• BIST 9693.46
  • Altın 2496.161
  • Dolar 32.4971
  • Euro 34.5977
  • İstanbul 14 °C
  • Diyarbakır 13 °C
  • Ankara 16 °C
  • İzmir 17 °C
  • Berlin 6 °C

Ortadoğu ve Din

Yavuz Delal

Diyalektik:

Ortadoğu’ya gönderilen İbrahimî dinler, Tanrı mesajlarının uygulanması amacını insana yüklemiştir.

Ve fakat Ortadoğu’da insan, bu amaçla gönderilen İbrahimî dinleri kendi menfaatinin gerçekleşmesi amacına alet etmiştir.

Dinin amacı bakımından Tanrının hizmetine girmesi gereken insan, Tanrıyı hizmetine almıştır.

İbrahimî dinlerin kadim yaratılış teorisi:

Tanrı, insanı, tanrıya kulluk etsin diye yarattı.

Ortadoğu’-lu-nun güncel inanç pratiği:

İnsan, tanrıya, insana kulluk etsin diye inandı!

Aşağıda, yukarıdaki sonucu elverişli kılan bir analiz söz konusu. Uzun bir analiz!

Ortadoğu ve Din

Rönesans, reform ve coğrafi keşif kazanımları sürecinde son birkaç asırdır sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel ve teknolojik gelişmelerle dünyaya yeni bir içerik ve biçim verme imkânını elde eden ve kendini Batı olarak takdim eden Avrupa ve onun modern uzantısı ABD, dünyanın emperyal egemen gücü oldu.

Batı, elde ettiği güç ve zenginlikle kendi medeniyet anlayışının üstünlüğünü tüm dünyada tahkim etmenin yollarına da sahip oldu. Çünkü Batı dediğimiz şey, bir coğrafya tanımlamasından daha çok, bir medeniyetin tanımıydı.

İç içe etkileşimlerde Rönesans’la sanat, reformla din ve coğrafi keşiflerle ekonomik çizgisini kökten değiştiren Avrupa, çağdaş-modern medeniyetini bu değişikliklerle oluşan anlayış üzerine inşa etti. Ve bu medeniyet meşruluk yaygınlığına ve etkinliğine karşın dine-Hıristiyanlığa değil, yeni süreci ifade eden coğrafi tanımlamaya izafe edilerek adına Batı Medeniyeti denildi.

Yunan, Grekoromen ve Anglosakson kökenlerini yeniden yorumlayan ve köken itibarıyla kurumsal dine değil de, kuramsal felsefi düşünceye bağlı olan Batı, Medeniyetine Hıristiyan Medeniyeti dememekte haklıydı. Çünkü Avrupa’da din, daha doğrusu Hıristiyanlık, zaten Ortadoğu kökenliydi.

Çağdaş Batı medeniyetinin kurucu serüveni, din ile aynı anlama gelen Kilise ile uzun boylu ve yer yer kanlı bir mücadele vermişti. Din olarak Hıristiyanlık bir insanlık dininden çıkmış ve bir Kilise dini olarak Avrupa’nın başındaki en büyük musibetlerden birine dönüşmüştü. Bu musibet, sonradan adına Ortadoğu denilen bölgenin Avrupa’ya bir armağanıydı! Yani Ortadoğu’nun Avrupa’ya en büyük hediyesi olan din, Kilise olarak Avrupa’nın en önemli belası olmuştu.

Kökleri kuramsal felsefi düşünceye bağlı olan Avrupa’ya dahi Kilise formatıyla sonuçlanan kurumsal dini ihraç edebilen Ortadoğu; böylece hem düşünce biçiminin, hem kurumsal kimliğinin ve hem de medeniyetlerinin ekseninde dinin yer aldığı bir coğrafya olarak kadim geleneğinin din ile yoğrulduğunu göstermiş ve bunu bütün pratiğiyle kanıtlamıştır.

