• BIST 9667.23
  • Altın 2495.261
  • Dolar 32.5846
  • Euro 34.8318
  • İstanbul 16 °C
  • Diyarbakır 27 °C
  • Ankara 22 °C
  • İzmir 23 °C
  • Berlin 7 °C

OHAL ve Türkiye tipi başkanlık rejimi

Tarık Ziya Ekinci

Sayın Erdoğan’ın iki yıl boyunca savunduğu ve ülke gündeminin en üst sırasında yer alan Başkanlık sorunu Olağanüstü Hal (OHAL) ilanının ve Kanun Hükmünde Kararnamelerin (KHK) devreye girdiği tarihten itibaren çözüm yoluna girmiş bulunuyor. Artık kimse başkanlık sisteminden söz etmiyor. Konu kapanmış Başkanlık tartışması son bulmuştur. Daha önce fikri altyapısı hazırlanan ve OHAL ilanı ile birlikte Sayın Erdoğan’ın tek adam yönetimine dayalı Başkanlık sistemi fiilen kurulmuş oldu.

Nitekim Sayın Erdoğan Başkan rejimi kurulmuş gibi davranmakta gerekli gördüğünde Başbakanı değiştirmekte ve hükümet üyelerini atamaktadır. Fiili olarak yürütmenin başıdır. KHK’lerle yargıçları atayabildiği ve görevden alabildiği için yargının başıdır. Çoğunluk grubunun başkanı olarak Yasamaya da egemendir. Meclise karşı sorumluluğu yoktur. OHAL’in sağladığı olanaklarla istediği zaman ve istediği amaç için KHK çıkarabilmektedir.

Bu uygulamalar, Sayın Erdoğan’ın kuvvetler birliğini oluşturduğu ve tek başına egemen olduğu Türkiye tipi otoriter başkanlık sistemini fiili olarak kurup işlettiğini gösteren açık kanıtlardır.

Darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmeler

Yıllardır AKP’nin desteğiyle bürokrasinin tüm kademelerinde örgütlenerek devlet içinde paralel bir devlet oluşturan FETÖ'cü cemaat, artık devletteki gücünün doruğuna ulaştığı kanısına varmıştı. Ordudaki güçlü kadrosuna güvenerek yönetimi ele geçirmek için 15 Temmuz’da askeri bir darbe girişiminde bulundu. Ama halkın ölümüne direnmesiyle karşılaştı. Direnen halk yüzlerce şehit verdi. Hükümetin, siyasal partilerin ve meclisin de dik durmasıyla darbeciler birkaç saat içinde darmadağın oldu. Kalkışmacı unsurlar devlete bağlı güvenlik güçleri tarafından yakalanarak tutuklandı ve darbe girişimi başladığı gibi son buldu.

  • Sayın Erdoğan darbe girişimin sonuna gelindiği 16 Temmuz günü saat 04.30’da Atatürk Hava Alanında basına ve kendisini karşılayan kalabalığa yaptığı konuşmada Darbe girişimi  ‘Allahın büyük bir lütfüdür’, diyerek devlette köklü değişiklikler yapacağının ve önceden tasarladığı yeni bir Türkiye inşa edeceğinin ilk işaretini veriyordu. Sayın Erdoğan’ın gerçek amacı çok geçmeden ardı ardına aldığı kararlar ve yaptığı eylemlerle ortaya çıktı:
     
  • 20 Temmuz 2016 günü Olağanüstü Hal (OHAL) kararı alındı. Bu karar aynı gün AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla mecliste onaylanarak Resmi Gazetede ilan edildi.
     
  • Darbe eylemine fiilen katılan ve darbenin hazırlanmasında katkısı sabit olan asker ya da sivil unsurlar yakalanarak tutuklandı. Hainlerin süratle derdest edilerek tutuklanmaları toplumda büyük bir sevinç, rahatlama ve memnunluk yarattı.
     
  • Çok geçmeden OHAL’in sağladığı geniş yetkilerin hukuksal olmayan amaçlarla kullanılması ve keyfiliğin bir devlet politikası haline getirilmesi ise aksine toplumda giderek artan bir huzursuzluğa yol açtı.    
     
  • OHAL kararı ile birlikte meclis devre dışına çıkarıldı. Ülkenin Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yönetilmesi ilkesi benimsendi. Örneğin son torba yasada, Hakkâri ve Şırnak’ın ilçe, Yüksekova ile Cizre’nin il yapılmalarına ilişkin hükümet tasarısı meclisteki dört partinin ortak kararıyla geri çekildi. Keza Hükümetin uygun gördüğü Belediye Başkanlarının görevden alınarak yerlerine kayyum atılmasına ilişkin kanun tasarısı da meclis kararı ile gündemden çıkarıldı. Buna karşılık Sayın Erdoğan’ın isteği üzerine meclisin oybirliği ile reddettiği tasarılar hükümetin çıkardığı özel KHK’lerle yürürlüğe konuldu. Sayın Erdoğan açısından artık meclis işlevini yitirmiş, yasa ihtiyacı KHK’lerle karşılanacaktı.
     
