• BIST 10643.58
  • Altın 2504.005
  • Dolar 32.1989
  • Euro 34.8984
  • İstanbul 21 °C
  • Diyarbakır 26 °C
  • Ankara 26 °C
  • İzmir 26 °C
  • Berlin 21 °C

İki kitap

Orhan Miroğlu

İki kitaptan söz etmek istiyorum. Biri Taha Akyol’un son kitabı, Atatürk’ün İhtilal Hukuku adını taşıyor. Öbürü, İsveç’te yaşayan bir yazara, Kamil Sümbül’e ait. Çok ilginç bir adı var, insanı bir döneme ve bir dönemin hatıralarına alıp götüren bir ad:

Ana! Esas Duruşa Geç- Diyarbakır Beş Nolu’dan Hikâyeler
.

Akyol’un kitabıyla devam edeyim. “Atatürk’e atfedilen sözler dershanelerin, üniversite amfilerinin ve devlet daireleri ile kışlaların duvarlarına asılıp durdu yıllardır. Ama Atatürk’ün hukuk anlayışını ortaya koyan şu veciz sözlere pek rastlanmadı:

‘İnkılâbın kanunu mevcut kanunların üstündedir.’ (Ocak-1923)

Bu sözlerin söylendiği tarihin üstünden 25 yıl geçer ve İnönü nihayet bu dönemin sona erdiğini ifade eden şu sözleri sarf eder:

‘İhtilal devrinden kanun devrine girdik..’”

Peki, gerçekten öyle mi oldu?

İhtilal devri gerçekten de, 1948’de bitti mi?

Bence bitmedi.

Bugünün anayasa tartışmalarına, ve son otuz yıla damgasını vuran OHAL hukukunun uygulamalarına bakılınca, “İhtilal Hukuku”nun ve bu hukuka ait rejimin hâlâ bitmediğini, 12 Eylül rejimiyle daha da sağlamlaştığını görmek zor değil.

Atatürk’ün söz söyleyip fikir beyan ettiği hemen her konuda şimdiye kadar sayısız kitap ve makale yazıldı. Ama kuruluş döneminde şekillenen hukukun incelendiği araştırmalar pek yok.

Taha Akyol yeni kitabının önsözünde, Atatürk ve hukuk konusunda biri Yargıtay’ın diğeri de Anayasa Mahkemesi’nin yayımladığı iki kitabın adını veriyor ve şöyle diyor: “Yargıtay’ın yayını ise, Atatürk’ün yazı ve konuşmalarından derlemedir. Dönemin Yargıtay başkanı da, ‘tarihî araştırmalara katiyen girilmediğini’ yazmıştır.”

Akyol işte üç yıl süren bir çalışmanın sonucunda “katiyen girilmeyen araştırmalara” girmiş ve ortaya Kürt isyanlarına, Takriri Sükûn ve İstiklal Mahkemelerine kadar uzanan son derece değerli bir eser çıkmış.

Akyol, Meclis arşivlerine ve tarihî sayısız belgeye dayandırdığı araştırmasında, ihtilal hukukunun oluştuğu döneme, bu dönemin siyasi çatışmalarına ışık tutmakla kalmıyor; bu dönem içinde oluşan muhalif-liberal çizginin nasıl sindirilip zaman içinde tasfiye olduğuna dair çok önemli olaylara da açıklık getiriyor.

Henüz kitabı okumayı bitirmedim.

Ama şimdiye kadar okuduğum bölümler, bu kitabın titiz ve kılı kırk yaran bir araştırmanın ürünü olduğunu gösteriyor.

Cumhuriyet yüz yaşını dolduracak neredeyse. Ama Türkiye hâlâ bu ihtilal hukukunun ürünü olan bir anayasayı, hâlâ bu ihtilal hukukunun değişmeden kalmasını mümkün kılan yegâne sorunu, Kürt sorununu konuşuyor ve tartışıyor.

Takriri Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle tanımlanan bir süreç, 1960’tan sonra yaşanan darbelerin şekillendirdiği hukukla bugün de sürüyor aslında.

Türkiye’nin anayasaları, uyguladığı hukuk normları, devletin vatandaşına karşı gücünü, egemenliğini ve üstünlüğünü korumaktan başka bir şeye yaramadı. Eşit ve adil bir vatandaşlık hukuku olmadı Türkiye’de.