Ortadoğu denilen bölgenin kapsamı içerisinde değerlendirmemiz mümkün olan Afrika’nın kuzeyinden Arap Yarımadasının güneyine, oradan Mezopotamya’nın Anadolu’yla kesiştiği noktaya uzanan ve üçgeni andıran büyük bir coğrafyada din, bölgenin en kadim ve en etkili yaşam biçimini oluşturan kaynağı olmuştur. Ve din, bu bölgede binlerce yıldır gücünden hiçbir şey kaybetmeksizin etkilediği yaşam biçimini, halen kadim geleneğine bağlı kılmaya devam etmektedir.

Ortadoğu din ile öylesine biçimlenmiş ki mesela -arka plan tartışmaları bir yana- İsrail, tümüyle Tanrı buyruğu olan bir devlettir. HAMAS, Tanrı buyruğu İsrail Devletine yine Tanrı buyruğuyla karşı olan bir örgüttür. Arabistan, Tanrı buyruğunun hizmetçisi olduğunu söyleyen bir krallıktır. 1979 İran devrimi, Şah rejimini kovan Tanrı buyruğuyla ilişkilenmiş bir devrimdir. İran’da yöneten ve yönetilen halk Tanrı buyruğunu uygulaması için Mehdi’yi beklemektedir ve devrim, Mehdi’nin gelişine ortam sağlamakla memurdur. Türkiye’de din dışı özelliğiyle sekter seküler devlet, Tanrı buyruğuyla ilişki içerisinde olan AKP hükümeti ve Gülen cemaati marifetiyle din içi özelliğiyle ılımlı seküler devlete dönüştürülmüştür.

Dahası Ortadoğu’daki aktüel demokratik halk devrimleri süreci, Tanrı buyruğunun rüzgârını arkasına almış bir Bahar’dır. Ve Bahar’la iktidara gelen hiçbir hükümet, Tanrı buyruğuna rağmen kurulmamıştır. Tanrı buyruğunun fırtınasıyla gelen demokratik Bahar’ın bütün hükümetleri isteyerek veya istemeyerek de olsa Tanrı buyruğuna sonsuz saygıyı deklare etmiştir.

Ve yine Müslüman ana gövdeden din konusunda ayrılık yaşayan, ana gövde dolayısıyla hetorodoks kabul edilen bazı gruplar, yine dinsel bir paradigmayla kimlikleşmiş ve Lübnan’da Dürzîlik, Kürdistan’da Ezdîlik ve Türkiye’deki bazı gruplarda Alevîlik, grubun etnik kimliği olmuştur. Etnik grubun kimliğini Araplık, Kürtlük veya Türklük değil Dürzîlik, Ezdîlik ve Alevîlik belirlemiştir.

Batı’ya da Hıristiyanlık dinini ihraç edebilen Ortadoğu’nun bir din ve din ekseninde oluşmuş bir medeniyet yatağı olduğu bilinmektedir. Ve fakat buradaki din, insan aklının, tecrübesinin ve yaşam biçimine ilişkin ihtiyaçlarının esas belirleyicisi olduğu kadim Asya ve Amerika’daki geleneksel dinsel öğretilerden ve Avrupa’nın felsefi birikiminden farklı olarak gökseldir. Yani tanrılıkta bir ve tek olan ve bütün evrenin yaratıcısı olan yüce bir tanrının (Allah’ın) aralarından seçtiği yüce bir insana (peygambere), o insanın (peygamberin) akıl ve bireysel tecrübesinden bağımsız olarak bildirdiği öğretilerdir. Bu öğretilere de semavî, ilahî, göksel veya tanrısal dinler denmektedir. Yani Ortadoğu’da etkili olan yaşam biçimi, insanın akıl ve tecrübesini onun içinde harmanladığı gök ile ilişki içerisindedir. İbrahimî de denen bu göksel veya ilahî dinler; Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinleridir. Bu kuralı Zerdüşt dini de bozmaz, zira bu üç ilahî din kadar varlığını sürdürememiş olan kadim Zerdüşt dininin de, ilahî olduğu düşünülmekte veya kabul edilmektedir. Ve kadim ilahî dinler mozaiğindeki Ortadoğu, bin yıldan fazla bir süredir İslam dini taraftarlarıyla oluşan sosyolojinin ve politikanın egemenliğindedir.

