• BIST 9716.77
  • Altın 2427.694
  • Dolar 32.5699
  • Euro 35.0032
  • İstanbul 22 °C
  • Diyarbakır 27 °C
  • Ankara 27 °C
  • İzmir 23 °C
  • Berlin 11 °C

Oryantalist İslamcılık! - 3

Yavuz Delal

Aslında, özellikle İslamcılar arasında, epey bir zamandır, gerçeğin ya da doğrunun nasıl aranılıp bulunacağına dair tartışmalar yapılmıyor. Yapılan tartışmalar, genel olarak bazı insanların ve bu bazı insanlardan sadrolan bazı ifadelerin doğruluk değerlerinin “doğru” olarak kabulünün nasıl şırınga edileceği tartışmalarıdır. 

Tartışmalarda bütün çaba, doğru imgesi değil, tahmil edilen ifadelerin doğruluk değeri hakkındaki “doğru” önyargısını düzenlemektir. İfadelerdeki doğruluk değerinin “doğru” olmasının temelde yanlış olabileceği ihtimali hiç söz konusu edilmiyor. Oysa bir şeyin doğruluk değeri, en azından bundan sonra, onun “doğru” olduğu hakkında daha baştan karar vermiş olanların vicdanlarına ve ifadelerine bağlı olarak biçimlenmemelidir. 

Türkiye’de ümmetçi-devrimci, ümmetçi-milliyetçi ve dindar-milliyetçi çeperiyle İslamcılar, kendi aralarında, “Kürt sorunu” tartışmasında uzlaşma sağlayabilecek din kardeşliği, adalet ve yaratılıştaki eşitlik gibi bir takım standartlara sahipler. Oysa meseleyi sırf din, adaleti, kardeşliği veya yaratılıştaki eşitliği bildiriyor diye, bunlarla ele almak, dinin zaten özünde olan şeyleri yalnızca yansıtmaktır. Bu durum akıl ve vicdan için de böyledir. Ama eğer bütün bunlar, doğruluk değeri hakkındaki “doğru” önyargısı eşliğinde ele alınıyorsa, yani “Kürt sorunu” öncesinde oluşmuş adalet, kardeşlik ve yaratılıştaki eşitlik gibi kanaatler eşliğinde ele alınıyorsa, bütün bu ele alış biçimlerinin “Kürt sorunu”nda özü itibarıyla oryantalist bir karakter taşımayacağını kim iddia edebilir. 

Adalet, kardeşlik ve yaratılıştaki eşitlik gibi kavramlar değil, ama bunlar yoluyla oluşmuş kanaatler ve bu kanaatler eşliğinde önyargıya dönüşmüş doğrular her zaman bir kenara atılabilir. Çünkü bu ifadelere veya kavramlara ilişkin oluşmuş bulunan kanaatlerin doğruluk değerlerinin “doğru” olmasını belirleyen şey, yalnızca (kutsal) ifadelerin veya kavramların kendisi değildir, ifadelerle veya kavramlarla sosyal, politik, ekonomik veya psikolojik gibi değişken şartlar arasında kurulan ilişkidir. Yani dinin belirleyip bildirdiği ifade ve kavramların dile getirilmesi, dinin özünde olanı yalnızca yansıtmaktır; ve fakat bu yansıtma, oluşmuş bulunan kanaatlerin doğruluk değerinin “doğru” olduğunu her zaman kanıtlamaz. Unutmayalım ki, dinin özünde olanın yansıtılması çağlar ve toplumlar üstüyken, yansıtmalar eşliğinde oluşmuş bulunan kanaatler, çağının ve toplumunun şartlarıyla sınırlıdır. 

Firavun’un kendi şartlarında oluşturduğu “minnet” hakkındaki kanaatinin doğruluk değerinin “doğru” olduğunu Hz. Musa’nın kabul etmemesi gösteriyor ki, Türkiye’deki çevrelerin dini değerler hakkındaki kanaatlerinin doğruluk değerinin “doğru” olmasını Kürtlere de tahmil etmek ve onlara bu “doğruyu” onaylatmak aynı biçimde “doğru” değildir! Çünkü; şartlar, konumlar, statüler, öznel ve nesnel durumlar ve kısaca sosyal, politik, ekonomik ve psikolojik durumlar, hiç değişmeden ele alınmaz değildir; çoğunlukla, içerik değişmese de, biçim ve nitelikler değişir. Kur’an vahyine göre, Firavun’un “minnet” hakkındaki iddiasına Hz. Musa’nın karşı gelemsi, Firavun’un suçladığı gibi Hz. Musa’yı nankör biri yapmamıştır. Aksine o kendi gerçeğinden yola çıkarak dışlanması gereken Firavun’un doğruluk değerinin “doğru” olmasını bir kenara atmıştır, (bkz. Kur’an, 26/18-22)