  • OHAL ilanından sonra meclisle birlikte AKP dışındaki partiler de işlevsizleşti. Muhalefetin mecliste yasama ve denetleme etkinliklerine katılması zaman kaybına neden olduğu düşüncesiyle sorunların tartışmasız biçimde KHK’lerle çözülmesi ağırlık kazandı.
     
  • Daha önce politik nedenlerle Saraya gitmemeye kararlı olan CHP ve MHP darbecilere karşı birlik görünümü vermek amacıyla Sayın Cumhurbaşkanının çağrısına uyarak Beştepeye çıktılar. Ancak Sayın Erdoğan HDP’yi ulusal birliğin dışında göstermekte kararlı olduğu için beş tepedeki toplantıya çağırmadı. Cumhurbaşkanının HDP’yi dışlamasındaki bir diğer amacı da MHP’nin HDP düşmanlığı üzerine kurulu temel politikasını benimsediğini göstermek ve bu partinin hem mecliste hem de tabandaki oylarını AKP’ye imale etmekti. CHP ise şaşkın ördek gibi iki arada bir derede kalmış. Ana muhalefet görevinin gereklerini mi yapmalı, yoksa yapay birlik gösterilerinde AKP’nin arkasına mı takılmalıydı? Sonuçta hem Saraya çıkmaya hem de AKP’nin Yenikapı mitingine katılmaya karar verdi. Sözde birlik mesajı fiiliyatta CHP’nin de MHP gibi AKP’ye boyun eğerek yapılan hukuksuzluklara destek sunma eylemine dönüştü. İki muhalefet partisinin ulusal birlik görünümü altında Sayın Erdoğan’ın arkasına takılmaları AKP’nin kamuoyundaki desteğini yüzde 70 gibi normalde ulaşılması zor bir düzeye çıkardı.
     
  • Darbe girişiminden önce CHP ve MHP’nin desteğiyle anayasa değişikliği yapılarak milletvekilli dokunulmazlığının makabline şamil biçimde kaldırılması meclisin itibarını kırma bağlamında yapılmış en büyük darbelerden biridir. Ne acıdır ki, bu ağır darbe iktidarın keyfiliğine karşı meclisin saygınlığını korumakla yükümlü ana muhalefet partisi CHP’nin katkısıyla gerçekleşti. Olayların gelişmesinden ve başlatılan kovuşturmaların seyrinden, AKP’nin dokunulmazlıkları kaldırmadaki gerçek amacının HDP yöneticileriyle milletvekillerini tutuklatmak ve bu partiyi fiilen tasfiye etmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Sayın Erdoğan şahsıyla ilgili davalarda CHP ve MHP yöneticileri hakkındaki şikâyetlerini geri aldığı halde HDP hakkındakileri sürdürmekte. Keza bugüne kadar yalnız HDP yönetici ve milletvekilleri hakkındaki davalar için kovuşturma açılması da manidardır. Gidişat diğer parti mensupları hakkındaki fezlekelerin işleme konulmayarak zaman aşımı ile ortadan kaldırılacağı yönündedir.      
          
  • Sayın Cumhurbaşkanı gerekli gördüğünde Başbakanı değiştirmekte, istediği bakanı görevden almakta ve yerine bir başkasını atamakta tek başına karar verebilmektedir. Böylece, anayasal meşruluk kazanmadan, AKP’nin öngördüğü tek kişi yönetimine dayalı Başkanlık sisteminin nasıl işlediği fiili olarak gösterilmiş ve kamuoyu buna hazırlanmış oluyordu.
     
  • Erdoğan’ın başkanlığında birbiri ardına çıkarılan KHK’ler ile devletin yapısı altüst edildi. Kesinleşmiş yargı kararı olmadan binlerce yargıç FETÖ'cü çete ile ilişkilendirilerek görevden alındı. Bunların bir bölümü tutuklandı. Ordu içinde darbecilere katılmayan unsurlar da aynı yöntemle tasfiye edildi. Ayrıca başta üniversite öğretim üyeleri, öğretmenler, Güvenlik Teşkilatı ile Bakanlıkların üst düzey bürokratları olmak üzere yüz bini aşkın devlet çalışanının görevlerine son verildi. Şimdilik, dördü hariç 25’i doğu ve güneydoğudan, 29 belediye başkanı görevden alınarak yerlerine kayyum atandı. Meclisin onayı aranmadan yayımlanan KHK’lerle devleti yıkma süreci devam etmekte ve nerede duracağı da bilinmiyor.
     