Ortadoğu’da dinin göksel karakterde olması, yani tanrı buyruğu olması aynı zamanda yaşamın tüm alanlarını kuşatması bakımından insan buyruğu olan dinsel öğretilerden farklılık arz eder. Buyruğun tanrıya (Allah’a) ait olmasıyla, buyruğun mesela, Buda’ya veya Aristo’ya ait olması, Allah ve Buda veya Aristo isimlerinin içeriği oranında buyruğu kuşatıcı kılmaktadır. Bir ve tek bir tanrı olarak Allah, içindekilerle birlikte tüm evrenin ve tabii ki aynı zamanda Buda’nın ve Aristo’nun da yaratıcısıdır. Oysa Buda veya Aristo yaratılmışlar arasında bir ve tek olmayan herkes gibi insanlardan birileridir. Öyleyse yüce ve bir ve tek yaratıcı olarak Allah’ın buyruğu vazgeçilemezdir ve Allah’ın buyruğu ölümüne savunulurdur. Hâlbuki Buda veya Aristo, binlerce veya milyonlarca benzerleri arasında birer insan olarak herkes gibidir ve dolayısıyla buyrukları vazgeçilmez değildir.

Demek ki, dinsel karakteri olan gök ile ilişkisi ve tanrı kavramının zorunlu gereği olarak tanrı ve tanrı buyruğu, Ortadoğu’da hiç değişmeden binlerce yıldır insan yaşamını tam anlamıyla kuşatıcı durumdadır. Ortadoğu’ya kıyasla Avrupa, Amerika ve Asya; tanrı ve insan buyruğu arasında ciddi bir ayrım yapmamakta ve dahası metafizik analojiler içerisinde, Ortadoğu’ya göre birbirinden büyük oranda farklı olan bu iki buyruk türünü aynileştirmektedir. Dolayısıyla Ortadoğu dışı toplumlar, özellikle Batı ve Batılı toplumlar ilahî/göksel veya beşerî/yersel buyruklardan kolayca vazgeçebilmekte veya bu buyrukların yaşamı kuşatıcılığını, mesela din-devlet veya din-kamusal alan ilişkisine ayar çekerek sınırlandırabilmektedir.

Birinci Dünya Harbiyle birlikte Ortadoğu’da hızlanan modernleşme çabası, Batı’nın kendi teolojisiyle medeniyeti arasında kurduğu ilişkiyi örnek aldı. Fakat Batı’da bu ilişki demokrasiyle sonuçlanıp ve tam bir demokrasi içerisinde gelişirken, Ortadoğu’da ilişki oligarşiyle sonuçlandı ve tam bir oligarşiyle sağlanmaya çalışıldı. Ve Ortadoğu modern diktatörlüklerin egemen olduğu bir coğrafya oluverdi. Ortadoğu’nun birçok yerinde neredeyse yarım asır kadar egemen olan diktatörler, süreç içerisinde ve bugünkü Bahar havasıyla yerle bir oldu veya Suriye’de olması beklendiği gibi yerle bir olmayı kader haline getirdi.

Ortadoğu’da din-siyaset diyalektiği:

Batı’nın yeryüzünde kendisi dışında kıyas kabul etmez üstünlüğü dahi, Ortadoğu’da dinle harmanlanmış kadim geleneği dönüştüremedi ve bu topraklarda dinin tüm yaşamı kuşatıcılığına sınır koymaya güç yetiremedi. Bilgiye ve teknolojiye hâkim olan üstün gücünün rağmına, kapitalist paradigmasının yararcı politikası, Batı’yı, Ortadoğu’da bükemediği din bileği ile olumlu ilişki kurmaya erkenden sevk etti. Ortadoğu’nun kadim geleneği olan din ile o dinin içeriğine uygun olma bakımından olumlu ilişki kuramamış tüm diktatörler en fazla elli yıl yaşadı. Bir kısmı da dönüşmek zorunda kaldı. Bu topraklarda açıkça dine karşı konumlanmış özellikle siyasal organizasyonların hiçbiri uzun ömürlü olamadı.

