• BIST 9645.02
  • Altın 2430.366
  • Dolar 32.529
  • Euro 34.865
  • İstanbul 18 °C
  • Diyarbakır 19 °C
  • Ankara 21 °C
  • İzmir 24 °C
  • Berlin 6 °C

Savaşta şike, sporda şikeye benzemez!

Orhan Miroğlu

Çeyrek asrı bitirip, yarım asra doğru evrilen, şu “düşük yoğunluklu” diye tabir edilen savaşın; Mehmet Ağar’la Aziz Yıldırım gibi muktedirlerin dostluklarını her daim baki kıldığını, Genelkurmay Başkanlarıyla Şemdinli’de bomba patlatan “iyi çocuklar” arasında savaş yılları boyunca yaşanan “vefa duygusunu” bir hayli büyüttüğünü, bizim ordunun içinde, bir yüzyıl boyunca darbe yapıp duran Latin Amerika’daki darbeci generallerin sayısını beşe ona katlayan sayıda generalin, aklını ve moral değerlerini darbe ve iktidar tutkusuyla bozup, nihayet Silivri’ye yolladığını, Türk ordusu gibi ulus-devlet kurmuş bir orduyu, boğazına kadar kire-suça batırdığını ve “düşük yoğunluklu” savaşa dair hikâyenin bu minvalde ama bu sefer mutlu sona doğru devam edeceğini az çok biliyoruz.

Devrimini böyle yapıyor Türkiye ve geçmişiyle hesaplaşıyor.

Merkezinde ordunun olduğu ve aslına bakarsanız, patrimonial bir iktidar biçiminden başka bir şey olmayan bir iktidar biçimi, tarihe karışıyor.

Sporda şike yapanlarla, savaşta şike yapanlar aynı zaman diliminde sahneye çıktılar, şimdi aynı zaman diliminde tutuklanıyor ve hesap verecekleri yargılamaları bekliyorlar.

Savaş şikesi, spor şikesine benzemez ama.

Spor şikesini, adil bir yargılama az çok telafi edebilir.

Ama savaş şikesinden sorumlu olanlar bir gün adil yargılansalar bile, bu yine de, toplumun yüreğine açılan yaraları kapatmaya, acıyı ve yası tamamen ortadan kaldırmaya yetmez.

Duyguları, heyecanları istismar edilen spor seyircilerinin samimi hissiyatına ve cebine zarar vermek gibi bir şeyle sonuçlanmaz savaş şikesi.

Savaşta şike yapmaktan sorumlu olanlar, toplumu savaş içinde tutup, siyaset kurumunu devre dışı bırakarak, merkezinde ordunun olduğu bir çeşit patrimonial iktidar biçimi yaratmayı başardıkları, ve bu iktidar biçimini korumak için iç infazlar dâhil her şeyi göze aldıkları için, son derece tehlikelidirler.

Bu yüzden, spor camiasının gözaltında bir gün bile kalmayı en büyük zulüm addeden şikeci patronlarını, spor camiasından tasfiye etmekle, savaşın şikeci generallerini tasfiye etmek aynı şey değildir.

Şu takdiri ilahiye bakın ki, Türkiye bugün, sporda şike ile, savaşta şikeyi aynı anda konuşuyor.

Ve sporda şike operasyonları ile Silvan hadisesi aynı zamanda yaşanıyor.

Silvan’da olup bitenler için savaşan tarafların yaptığı açıklamalara kimse pek inanmıyor.

Başbakan “Silvan’a bir de sivil gözle bakacağız” deme gereği duydu, İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirdi.

Düşünebiliyor musunuz, gündüz vakti bir çatışma yaşanıyor ve askerî yetkililer çatışmada 13’ü asker olmak üzere yirmi kişinin hayatını kaybettiğini açıklıyorlar.

PKK iki gerillasının öldürüldüğünü kabul ediyor, ama diğer beş kişiyi reddediyor, onlar HPG’li değil, gerilla kıyafeti giydirilmiş kontralar diyor.

Bu durumda beş kişiye ait ceset hem kayıp hem sahipsiz, ve ordudan herhangi bir açıklama gelmiyor!

Gelmiyor ama, çatışma bölgesi adeta piknik alanı ilan ediliyor, çatışmanın yaşandığı yerde yanmış ekmek parçaları, konserveler, yanmış askerî giysiler iki gün boyunca ekranlara taşınıp duruyor.

Toplumun bu savaş sonrası mekânı günlerce seyretmesi sağlanıyor ve “mola sırasında yediği ekmeği boğazında kalmış, yutamamış, eline aldığı konserveyi açamamış mehmetçiğe kurşun sıkan” PKK’ye öfke, Kürtler’e acımasızlık, patlama noktasına geliyor.

Derken, Zeytinburnu ve daha başka birçok yerde Kürtler’e saldırılar başlıyor.

Bu noktada, hükümetin, yeni bir konsept benimsemesine yol açan yegâne olayın Silvan hadisesi olduğunu düşünmemek lazım.

Silvan, savaş şikelerine dair hükümetle ordu arasında yaşanan derin güvensizliğin geldiği son aşama oldu.

PKK cephesinden bakıldığında ise, Karayılan’ın metropolde yaşayan Kürtlere “öz savunma önermesi, bunu yapamayacak olanlara, geri dönme çağrısında bulunması” yeni ama ölümcül ve herkesi düşündürmesi gereken bir safhaya işaret ediyor.

