak veya sert güçle zorlanmasıdır. Dinler, ideolojiler, devletler, siyasal iktidarlar, örgütler kendi doğrularını tek ve mutlak olarak dayatırlar. Kendi doğrularının bütün toplumun, bütün insanların doğrusu olması gerektiğine inanır, herkesin de inanmasını isterler. Baştakiler bu doğrunun kendi iktidarları için şekillendirilmiş bir doğru olduğunu çok iyi bilirler; hükmettikleri çoğunluk ise, kendisine zerkedilmiş doğrunun tek doğru olduğundan kuşku duymaz. “Bu böyledir, inanacaksın” ve bir adım ötesi: “Bu uğurda savaşacaksın.”

Bugünlerde sıkça duyup okuduğumuz “Savaşın ilk kurbanı hakikatlerdir” sözü becerebildiğimce anlatmaya çalıştığım bu doğru ve gerçek (hakikat) farkının da ifadesidir. Gerçekler vardır, yani nasılsa öyle olan şeyler; ve savaşan taraflar bunları kendi doğruları çerçevesinde aktarırlar; kendilerine nasıl görünüyorsa ve kitlelere nasıl, ne kadar göstermek istiyorlarsa öyle.

Yüreğimizi yakan güncel konudan örnek verecek olursak, az sayıda istisna bir yana yıllardır Türkiye ana akım medyasında şehit haberleri, şehit cenazeleri yürekleri dağlayacak, hepimizi gözyaşlarına boğacak, kitleleri Kürtlere karşı kışkırtacak, nefret söylemini yaygınlaştıracak haber ve görüntülerle verilirken, bu kirli savaşta ölen onbinlerin çok büyük çoğunluğunun Kürt olduğunun altı çizilmez; dağlarda, kırlarda vurulan kadın-erkek gencecik Kürt çocuklarının -bırakın cenaze fotoğraflarını, ölüm haberlerini- cenazeleri bile kurda kuşa yem edilir, cenazeleri ailelerine verilmez, toplu mezarlara gömülür. Ara sıra cesur ve de çoğunlukla marjinal medyaya PKK’li ölünün vücuduna postallarıyla basıp aslan avcısı gibi poz vermiş “kahraman” Türk askerlerinin fotoğrafları sızar; yeni yeni de, toplu mezarlarda ölülerini arayan ailelerin haberleri... Kürt silahlı hareketinin televizyonlarında, yayın organlarında ise “gerillanın şanlı eylemleri ve zaferleri”nden söz edilirken sivillere yönelik cinayetler yer bulmaz, ya da bunların haklı gerekçeleri sayıp dökülür. Savaşan tarafların sözcülerinin, yandaşlarının konuşmaları da böyledir. Herkes o tek gerçeği kendi yanından ve kendi yönünden yorumlar, kendi doğrusunu anlatır ve o doğru asla gerçeği olduğu gibi gören ve gösteren bir doğru değildir. Nerede taraf tutuyorsanız, oranın doğrusudur.

Çok somut bir örnek: Batman’da dört kız çocuktan sonra çok istediği erkek çocuğa kavuşmak için yeniden hamile kala ve küçücük kızıyla birlikte öldürülen Mizgin’i kimin öldürdüğü hararet ve nefretle tartışılıyor. Kürt hareketine yakın çevrelere göre Mizgin’i öldüren kurşunları, orada silahlı gerillalar falan yokken ailenin içinde bulunduğu otomobile ateş açan polis sıkmış. Valilik açıklamasına ve başka görgü tanıklarına göre, “teröristler” polisle çatışırken Kürt silahlı askerlerinin silahlarından çıkan kurşunlarla vurulmuş. Allah aşkına, aklı tutulmamış ve vicdanı kararmamış biri bana Mizgin ve küçük kızı açısından, ağır yaralı eşi açısından, sekiz aylık annesiz ve belki de ailesiz kalacak bebek açısından, kurşunu kimin sıktığının ne fark ettiğini anlatsın.

Gerçeğin Gözlüğü ile Bakmak

Savaşta olup bitene kendi doğrularımızın değil de gerçeğin gözlüğüyle bakmayı bir becerebilsek, kendimizi ve aklımızı yüreğimizi dezenformasyonun çakma doğrularına değil gerçeğe açmayı bilsek çözüme yaklaşacağız . Bunun çok zor olduğunu biliyorum. Bu yüzden de farklı doğrularımıza rağmen ortaklaştığımız düşünce ve belirlemelerden hareket edebilirsek belki güçlü bir irade yaratabiliriz diye düşünüyorum.