Şu an Ortadoğu’da açıkça din karşıtlığını ifade eden veya din karşıtlığıyla konumlanmış, özellikle önemli reel hedefleri olan ve kitleselleşmeye dönük yüzü olan hiçbir siyasal örgütlenme söz konusu değildir. Din karşıtlığının akademi çevrelerinde ve kimi ideolojik diskurlarda gözükmesi, görünme imkânının toplumda mümkün olduğu anlamına gelmez. Ortadoğu’da din dışı konumlanmış statüler, olabildiğince bireye indirgenmiş veya basit, yetersiz ve etkisiz grup davası erdemliğine hapsolmuştur. Yahudi, Hıristiyan veya İslam toplumları olsun hiç fark etmez; Ortadoğu’da din dışı konumlanmış statülerin hiçbiri, en uç aralıklara mahkûm bırakıldığından, marjinal kalmaktan başka yakın veya uzak herhangi bir hedefi gerçekleştirme olasılığına, tâ kadim zamanlardan beri sahip olmamıştır.

Yardım organizasyonlarında, sivil toplum kuruluşlarında, işveren derneklerinde, işçi sendikalarında, baro ve odalarda, siyasi partilerde ve/veya milli ordularda gözüktüğü gibi; yalnızca sosyal, politik, askeri veya ekonomik amaçlar taşıyanlar bakımından dahi, oranlarda farklılık taşısa da, bu coğrafyadaki dinin büyüsü fazlasıyla çekici olmuştur.

Türkiye’de sıkça karşılaştığımız kimi ateistlerin Alevîlikle kurduğu ironik ilişkide veya kurulmaya çalışılan sol ile din arasındaki benim “sosyalist muhafazakârlık” dediğim ilişki biçiminde olduğu gibi, dinin dayanılmaz cazibesi karşısında, din karşıtları bile din ile ilişki kurmak zorunda kalmıştır. Büyük veya önemli sosyal, politik ve ekonomik hedefleri olan organizasyonların hemen hemen hepsi Ortadoğu’da dinin vazgeçilmez bir meşruluk unsuru olduğunu keşfettikleri an, hiç vakit kaybetmeden din ile ilişki içerisine girmişlerdir.

Soğuk savaş döneminin dünyadaki ana akımlardan biri olan sosyalist felsefe sayesinde, din ile ilişkisi olumsuz seyreden ve fakat Filistin ulusal davasını yüklenip taşıyan Yasel Arafat’ın laik-sosyalist El-Fetih’i, 1990’lı yıllara gelindiğinde büyük oranda dinle kurduğu olumlu ilişki sayesinde Filistin ulusal davasında hızla yükselen Ahmet Yasin’in İslamcı HAMAS’ını mücadelesinde ortak olarak buldu.

Türk milliyetçisi, hatta ırkçısı olan MHP din karşıtı olarak asla gözükmedi, aksine din savunucusu olarak uzun yıllar tanınmaktan kaçınmadı. TC Devletinin Kemalist rejimini daha sekter tahkim eden 12 Eylül Cuntası, İmam Hatip ve İlahiyat okulları açıp dinle ilişkili bir nesil yetiştirmeyi gerekli gördü. Bu toprakların sosyalist karması olan Kaddafi dini yedeğine almayı ihmal etmedi. Keza sosyalist Arap milliyetçisi Baas Partisi din ile hep pragmatik anlamda olumlu ilişki içerisinde oldu. Sosyalist Arap milliyetçisi Baas Partisinin Suriye kolu olan Esad rejimi Alevîlik ayağını ve Sünni desteğini sağlama almayı hiçbir zaman ihmal etmedi. Mısır’da Hüsnü Mübarek hiçbir zaman açıkça din düşmanlığı yapmadı.

Çünkü Karl Marks’ın dediği gibi; “din, halkaların afyonuydu”. Ve Ortadoğu’da bu afyon iki ucu keskin bıçak gibi hem köleleş(tir)menin, hem de özgürleş(tir)menin aracı olmuştur. Özellikle siyaset, eğer dini araç yapmışsa -ki bunu yapmayan neredeyse yoktur- o siyaset, diğer baskın araçları edinenlere nazaran, amacına daha çok yakın olacaktır! Yeryüzünde, siyasetinin başarısı projesinden daha fazla dinle kurduğu olumlu ilişkiye ve o ilişkinin içeriğine bağlı olan Ortadoğu’nun bir benzerini daha bulmak neredeyse imkânsız gibidir.