İslamcılık, kendi doğruluk değerlerini, “Kürt sorunu” gündemi yoğun biçimde kaplamadan önce, Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış sosyal, politik, ekonomik veya psikolojik şartlarıyla ilişkide tedarik etmiş ve onu “doğru” kabul ederek statikleştirmiştir. İslamcılık bu statik yapısıyla “Kürt sorunu”yla karşılaşmış ve “Kürt sorunu”yla belirginleşen (yeni) sosyal, politik, ekonomik veya psikolojik şartlarla kanaatlerindeki doğruluk değerinin “doğruluğu” hakkındaki ilişkinin sorgulamasına geçmemiştir. 

Öyleyse doğruluk değerlerinin “doğru” kabul edilmesiyle “Kürt sorunu”nu ele almak, doğrudan Oryantalist İslamcılık yapmak anlamına gelecektir. Çünkü burada belli şartlarda kanaat haline gelen ifadelerin doğruluk değerinin o şartlar haricinde de “doğru” kabul edilmesi, değerleri değil de kanaatlerin evrenselleştirilmesini sağlanmıştır. Bu şekliyle “Kürt sorunu”na tahmil edilen adalet, kardeşlik veya yaratılıştaki eşitlik gibi bir dizi “değerler”, “Kürt sorunu”nun şartlarından soyutlanarak sansür edilmiş değerler haline gelmiştir. Kısaca İslamcılar dahi, Türk ıtlak olunan toplumun, aynı biçimde Türk ıtlak olunan kanaatlerini değerler olarak ele almış, onları geçerliliğin ölçütü haline getirmiş ve meseleyi yokuşa sürükleyerek Kürtlerin dini duygularını ve entelektüel havuzunu sömürmüştür. Adalet, kardeşlik veya ümmetçilik gibi değerler, bir kenara atılması gereken kanaatlerin doğruluk değerinin “doğru” kabul edilmesinin devam etmesiyle sürekli sansür edilmiştir. Bu sansüre itiraz edenler de, atılması gereken gözlükle bakanlar tarafından, değerler düşmanı, “ümmet karşıtı” veya “fitneci” gibi yaftalarla itham edilerek sömürü sürdürülmüştür. 

Oryantalist karaktere başka açıdan bir örnekle devam edelim; 

“Bu ülke, siyaset yapan Müslümanlara, cemaatlere, tarikatlara, bağımsız gruplarına ve Müslüman entelektüellerine çok şey borçludur. Hepimizin Fethullah Gülen Hocaefendi'ye, Mahmut Hocaefendi'ye, rahmetli Zahid Kotku Hazretleri'ne, Es'ad Coşan Hoca'ya, rahmetli Erbakan Hoca'ya, Muhammed Raşid Erol'a, Hüseyin Hilmi Işık'a, Sami Efendi'ye, Said Çekmegil'e, Ercüment Özkan ve burada isimlerini zikretmediklerime şükran borcumuz var. Her biri büyük bir nehre birer ırmak gibi su taşıdılar, el'an taşımaya devam ediyorlar…” (Ali Bulaç, Zaman, “28 Şubat, Erbakan ve cemaatler”). Bu ve yaklaşık ifadeler bir Düşünür için, ancak kendi fikir dünyası hakkında verdiği infaz kararı olabilir. 

Ali Bulaç’ın kast ettiği büyük nehir, mevcut Türkiye Cumhuriyetinin maddi ve manevi geleceği ise, dediklerine bir şey söylemeye gerek yok. Ama, kast ettiği büyük nehir İslam ise, durun değişir. Hz. Peygamber efendimiz (as), İslam nehrini getirdiğinde mevcut yaşam gözle görülür elle tutulur biçimde çok ciddi bir revizyona tabi oldu. Bütün bu revizyonları burada örneklemeye gerek yok. Ama sormak lazım, büyük nehre bu kadar su taşıyan bu ırmaklar, Türkiye’de, hangi revizyonları (hatta kendi dinamikleriyle) gerçekleştirdiler. Mesela AKP öncesi, sosyal, politik, ekonomik veya psikolojik yaşam, AKP sonrasında ne tür ve hangi revizyonlara uğradı. Bunlar arasında istatistikleri karşılaştırırsak karşımıza ne çıkar acaba! Mesela, “Kürt sorunu” şimdi yok mu? Öncesinde var olan hırsızlık ve yolsuzluk oranları hakkında bugün istatistikler ne diyor? Kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ne oranda seyrediyor? İsraf azaldı mı? Umreye gidenler de artış yanşanıyor da, fuhuş turizminde azalma mı var? Hapishanelerde çocukların ırzına mı geçilmiyor? Kürtler öldürülmüyor mu? Devlet ve millet kibrinde bir değişme mi var? Cemaatler ve çeşitli sosyal, politik ve ekonomik gruplar kayrılmıyor mu? İla ahir… 