Siyaset bugünün Türkiye’sinde de, daha ihtilal döneminde, “Lüzumsuz şiddetle ben elimi kana bulamam” diyen ve böylece “arzulanan başbakan olmadığını ortaya koyan” –Metin Toker– Fethi Okyar ile, “Şiddet şarttır, Alman generali Lüdendorf Almanya’nın şiddetli tedbirler almadığından dolayı mağlup olduğunu itiraf etmiştir. Mutlaka şiddete ihtiyaç görüyorum” diyen Recep Peker arasında yaşanan siyasi çatışmanın bir tezahürü olarak devam ediyor.

Sayın Akyol’un kitabı, Atatürk’ün Kürt meselesindeki gerçek tavrını anlayabilmek için de çok değerli bilgiler ihtiva ediyor.

Şeyh Sait İsyanı’nın erken bir zamanda provoke edilmesi süreci, sonrasında ise, isyan bahanesiyle Ankara ve isyan bölgesinde kurulan İstiklal Mahkemelerinin dört yıl boyunca, siyasi muhalifleri yargılaması, alınan idam kararları ve bu kararların sonucunda, infaz edilen binlerce insan..

Bütün bunlar Atatürk’ün Kürtlere muhtariyet vaadinin ne kadar boş bir vaat ve asıl niyeti gizlemeye yarayan bir taktik olduğunu da gözler önüne seriyor. Oysa Kemalist Kürtler, hâlâ Şeyh Sait İsyanı olmasaydı, Mustafa Kemal’in, Kürdistan’a otonomi tanıyacağı yalanını yayıp duruyorlar. Siyasi hedefleri gelip, “Kemalizm’i güncellemeye” dayanıyor halilen. Eh güncelleme faaliyeti için uygun bir ortam da yok değil. Kürtlerin de bir kemalizmi ve bir Mustafa Kemalleri var artık. Lakin Türkiye’nin asıl dinamikleri bu iki kemalizmin siyasi mirasını ve şiddete dayalı tarihini de her bakımdan ret ediyor.

Taha Akyol’un değerli çalışması, Atatürk’ün İhtilal Hukuku’nu bir de bu gözle okuyun derim..

Gelelim ikinci kitaba.

Kamil Sümbül’ün kitabı elime yeni ulaştı. Konu Diyarbakır cezaevi olunca merakla başladım okumaya, bir okuyuşta kitapta yer alan dört hikâyeyi de bitirdim. Sümbül’ün kitabı, kitaba adını veren hikâyeyle başlıyor –toplam beş hikâye var– Diyarbakır cezaevinde görev yapan gardiyanlara göreve başlamadan önce verilen eğitimi, yetiştirilme tarzlarını anlatan hikâyeyle devam ediyor.

Kamil Sümbül 1988’de tahliye olmuş, sonra da İsveç’e gitmiş. Yaşadıklarını yazmak isteği onu hiç terk etmemiş, Mehmet Uzun’la tanışmış İsveç’te. Uzun Sümbül’ü teşvik etmiş yazması için, Kızıl Haç’a götürmüş, işkencelerden kalan travmaların ve yaraların iyileşmesi ve tedavi için yardımcı olmuş.

Yazarlık serüveni o yıllarda başlamış Sümbül’ün. Sonra kitaba adını veren hikâye, İsveç Sendikalar Birliği’nin açtığı hikâye yarışmasında onur ödülünü almış. Ödül’ün karşılığı olan beş bin kronu alınca, hikâyenin kahramanı olan annesini İsveç’e davet etmiş Sümbül ve anne-oğul hasret giderip, beraber üç ay geçirmişler..

Sümbül, hem cezaevinin travmalarından, hem de sürgünlüğün verdiği acılardan kurtulmak için mücadele edip durmuş yıllarca. Kitaba yazdığı önsözde geçiyor, İsveçli eşi, Sümbül’ün içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışırken, “Exil Kriz” –Sürgün Krizi– diyormuş. Sürgünlüğün acısına ve yarattığı ruhsal krize iyi gelir yazmak. Yaşadıklarını anlatmak. Sümbül de bunu yapmış, yazıya vermiş kendisini. Ama bir yazar olarak, söylemek istediklerini Kürtçe ifade edemediği ve yazamadığı için hayıflanıyor anladığım kadarıyla. Bence insanın bir dili yazacak ve meramını anlatacak kadar iyi bilmesi fena imkân sayılmaz. Çok dilli yazar olmak herkese nasip olmuyor çünkü. Ana Esas Duruşa Geç Sümbül’ün ilk kitabı. Ama devamının geleceğinden eminim. (Vate Yayınları, İstanbul, 2011)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89