Bütün bunlar bu topraklarda dinin gücü ve etkisi sayesinde olmaktaydı. Ama bazı yönetimler, ilişkiyi açık ve görünür olarak salt yararcı bir politikayla ve çoğu zaman o dinin esas aktörlerinin zihniyetine ters bir biçimde kurduklarından ve nihayet açık biçimde birer diktatör olduklarından, özellikle bazı Arap liderlerin hazin veya makûs sonu, yararcı olsa da demokratik pratikleri daha fazla olan Türkiye’deki muadillerini, son konusunda, onlardan ayırmaktadır.

Kuzey Kürdistan’da ulusal mücadeleyi yüklenmiş bulunan siyasi ve askeri organizasyonların büyük başarısı, onların yüklendikleri mücadelenin ulusal olmasıyla birebir ilişki içerisindedir. Felsefi veya ideolojik diskurlarıyla başarıları arasında birebir ilişki kurmak ve buradan da din ile kurdukları (en azından görece) olumsuz ilişkiyi başarıda bir unsur olarak görmek yanıltıcı ve yanıltıcı olduğu kadar da başarının büyüsünü bozucu olur. Kürdistan’ın bir Ortadoğu toprağı ve bu toprağın da göksel karakteri asla unutulacak veya ihmal edilecek bir olgu değildir. Bu olgunun hakkını gereği gibi verdiğini gözlemlediğimiz Barzani Hükümetinin (görece de olsa) başarısı ortadadır. Güney Kürdistan’da KDP’nin başarısı, elbette bölgedeki güç dengelerinin değişmesi ve ABD’nin desteğiyle mümkün olabilmiştir. Fakat bu değişmeyi ve desteği makul ve beklenen düzeyde ve belli bir düzende, yani kargaşadan uzak sosyopolitik anlamda sürdürebilir kılmak, bu toprağın göksel karakteriyle uyumlu olmakla mümkündü ve bu imkânı Barzani Hükümeti mümkün kıldı. Bir an Barzani Hükümetinin “din karşıtı” olduğunu düşünelim, böyle bir durumda, bugün hepimizin kabul ettiği Güney Kürdistan’daki güvenli ve sağlıklı ortamı ABD desteğiyle dahi olsa sürdürülebilir kılmak mümkün olmayacaktı. Son zamanlarda, tabii ki doğru bir yaklaşım olarak, Kuzey Kürdistan’ın ulusal mücadelesini yüklenmiş askeri ve siyasi organizasyonların da, din ile salt örgütsel yararcılığın dışında ilişki kurması, Ortadoğu’nun din ile ilişkisinin doğru tespit edildiğini göstermektedir.

Ortadoğu’da din ve şiddet diyalektiği:

Ortadoğu’nun bütün medeniyetlerini dinî düşünce ve dinî kimliğin kurumsallaşmasıyla beraber temin ve tesis ettiğini belirtmiştik. Batı’nın yükselişine ve zirveye çıkışına paralel dönemde ve bugün tüm dünyada; üretilmiş Doğu-Batı diyalektiğinde tüm yeryüzü coğrafyasının Batı merkezli olarak elverişli kılınan yön tanımlamasıyla ve gelişmiş Batı merkezinden zihne yansıyan aktüel medeniyete dair imajıyla Ortadoğu, egzotik olduğundan daha çok şiddet sarmalıyla anılan kaotik bir görünüme sahiptir.

Genel olarak Birinci Dünya Harbiyle haritalandırılan Ortadoğu, özel olarak İkinci Dünya Harbinden buyana modern şiddetin egemenliğine mahkûm durumdadır. Bu mahkûmiyet içerisindeki Ortadoğu, kendisini de vuran aktüel şiddet çıkmazıyla çelişmesine karşın yeryüzünde insan ırkının esaslı bir yatağı ve medeniyetlerin mümtaz bir beşiği olduğu gerçeğini elinde bir meşale gibi taşımaya devam etmekte ve bu meşaleyi çoğu zaman, Batı’nın da marifetiyle oluşan şiddet bumerangıyla özellikle Batı’nın ve Batıcılığın önüne koymaktadır.