Hülasa,Türkiye savaşın hakikatlerini konuşmaya başladıkça, ordunun PKK’yle savaşırken en kritik zamanlarda “savaş şikesi” yaptığı anlaşılıyor..

Herkes buna inanmayabilir, kendi payıma, ben ana teması “her şey mubah, savaşı sürdür de nasıl sürdürürsen sürdür” olan bir senaryoyu Türkiye’de sahneye koyanların, haksız yere şeytanlaştırılmadıklarına, yazıp sahneye koydukları senaryo gereği, en çok da Kürtler’in ve gayrımüslümlerin canına kıymaktan hoşlandıklarına, canına kıymakla kalmayıp, bu her iki kesime karşı toplumun acımasız duygular beslemesi için akıl almaz şeytani planlar yaptıklarına inanıyorum.

Sanki ordular mecbur kaldıkları için sürüyormuş gibi görülen savaşların, aslında aynı ordular tarafından istenen savaşlar olduğunu ortaya koyan çok sayıda örnek var dünyada.

İsrail’in en ünlü güvenlik uzmanı ve istihbaratçılarından Ami Aylon’a, bir gazeteci, 2002 yılında, “Bu savaşı kazanabileceğimizi düşünmüyor musunuz” diye sordu. “Savaşı ‘kazanmanın’ İsrail’in başına gelebilecek en kötü şey olduğunu anlamıyor musunuz?” diye cevap verdi Ami Alyon. (Duvarlar Arasında - Çıkmazdaki İsrail Toplumu, Sylvain Cypel, Arkadaş Yayın, 2011, S. 414)

Bizim ordunun içinde tıpkı Alyon gibi düşünenler olmasa ve bunlar, ordu içinde - JİTEM içinde desek de olur, ikisi aynı kapıya çıkar- bu kötü gidişatın farkına varanları, tek tek infaz edebilecek kadar pervasız olmasalardı, bu savaş bu kadar sürmezdi.

Orduda bu savaşın bitmesinin, “ordunun başına gelebilecek en kötü şey” olduğuna inananları ve onların akıl almaz mücadelelerini görmezlikten gelirseniz, gerçeği gizlemiş olursunuz.

Bu savaş artık geçmişte olduğu gibi, kabul edilebilir sınırlarda tutulamaz, ve hiç şüphesiz, demokrasi ve barış mücadelesi, bu anlamda, etnik bir çatışmayı göze alanlarla, bu etnik çatışmayı durdurmak için bir şeyler yapmak isteyenler arasında sürecek.

O halde Kürt ve Türk halkının geçmişten bugüne, savaşa karşı tutumunu bilmek çok önemlidir.

Diyarbakır’ı, Şırnak’ı terk edecek bir Türk nüfus yok ortada. Ama metropol kentlerde yaşayan ve en etkili ve yetkili ağızdan, kendilerine “Yapabiliyorsanız öz savunmanızı yapın, ya da oraları terk edin” denen milyonlarca Kürt var.

Bu yüzden öncelikle, şu soruya cevap aramak lazım:

Geçmişte PKK’ye karşı savaş gerekçesiyle, Kürt halkının, “derin” veya “sığ” -şeffaf mı deseydim acaba? - devlet güçlerince maruz kaldığı muazzam ihlaller, Türk toplumunu acaba nasıl etkiledi, bugün nasıl etkiliyor, tehlike hangi sınırlarda ve ne boyuttadır?

Bu soruların bir tek cevabı yok kuşkusuz.

Filistinlilerin hakkını ve FKÖ’yü tanımak için İsrail solu ve İsrail toplumu nasıl ki otuz yıl beklediyse, Türk halkı da sanki, Kürtlerin Cumhuriyet’in kurulmasından sonra başına gelen felaketleri bilmek ve empati yapmak için, PKK’nin tarih sahnesine çıkmasını bekledi.

Aslına bakarsanız, PKK’nin tarih sahnesine çıkması ve sonrasında yaşananlar da yetmedi gerçeği anlamaya.

Şimdi de sorunu daha doğru dürüst anlayamamış olan Türk halkından, daha acımasız davranması isteniyor, çünkü savaşı etnik çatışma safhasına taşımak, ancak bununla mümkün.

Kendi payıma, bunca savaş şikesine rağmen, Türk toplumunun suskun kaldığını, olup biteni görmezden geldiğini şimdi de beraber yaşadığı Kürt halkına karşı acımasızlaşma safhasına girdiğini düşünüyorum.

Öyle düşündüğümde de, Primo Levi’yi hatırlamadan edemiyorum..

Şöyle diyordu Primo Lev’i:

“Bilmek ve başkalarının bilmesini sağlamak, Nazizm’den uzaklaşmanın bir biçimiydi.

Bir bütün olarak Alman halkının buna başvurmadığını düşünüyor ve bu bilinçli görmezden gelme tutumundan ötürü, onu yüzde yüz suçlu buluyorum.”

Elbette kimseyi suçlamaya hakkım yok benim. Şunu söylemeye hakkım var ama:

Türk halkı, birarada yaşadığı Kürt halkına karşı acımasızlaşmayı reddetmelidir.

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89