Büyük felaketler, içlerinde büyük mucizeler de taşırlar.
Babasının bedenini siper edip koruduğu Yunus’un enkazın altından sağ çıktığını, büyük bir acının, büyük bir fedakârlığın ve büyük bir mucizenin birarada yaşandığını görebilirsiniz.
Böyle dehşetli yıkımlarda, kader, yok edici yüzünü, var edici yüzüyle birlikte gösterir.
Kaderin iki yüzünü gördüğümüz gibi insanların iki yüzünü de görürüz.
Geçtiğimiz yüzyılda Amerika’da yaşasa Ku Klux Klan’a üye olabilecek tıynetteki vicdansız bir ırkçılığın Türk televizyonlarına kadar tırmanabildiğine iğrenerek tanıklık edip, böyle insanların oralara, nasıl, kimler tarafından getirildiğini, onları o ekrana kimlerin, ne amaçla çıkardığını merak edersiniz.
Bu düzeydeki bir ırkçılığı tiksinerek izlerken, milyonlarca insanın da büyük bir özveriyle yardıma koştuğunu, yardıma muhtaç olanın kimliğini sorgulamayı bir an bile düşünmediğini görüp insana ve insanlığa olan güveninizi tazelersiniz.
Kırılma ânında insanın iki yüzü ortaya çıktığında, “çirkin yüzün” bütün sevimsizliğiyle ufaldığını, “aydınlık yüzün” ise bütün kalabalıklığıyla parladığını görmek bu acının içinde bile sevindirir sizi.
Bu yardımlaşmayı, acıyı paylaşmayı en iyi BDP Başkanı Demirtaş’ın sözlerinin tarif ettiğini düşünüyorum.
“Bu yardımlarda kardeşlik kokusu var.”
Gerçekten de bir kardeşlik kokusu var bu yardımlaşmada.
Olağanüstü bir acının kırdığı kabuklarımızın altından çıkan bu “kardeşçe” yüz, varlığını “acısız” günlerde de sürdürebildiğinde, “insan” olmak, birbirimize “insanca” davranmak için acılara ihtiyaç duymadığımızda zaten dertlerimizin büyük bir kısmını geride bırakacağız.
Türkiye’de hiçbir konuda kesin konuşmak mümkün değil ama gene de şu âna kadarki gelişmelere bakarak “deprem nedeniyle” silahların da sustuğunu söyleyebiliriz.
Umarım, bu büyük facia bize “silahların sustuğu” bir hayatı da yaşamanın mümkün olduğunu gösterir.
“Kardeşlik kokusu” devam eder.
Tabiatın ağır darbesi savaşı bir süreliğine de olsa durdurup dağlardaki ölümleri önledi ama bu kez de tabiata çok sayıda kurban verdik.
Vermemek mümkün müydü?
Ölenler, ölmeyebilir miydi?
Evet, kurban vermemek mümkündü, ölenler ölmeyebilirdi.
Biz, insanlarını ölüme çok rahat ve aldırmaz biçimde teslim eden bir ülkeyiz.
Bu çağda, kolay kolay kimse “depremden” ölmüyor.
Türkiye’nin fay hatları, deprem bölgeleri belli, hepsinin haritası, tarihçesi çıkarılmış.
Depremde yıkılmayacak binaların nasıl yapılacağı da artık kesin mühendislik hesaplarıyla ortaya konmuş.
Avrupa Birliği’nin inşaat standartlarını uyguladığınızda binalar yıkılmıyor.
Biz bunu uygulamıyoruz.
Niye?
Çünkü müteahhitlerin bina vurgunlarını engellemek politikanın işine gelmiyor.
Ne ulusal çaptaki politikacılar, ne de belediye düzeyindeki yerel politikacılar müteahhitlerin yaptığı inşaatları sıkı bir şekilde denetliyor.
Yaptıkları çürük binalarla insanları ölüme gönderenler cezalandırılmıyor.
Biliyorsunuz, bunun en iyi örneğini biz Gölcük depreminde yaşamıştık.
Donanma Komutanlığı’nın “yeni” yaptırdığı binalar yıkılırken, elli yıl önce NATO subayları için Amerikalıların yaptığı binalar ayakta kalmıştı.
Aynı depremde bazı binalar yıkılıyor, bazıları yıkılmıyorsa, binaların yıkılmamasının mümkün olduğunu anlarsınız.
Yıkılanların, sadece “sahtekârlığa” göz yummanın sonucunda bu akıbete uğradığını açıkça görürsünüz.
Bunu görüyoruz ama ne “malzeme hırsızı” müteahhitleri, ne de onların suç ortaklarını sigaya çekiyoruz.
İnsanların hayatı üzerinden para kazanılmasını neredeyse doğal buluyoruz.
Faciadan sonra gösterdiğimiz duyarlılığı, facia yaşanmadan önce göstermiyoruz.
Aklımızın ve zekâmızın, vicdanımız kadar güçlü olmadığı çıkıyor ortaya.
Zekâ görür, akıl gereğini yapar, biz ne görüyor, ne yapıyoruz.
Bu toplumun böyle büyük felaketlerden sonra ortaya çıkan o ışıklı vicdanı insanın direncini ve güvenini arttırıyor ama o vicdana denk bir aklın da artık faciaları önlemesini istiyorsunuz.
Bu aldırmazlık yüzünden çok insanımızı kaybettik, bu kayıplardan bir ders çıkartmayı akıl edemediğimiz sürece de kaybetmeye devam edeceğiz.
Ardı ardına sarsıcı kederler yaşıyoruz, bu kederi durduracak gücümüz var, bu gücü kullandığımızda insanlarımızı ölüme teslim etmeyeceğiz.
Belki de yaparız, diyorum, bu acının içinde bir ümit saklı.
Kederle soluduğumuz bu havada bir “kardeşlik kokusu” var çünkü.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.