Her birinin arkasında siyasi ve/veya ekonomik gibi çıkar faktörlerinin ve bu manada özellikle emperyalist kuşağın esas belirleyicisi veya arka plan gerçeği olduğu düşünülse dahi, bu argüman, günümüzde de gözüken şiddet olaylarının birçoğunun din, mezhep, etnitise ve ırk gibi doğal olgulara dayandırıldığı gerçeğini yadsımamızı gerekli kılmaz.

Coğrafya olarak Ortadoğu tanımlamasının ve burada gözüken sosyopolitik bir yaşantı biçimi olarak şiddet döngüsünün, Batı veya Batılı gibi emperyal çıkar gruplarının ürettiği bir olgu olduğunu kabul etmemiz, Ortadoğu olgusunun ve şiddet olarak karşımıza çıkan sosyopolitik yaşantı biçiminin birer sonuç olarak gerçek olmadığını düşünmemize sebep olamaz.

Kürdistan’ın tek parça olduğu ne kadar gerçek ise; dört parça olduğu da bir gerçektir. Kürtçenin hem Allah’ın bir ayeti, hem de yaşayan bir lisan olduğu ne kadar gerçek ise; inkâr edildiği, yasak kılındığı ve yer yer unutulmaya yüz tuttuğu da bir o kadar gerçektir. Tarihsel sürecin ve sosyal gereğin bir sonucu olarak tanınmanın veya tanışmanın mümkünleşmesi için Kürtlerin de var kılındığı ne kadar gerçek ise; inkâr ve asimilasyona tabi tutuldukları da bir o kadar gerçektir. Allah katında üstünlüğün yalnızca takvada olduğu ne kadar gerçek ise; etnik veya ulusal kimlikle üstünlük iddia edildiği ve ulus adına çeşitli haksızlıkların yapıldığı da bir gerçektir. Dinlerin birleştirici, sevdirici ve barıştırıcı olduğu ne kadar gerçek ise; ayrıştırıcı, nefret ettirici ve savaştırıcı olduğu da bir o kadar gerçektir. Müminlerin kardeş olduğu ne kadar gerçek ise, Müslümanların yer yer birbirine düşman olduğu da bir gerçektir. Ümmet ne kadar gerçek ise; millet de bir o kadar gerçektir. Hak ne kadar gerçek ise, batılın varlığı da bir o kadar gerçektir.

İkinci pasajların; yani birer özne veya nesne, etkileyen veya etkilenen olarak olay ve olguların hakikatlerinin üretme, kurma veya uydurma olması; üretmelerin, kurmaların veya uydurmaların birer yaşantı olarak gerçek olmadığının kanıtı değildir. Dolayısıyla bir hakikat olarak dinin doğasının şiddeti içermediğinin söylenmesi ve bunun kabul edilmesi fikrinden, din adına yaşama aktarılan bir şiddet olgusundan ve bu olgunun gerçekliğinden bahsedilemeyeceğini çıkaramayız. Çünkü dinsel şiddet vardır! Evet din şiddeti ret etmektedir; ve fakat din adına da şiddet yapılmaktadır!