  • Doğu ve Güneydoğu’da salt etnik kökenleri nedeniyle terör örgütüyle irtibatlı olabilecekleri varsayılan 14 bin öğretmenin görevlerine KHK’lerle son verildi.
     
  • FETÖ'cü diye yaftalanan kimi işadamlarının yönettikleri ve ülke ekonomisinin temelini oluşturan dev şirketlere, büyük holdinglere el konuldu, kayyuma devredildi ve yöneticileri tutuklandı. FETOCU cemaatle bağlantılı olduğu varsayılan bankalar kapatılarak tasfiye edildi. Mudiler gözaltına alındı, bir bölümü de tutuklandı.
     
  • FETÖ'cülük ithamına maruz kalarak görevden alınma ve tutuklanma korkusu toplumun üzerine bir kâbus gibi çökmüş. Bürokrasi FETÖ'cü ithamına maruz kalmaktan çekindiği için hukuk kurallarına göre değil, hükümetin buyruğuna göre davranmakta. Savcılar ve yargıçlar kanunlara göre değil, hükümetin eğilimine bakarak karar vermekte. Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve hükümetin hukuka aykırı tasarruflarını eleştirmek suç sayılıyor. Bu suçu işledikleri varsayılan zanlıların tutuklanarak yargılanmaları kural haline getirilmiş. Aksi yönde hareket eden yargı mensupları FETOCU ithamın tehdidi altındadır. Türkiye’de bireysel hak ve özgürlüklerin sınırı kanunlarla değil, Sayın Erdoğan’ın değer yargıları, değişen psikolojisi ve hükümetin keyfi kararlarıyla belirlenmekte. Çoğu zaman Sayın Erdoğan’ın ya da bir hükümet yetkilisinin açıklamasıyla bir eylem suç kapsamına alınmakta ve buna hukuksal kılıf uydurulmaktadır. Hangi davanın mahkûmiyetle sonuçlanması gerektiğini yetkililerin açık ya da örtülü talimatları belirliyor. Hangi fikrin, hangi eylemin suç olduğu bilinmiyor. Düşünce açıklamanın, toplumsal ya da sanatsal bir eylemin suç sayılma ihtimali toplumda genel bir durgunluğa ve içe kapanmaya neden olmuş. Özetle Türkiye bir korku devletine dönüşmüştür.
     
  • Devlet olmanın temel kuralı hukuk içinde kalmak ve yaşamın her alanında hukukun üstünlüğünü koruyarak sürdürebilmektir. Keyfilik ve hukuksuzluk ise anarşidir. Hukuksuzluğun kural haline geldiği toplumlarda devlet meşruluğunu yitirir. Milletin sözde yararı gözetilerek yapılan kanunsuzlukların yaygınlaşması ve teşvik görmesi endişe vericidir. Sayın Başbakan Yıldırım’ın 8 Eylül’de Valilere hitaben yaptığı konuşma bu niteliktedir: “Milletin işini görürken hata yaptım, şurada yanlış yaptım’ demeyin. Sahadaki hiçbir iş şekil ve usul hatası olmadan yapılmaz. İş mi yapacağız mevzuatı mı kollayacağız? Mesele milletin menfaati ise hata yapın! Ama hainlik yapmayın.” Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan da her zaman hukuktan önce milletin menfaatinin düşünülmesini tavsiye etmekte. Nitekim 26 Ocak’ta kaymakamlara hitaben yaptığı konuşmada: “Yeri geldiği zaman mevzuatı bir kenara koyun. Gerekirse belediyelerin araç gereçlerine el koyarak, diğer imkânları kullanarak hayatı normale döndürmek zorundayız” diyor. Eski bir İçişleri Bakanı da kanunsuzluğu teşvik etmede daha da ileri giderek, “Siz yapın! Kanuna uymuyorsa,  uygun olan kanun yapılır. Biz devletiz. Meclisin çoğunluğu bizde, istediğimiz kanunu çıkarırız.” diyebiliyor. Sayın Cumhurbaşkanının fikri öncülüğünde, Sayın Başbakan’ın ve kimi bakanların benimsediği “hukuktan önce milletin menfaat” düşüncesi soyut ve öznelliği ağır basan hatalı bir yaklaşımdır. Milletin menfaati kişilerin öznel takdiriyle değil, yasalar çerçevesinde bilimden, teknolojiden ve uzmanlıklardan yararlanarak belirlenir. İdarecilere gerektiğinde hukuku yok sayarak “milletin menfaatine” uygun gördükleri adımları atmalarını tavsiye etmek hukuksuzluğu teşvik eder. OHAL döneminde yaygınlaşan, toplumda da giderek doğallık kazanmakta olan bugünkü hukuksuzluğun ve keyfiliğin temelinde bu hatalı zihniyet yatmaktadır. Mevzuatı yok sayarak “Milletin menfaati” gerektiriyor diye yapılan kimi tasarrufların kişisel çıkar uğruna kullanılması hukuk olmadan nasıl önlenecek? Yaygınlaşmakta olan rüşvet, görevi kötüye kullanma, adam kayırma, zimmet, ihtilas (aşırma) ve keyfi yönetim suçları nasıl önlenecek? Türkiye tipi otoriter tek adam yönetimine dayalı başkanlık sistemi bu sorulara yanıt bulabilecek mi? Merak ediyorum.
     
