• BIST 9079.97
  • Altın 2301.089
  • Dolar 32.3484
  • Euro 35.109
  • İstanbul 19 °C
  • Diyarbakır 16 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 23 °C
  • Berlin 12 °C

Taksim’de patlayan öfke

Mithat Sancar

Türkiye, 2000’li yılların başından itibaren giderek belirginleşen bir “geçiş süreci” yaşıyor. Böyle dönemlerde ciddi sarsıntılar ortaya çıkar. Siyasal güç dengeleri de etkilenir bu sarsıntılardan, zihin dünyaları da. Konumlar da değişime uğrar, yaklaşımlar da. Umutlar ve beklentiler kadar, korkular ve kaygılar da yeniden şekillenir bu zamanlarda. Daha çok derinlerde işleyen bu hareketlilik, değişik vesilelerle yüzeye çıkar. Bu dışa vurum, bazen bir öfke patlaması şeklinde olur.

Taksim’de de böyle oldu. Gezi Parkı’nda ağaçları korumak amacıyla başlatılan eyleme polisin acımasız bir şiddetle karşılık vermesi, dipte biriken bir öfkenin patlamasına yol açtı.

Öfke, genellikle bir şeylerin yolunda gitmediğinin işareti olarak görülür. Öfkeyi, muhtemel kaynaklarından soyutlayıp başlı başına bir tehlike olarak değerlendirmek yerine, bir uyarı olarak algılamak gerekir. Harriet Lerner’in, çoksatar kitabı Öfke Dansı’nda belirttiği gibi, “öfkemiz incindiğimizi, haklarımızın ihlal edildiğini gereksinimlerimizin ya da isteklerimizin doğru şekilde karşılanmadığını gösteren bir ileti olabilir.”

Taksim’de başlayan, kısa sürede İstanbul’un ve ülkenin başka yerlerine yayılan öfkeyi de böyle okumakta büyük fayda var; tabii eğer toplumsal ve siyasal hayatımızı on yıllardır belirleyen kutuplaşma kıskacından kurtulmak istiyorsak.

Bu okumaya, en görünür noktadan, en çıplak gerçekten başlayalım. Polisin, artık olağan bir pratik haline gelen “ölçüsüz” şiddeti, bu olaylarda her türlü “insaf sınırları”nı bir kez daha aşmıştır. Polisin, biber gazını, on binlerce insanın hayatını ve sağlığını hiçe sayacak şekilde kullanması, tüyler ürperten bir hoyratlıktır. Öfke, her şeyden önce bu hoyratlığa patlamıştır.

Polisin bu uygulaması, hükümetin siyasal yaklaşımından ve tercihinden bağımsız değildir şüphesiz. Türkiye’de siyasal kültürün köklü unsurlarından olan muhalefete karşı tahammülsüzlük ve toplumsal taleplere tepeden bakma yaklaşımı, AKP ve Başbakan Erdoğan tarafından da sürdürülmektedir. Bunlara bir de, Türkiye sağının derin saplantısı olan “çoğunlukçuluğu” eklediğimizde, polisin tavrının, nasıl bir siyasal zihniyetin yansıması olduğunu daha kolay görebiliriz.

“Milli irade” efsanesinden beslenen çoğunlukçu demokrasi anlayışı, kapsayıcı değil, dışlayıcı, bütünleştirici değil, kutuplaştırıcı bir doğaya sahiptir. Bu anlayış, çoğunluğun dışında kalan toplum kesimlerinin rahatsızlıklarını ve taleplerini dikkate alma kapasitesi düşük bir yönetim tarzına vücut verir. En sık başvurulan yöntem, talepleri itibarsızlaştırarak reddetmek ya da bastırmaktır. Taleplerin kabulü söz konusu olduğunda ise, bunları çoğunluğun değer kalıplarına asimile etme, böylece etkisizleştirme yolları aranır.

Normal zamanlarda bile karmaşık ve dinamik toplumları yönetmek bakımından elverişsiz ve yetersiz olan çoğunlukçu model, büyük siyasal ve toplumsal dönüşüm süreçlerinde çok ciddi sorunlara yol açar.

Vesayet sisteminin çözülmesi, büyük bir siyasal dönüşüm süreciydi. Bu sürecin başarıyla işlemesinde, AKP’nin çoğunlukçuluğa nispeten mesafeli durması önemli rol oynadı.

Şimdi Kürt sorununun çözümü gibi, toplumsal hayatı ve siyasal sistemi kökten etkileyen bir süreçten geçiyoruz. Barışı, sadece Kürt sorununda silahların susmasından ve çatışmaların durmasından ibaret bir proje olarak görmek, çok eksik bir bakış olur. Kürt sorununu çözmeye girişmek, kapsamlı bir toplumsal dönüşüme hazır olmayı gerektirir. Bu dönüşümün kapsayıcı bir barış üretebilmesi için, özgürlükçü bir ortama, çoğulcu bir anlayışa ve katılımcı yöntemlere ihtiyaç var.

Barış süreci, tam da bu tür mecralar üretecek şekilde ilerlerken, hükümetin dışlayıcı ve kutuplaştırıcı hamlelerden mutlaka kaçınması gerekirdi. Oysa hükümet, son iki üç haftada tersi bir istikamet izlemeye başladı. Alkol yasaklarından, kentsel dönüşüm projelerine ve üçüncü köprünün ismine varan bir dizi düzenleme ve çıkış, bu istikametin kaygı verici taşlarını oluşturuyor.

Akil İnsanlar Heyeti Marmara Grubu olarak yürüttüğümüz çalışmalarda, modern laik sosyoloji olarak adlandırılan toplum kesimlerinin, barış sürecine yönelik çeşitli kaygılar taşıdıklarını tespit ettik. Bu kaygıları, raporumuzda ayrıntılı olarak ele alacağız. Ancak şu kadarını şimdiden söylemekte bir beis yok: Bu kaygıların temelinde, Kürt sorununda barışa ve çözüme itirazdan ziyade, hükümetin zikrettiğim yaklaşım ve uygulamalarından duyulan endişe ve korkular yatıyor. Çoğulculuğa ve katılımcılığa dayanan üslup ve yöntemler yerleşirse, bu kaygıların büyük ölçüde dönüşeceğini ve yapıcı bir işlev göreceğini söyleyebilirim.

Taksim’de ortaya çıkan tepkiyi, sonrasındaki olayları, doğrudan ve dolaylı etkileşimleri, muhtemel gelişmeleri değişik açılardan tartışmak gerekiyor şüphesiz. Ancak patlayan öfkeyi, öncelikle ve özellikle birikmiş huzursuzluklardan beslenen çok katmanlı bir sosyal hareketin işareti olarak görmek ve bundan gerekli uyarıları almak, hem yürümekte olan barış süreci hem de genel toplumsal barış açısından çok önemli... (Milliyet)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89