Son zamanlarda gazete köşelerinde ve televizyon programlarında yazarlar, kanaat önderleri, aydınlar, vb. Türküyle Kürdüyle toplumu derinden etkileyen, sarsan, karamsarlığa ve korkuya kaptıran çatışmaları, şiddet olaylarını, özellikle sivillere yönelen saldırıları tartışırken birbirlerini yıpratıp, birbirlerine laf atıp, birbirlerini suçlayıp duruyorlar. Aynı gerçeğe bakarken, kimileri Kürt silahlı hareketinin şiddet eylemlerini çözümün önünde engel görüyor, eleştiriyor; kimileri ise devletin, özellikle de AKP’nin tutum ve politikalarının tırmanan savaş ve şiddette baş sorumlu olduğu “doğrusu”ndan hareketle Kürt silahlı hareketinin şiddetini haklı görüyor. Çözümü savaş, şiddet ve kanda aramaktan bunca yılın acı deneylerine rağmen vazgeçmeyen ölü ve savaşseverleri bir yana bırakıyorum. Bunlardan her iki tarafta da var ve hangi cephede olursa olsunlar hayret verici şekilde birbirlerine benziyorlar; su taşıdıkları değirmen de aynı. Benim nacizane sözüm, yıllardır izlediğim, kimilerini yakından tanıdığım ama şu günlerde birbirlerine laf yetiştirmekle uğraşan bu iki kesimin, saygın, akıllı, vicdanlı, barışı ve çözümü gerçekten isteyen insanlarına. Onlar bana adlarını birlikte andığım için kızacak da olsalar, mesela Aysel Tuğluk’la Yasemin Çongar’ın, mesela Yıldırım Türker’le Ahmet Altan’ın barışçı çözüm ve Kürt halkının meşru talepleri doğrultusunda farklı düşünmediklerine, “doğru”ları zaman zaman farklılaşsa da “gerçek”te birleşebileceklerine inanıyorum.

Bırakalım, kim haklı kim haksız, kim hükümetten yana kim PKK’nin emrinde, kim tutarlı kim tutarsız, kim devrimci kim pasifist, vb., vb. bir yana, “Biz ne istiyoruz?” diye soralım. Huyum kurusun, yine safdillik ve ahmakça iyimserlik yapmıyorsam, cevap tek olacaktır: Barışçı bir çözüm. Bu çok genel bir ortak payda, daha da daraltalım: Şu anda birbirlerini eleştirmek ve laf yetiştirmekle meşgul olanlar, - hadi hepimiz demeyeyim, büyük çoğunluğumuz- Kürt ve Türk olarak şu noktalarda birleşiyoruz sanırım:

-Kürt halkına bunca zamandır zulüm uygulanmış, en temel hakları gaspedilmiştir.

-Kürt sorununun savaşla, silahla çözümü onlarca yıldır yaşanan vahşetin de gösterdiği gibi, mümkün değildir.

-Kürt halkının meşru taleplerinin karşılanması: ana dilde eğitim hakkı ve bu hakkın anayasal güvencesi; Kürt kimliği ve varlığının anayasal bir hak olarak tescili; yerel yönetimlere daha geniş özgürlükler ve merkezden kısmi bağımsızlık (eskilerin ademi merkeziyetçilik dedikleri, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı’nda yeri olan, Kürt siyasal hareketinin demokratik özerklik olarak adlandırdığı yerel yönetim reformu).

- Kısa vadede normalleşme için çok önemli ve elzem olan, Öcalan’ın İmralı’daki tecridine son verilip iletişim kanallarının açılması.

-Devlet ve Kürt hareketi arasında diyalog ve müzakerenin acilen yeniden başlatılması.

- Bütün operasyonların durdurulması ve güvence de sağlanarak örgütün eş zamanlı silah bırakması, en azından gerçek bir ateş kes.

Doğrularımız; yani meşreplerimiz, duyarlılıklarımız, ideolojimiz, ihançlarımız v.b. farklı olabilir ama yerde yatan ölüler gerçek. Bu gerçeğe isyanımızdır bizi birleştirecek olan. Çatışmaların şiddetlenmesinden, sivillerin de ateş hattında kalmasından, çözüme varılamamasından sorumlu olan hükümet mi örgüt mü, bunu ilerde kurulacak bir hakikatleri araştırma komisyonu ortaya koyar, şimdi ateşi söndürmek gerek.

Şimdi hakikat vakti.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89