Din, insan ile yaşıttır. Ve insansız din yoktur. Dinin en temel özelliği insanın en meşru ve en meşhur arkadaşı olmasıdır. Öyleyse soysal, politik ve ekonomik amaçlarla özellikle dinsel karakteri dolayısıyla Ortadoğu’da şiddete meyledenin ve şiddeti uygulayanın veya şiddeti amaçları için bir yöntem olarak tercih edenin, şiddetini meşrulaştırmak ve meşhurlaştırmak için başvuracağı en temel ve ilk kaynak din olacaktır. Bu, pek tabii ki dinin bir suçu değildir. Çünkü dini, bir alet olarak eline alan insan, aletin iki ucu keskin bıçak özelliği sayesinde, onu şiddetin bir aracı veya şiddetin bir afyonu yapabileceği gibi; huzurun, güvenliğin, saadetin ve barışın da bir aracı veya afyonu yapabilir. Buradaki dinin İslam olması, şiddetin İslam’la ilişkisini açıklamaz; çünkü şiddet, Ortadoğu’nun bu şartlar altında Müslüman olmasıyla ilişkidedir! Ortadoğu bu şartlar altında Hıristiyan da olsaydı, kendisinde bahsedilen şiddeti görecektik. Nihayet Ortaçağda, Engizisyon’da, şeytan çıkarmada, Haçlı Savaşlarında, Otuz Yıl Savaşlarında, Fransız Devriminde ve sonrasında, Nazi Almanya’sında olduğu gibi, benzer şartlar altındaki Avrupa’nın şiddetin en uçlarını dahi sergilediğini bilmekteyiz.

İyiye de kötüye de alet olabilen din; ve ne yapmalı?

Dinsel şiddete, yine dinsel barışla cevap vermek gerekir, desek de, şu soruların (sorunsal olarak) oluşmasını engellemeye güç yetiremeyiz. Ortadoğu’da din hem şiddet, hem de barış için alet veya afyon olabiliyorsa; yani dinden her ikisi de mümkün olabiliyorsa, dine nasıl güvenebiliriz? Bir araç olarak barışın garantisi olan din, şiddete araç olma özelliğini de devam ettirdiğine göre; yani her an şiddet için de garantör bir araç olabilecekse, o halde din, insanlığın huzur ve saadeti için aynı zamanda bir tehdit ve temel bir problem değil midir?

Bu sorular çerçevesinde, araç olan dini bir sorunsal olmaktan kurtaramayız. Çünkü bu sorulara olumlu cevaplar verebilmemiz mümkün gözükmüyor. Buradan bakıldığında, “insanlığın saadeti için dinden uzak durmalıyız”, gibi bir çıkarsama yapmamız da mümkün değildir. Çünkü insan en meşru ve en meşhur ve kendisiyle yaşıt arkadaşı olan dinden doğası gereği uzak duramaz. Özellikle Ortadoğu’da dinden uzak durmayı düşünmek, hatta hayal etmek bile patolojik bir sorundur yalnızca. Çünkü din, Ortadoğu’da insan için, “at desen atamayacağı, sat desen satamayacağı” bir olgudur!

Peki, öyleyse hem şiddet, hem de barış için alet olabilen dini ne yapacağız! Bu kaygı, cevabını kendi içinde barındırıyor aslında: Onu bir sorunsal ve bir tehdit olmaktan kurtarmanın veya çıkarmanın yolu, onu asla araç yapmamaktır: Ve fakat yalnızca kişisel çıkarlarımıza değil, toplumsal çıkarlarımıza da; yalnızca şiddete değil, barışa da; yalnızca köleleş(tir)meye değil, özgürleş(tir)meye de araç yapmamaktır.!

Çünkü bir kez onu güzel olan için araç yaptık mı, çirkin olan için de araç yapılmaya hazır hale getirmiş oluruz! Çünkü din, yalnız ve yalnız insan ile Allah arasında bir araçtır. İnsan ile diğer şeyler arasında mesela, insan ile saadeti arasında araç değildir; amaçtır. Çünkü ister iyilikler için veya ister kötülükler için olsun, dini alet etmek onu kontrol etmek demektir; bu ise dine hükmetmek anlamına gelir. Dine insan hükmediyorsa eğer, artık o din tanrının (Allah’ın) dini olmaktan çıkar. Öyleyse işin doğrusu dini Allah’a has kılmaktır.

Ve bu nasıl mümkündür? sorusunu ıskalamadan, şu önermeyle düşünmeye davet ederek konuyu tamamlayabiliriz: Belki doğru cevap, belki dinin sırrı şudur: Allah ile ilişkisi haricinde, özgürlük için bile olsa; insan, dini alet etmemelidir; belki insan, dine alet olmalıdır! İnsan, dinin aleti olmalıdır!

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89