DEDEM deli gibi rakı içermiş, bazen de votka. Alkol komasına girecek kadar. Arkadaşları da öyleymiş, ne oluyorsa hep beraber. Yıllar yılları kovalamış, olgunlaşmış, içkiden soğumuş, dine meyletmiş. Bu meyil, “sakıncalı” bir kitabı incelerken başka bir asker tarafından görülmüş. Sonra bitmek bilmeyen tayinler. Oradan oraya sebepsiz, sürgün gibi değişiklikler. Yıllarca. Son tayin edildiği yerde dosyasını inceleyen üstü, “arkadaş sen neymişsin yahu?” diye takılmış bir gün. “Nereye gitsen, senden evvel bir yazı gidiyor, bize de geldi. Sahi, söylesene, neydi o kitapçıda baktığın kitap?” O kitap, Hüseyin Hilmi Işık‘ın İslam Ahlakı kitabı. Dedem o gün karar vermiş olabildiğince çabuk emekli olmaya. Şükür ki, emekli olabildi dedem, çünkü anneannem başı açık bir öğretmendi. “Yeterince” firesi yoktu dedemin. Neden bu kadar erken, sorusunu geçiştirirdi. O sustukça, dedemi yoldan çıkaran(!), sonraları başını da örttüğü için öğretmenliği bırakan anneannem sazı eline alır, “Konuşsana, seni takip etmediler mi, peşine adam takmadılar mı, hâlâ toz kondurmuyor sevgili ordusuna, şuna bak!” diye heyheylenir, dedemin “fişlenmişliğini” yüzüne vurur, adamı utandırırdı. Anneannem “sistemi” anlamış ve ona o kadar öfke duymuştu ki, hayatının büyük bir bölümünü “cumhuriyet kadını bir öğretmen hanım” olarak geçirmiş olmasına rağmen, notları bir hayli iyi olan kızlarını üniversiteye göndermedi. Annem ve teyzem, yapılmış saçlar ve kısa eteklerle dolaştılar, akşamları sinemaya gidebildiler ama üniversiteye asla! Üniversite, sistemin kalbiydi çünkü. Teyzem anneannemi uzun yıllar affetmedi.
Babamın hikâyesi de benzer. Cumhuriyet “projesinin” imkânları sayesinde, hayata iyi bir yerden başlamış, Gümülcine’den kazanıp geldiği maarif kolejini Atatürk sevgisiyle ve hayranlığıyla tamamlamış ve fakat cumhuriyetin “sahipleri” tarafından fark edilen nitelikleri dolayısıyla burnundan getirilmiş bir adam. ODTÜ Mimarlık, sonra Hacettepe Tıp, resim yapılır, enstrüman çalınır, okul derece ile bitirilir, fakat üzerinize afiyet bir kusur var: Namaz! Bu durum egemen Kemalist düşünce tarafından “devlet düşmanlığı” ile kodlanmak, sol çevre tarafından “Aa sen faşistmişsin” ifadesiyle itham edilmek için yeterli. Allah’a şükretmeyi faşizmle, mürtecilikle, devlet düşmanlığıyla, İrancılıkla, ilintileyen çarpık “aydınlanma”nın sonucu yine aynı: Fişlenme, “kadro yok”lar, gittiği yere kendisinden önce giden “bilgi notları”, vakit kaybı, emek kaybı, ekonomik güçlükler vs. Bir flashback. Yıl 1976. Sistem tarafından henüz o denli fark edilmemiş olan babam ve ben oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyoruz, mutluyuz. Bir tablo hatırlıyorum sonra. Babamın yaptığı. Başı çerçeveye girmemiş olan kırmızı yağmurluklu bir kadın, tuhaf tuhaf bakan ıslak bir şempanzenin elinden tutmuş, ıslak bir caddede yürüyor... Çok güçlü ve bir o kadar güzel bir resim. O tabloyu yaptıktan sadece sekiz yıl sonra Babalar Günü’nde aldığım bir after shave’i, “Benden nefret eden adamların, dinden de nefret eden kibirli adamların kokusu bu. Bana bir daha böyle hediyeler alma!” diyerek reddeden, ailesini terk ettiğini henüz fark etmemiş bir adam var karşımda.
Hani diyorlar ya, solu bitirmek için İslamcılığı desteklediler, filan... Nereye gelmiş bu destek ben hiç görmedim. Bizim sülaleye hiç uğramadı o “ferahlık”. 28 Şubat döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılan 3 binden fazla askerin neler yaşadığını ise tahmin bile edemiyorum. Şofben satıp pizza dağıtmak zorunda kalmış binbaşıları biliyorum da, aile hayatları neye dönüşmüştür, bilmiyorum. Bildiğim, Cumhuriyetin verdiği hakların ve imkânların; “sahiplerinin” ördüğü dikenli teller yüzünden çizik çizik olduğu. Çocukların; devletin terk ettiği, cumhuriyetin terk ettiği erkekler ve kadınlar tarafından terk edildiği. Tekrar tekrar terk edilmesi insanlığın.
Sandıktan “evet” çıkması demek, tedavi eden bir cumhuriyetin başlaması demek.
“Halk’ın vatandaş olması demek. “Vatandaş” olmak demek, ebeveynlerin büyümesi demek; terk edilmemesi gerektiğini anlamaları çocukların. Benim “evet”imin kişisel nedeni budur.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.