  • Türkiye’de basın özgürlüğü hiçbir zaman olmadı. OHAL’de durum daha da ağırlaşmıştır. Yazılı ve görsel medyanın büyük bölümü el koyma, kayyum atama, TMSF’ye devir ve benzeri yöntemlerle iktidarın emrine girmiştir. Sınırlı sayıdaki görece bağımsız organlar da dolayı yoldan devletin denetimi altındadır. Örneğin Sayın Erdoğan’ın tanımayı reddettiği ve sürekli ötekileştirerek, rejim dışı bir konuma indirgemek istediği HDP sözcülerinin hiçbirini, hiçbir TV. Kanalı çağırmaya cesaret gösteremez ve onlarla söyleşi yapamaz. Aksine bir davranışın Kanalın kapatılmasına neden olacağı izahtan varestedir. Sayın Cumhurbaşkanı veya Başbakan beğenmedikleri yazarları çalıştıkları gazeteden kovdurabilmekte. Yazıları beğenilmeyen gazeteciler hakkında emirle ya da imalı açıklamalarla dava açılabilmekte, hatta tutuklama kararı çıkartılabilmektedir. Türkiye, nüfusuna oranla, dünyada en çok yazar ve gazetecinin cezaevinde bulunduğu bir ülkedir. Bu veri tek başına Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığının somut kanıtıdır.
     
  • Türkiye’de demokrasi geri ve düşünce özgürlüğü sınırlıdır. OHAL koşullarında ise demokrasi fiilen askıya alınmış, düşünce özgürlüğü ortadan kalkmıştır. Oto sansür, fikir ve düşünce yaşamını kısırlaştırmış. Yazarlar, bilim ve sanat adamları düşüncelerini özgürce açıklama olanağından yoksundur. Bu nedenle Türkiye’nin demokrasinin varlığı ve düşünce özgürlüğü savları uluslararası toplumda ciddiye alınmamakta ve demokrasi eksikliği sürekli eleştirilmektedir. Düşünce özgürlüğünün yokluğu nedeniyle Türkiye’nin dünya bilim ve sanat yaşamına katkısı da en geri düzeydedir.

Seçime kadar OHAL kaçınılmazdır

Sayın Erdoğan’ın ve AKP’nin yakın hedefi anayasayı mecliste tek başına değiştirecek güçlü bir çoğunluğu elde etmektir. Bu amaca ulaşmak için seçime kadar OHAL’in sağladığı tüm olanakları sonuna kadar kullanacakları kuşkusuzdur. Seçimlerin OHAL koşullarında yapılması da iktidarın çıkarınadır. Terör tehdidinin abartılması çabaları da bu amaca dönüktür. Yaptığımız bu değerlendirmeden çıkacak sonuç şudur: OHAL seçimlere kadar devam edecek.

Sayın Erdoğan bugün OHAL’den de yararlanarak tek adam yönetimini fiili olarak sürdürmekte. Ancak muhalefetin eleştirel açıklamalarından da rahatsızdır. Biran evvel seçimlere gitmek ve halkoyuna gerek kalmadan anayasayı değiştirmek suretiyle tek adam rejimini hukuksal bir zemine oturtmak istiyor. Beklenmedik bir aksilik çıkmazsa Türkiye’nin erken bir seçime gitmesi kaçınılmazdır. OHAL’i bir yıldan daha fazla sürdürmenin toplumda rahatsızlık yaratacağı düşünülürse erken seçim gerekebilir. Bu nedenle 2017 Ekiminde erken bir seçime gidileceğini ileri sürmek kehanet değildir. (bianet)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89