İşte doğruluk değerleri hakkındaki “doğruluk” önyargısıyla kendini İslamcı yapmış insanların, doğruluk değerlerini oluştururkenki atmosfere kendilerini mahkûm etmeleri böyle sonuçlar doğurmaktadır. Genel olarak İslamcı camianın hiçbir şeyin değişmediğine hayret etmemesi, şaşılacak bir şey değil midir? Hâlbuki düşünürün kast ettiği bu büyük nehre asla su taşımayı amaçlamamış, İslamcı olmayan ırmaklar, Müslüman olmayan toplumlarında büyük revizyonlar yapabilmişlerdir. 

Burada ise, ırmaklarla büyük nehre taşınan suyun, mutlaka temiz olduğu bilgisi empoze edilmektedir. Oysa Düşünür empoze etmez; düşünmeye devam eder! Ya kirli su ve hatta bazı ırmaklar lağım suyu taşıyorsa nehre, ne olacak o zaman? Bütün ırmaklardan akan suyun temiz olduğunu yutturmak, büyük nehre büyük bir zulüm yapmak olmaz mı? 

Alıntıda ismi geçenlerden çoğunun büyük nehre (en azından temiz) su taşıdıklarına inanmak zorunda mıyız? İnanmasak fitneci mi oluruz? Bir yemek bir kimseye muhteşem gelirken, aynı yemeğin başka birine iğrenç gelmesi mümkün değil mi? Vietnam’da insanlara, büyük bir zevkle yedikleri kavrulmuş böcek ve kurtçuk mönüsü veriliyor, ben ise bu mönüden iğrenemez miyim? İğrenirsem fitneci mi olurum? Anlaşılan statik doğruluk değerlerinin “doğru” olduğu inancına bağlı kalmamız isteniyor, bu da, aslında efendi olmak istedikleri anlamına gelir! İşte oryantalist karakter budur. Bizim basit, kendilerinin ise efendi olduğu var sayımı! Böyle efendiler, İslamcılık’a bir şey kazandırır mı? İslamcılık bunlarla mı kaim olacak! Bunlarla İslamcılık tükenmiş değil midir? 

Bizi basit görüyorlar, çünkü kendilerini uzman olarak görmekteler? Zaten efendilerimiz aynı zamanda da uzmanlarımızdır; veya tersi! Onlara göre, biz, en nihayetinde Kürtçülüğe savrulmuş ve bu savrulma yüzünden saçmalamış insanlarız. O yüzden yazdıklarımıza cevap vermeye, hatta yazdıklarımızı görmeye tenezzül etmiyorlar! Altan Tan, bangır bangır “gelin şeriate gidelim”, diye bağırıyor? Kimse dönüp bu Kürtçünün(!) şeriat çağrısına cevap vermiyor! Hâlbuki aklı selim İslam uleması ve aydınları bırakın hak-hukuk bahsini veya ırkçılık iddiasını(!), Allah’ın varlığını inkâr eden akımların iddialarını etraflıca inceleyip tonlarca cevaplar yazmışlardır. Kelam ilmi, ateistlerin iddialarına verilen cevaplarla gelişip büyümüş bir ilimdir. Allah’ın varlığının ispat çalışmaları kendiliğinden olmamış, Allah’ın varlığının inkâr edilmesi üzerine gelişmiştir. Allah’ın varlığının ispatı hakkında büyük bir literatür vardır. Hiç kimse Allah’ın varlığını inkâr edenleri görmezlik etmedi, fikirlerini dikkate almazlık yapmadı. Bu karşılaştırmayla söylemek istediğim şey, biz gerçekten Kürtçü bile olsak sorularımıza, eleştirilerimize cevap verilmesi gerektiğini vurgulamaktır. Ama hey hat… nerede? Efendilerimiz, tenezzül etmeyecekler… Doğruluk değerlerinin “doğru” olduğu inancıyla yetinmek oryantalist karakterlerine daha uygun düşmekte çünkü. Özetçe, “Altan Tan, iyi bir insan, ama Kürtçü olmuş” der, işi bitirirler. 

Türkiye’de İslamcılık yetersizliktir! 

Kanaat önderlerinin, cemaatlerin veya kamu otoritesine sahip olan insanların veyahut kurumların “doğruluklarını” yadsımanın fitne olarak takdim edilmesi; İslamî camiada şimdi etkili olan sosyopolitik, sosyoekonomik ve sosyopsikolojik güçün, AKP iktidarına kadar var olan dışlanmayı, AKP iktidarı ile kendi lehine çeviren yeni yeşil sınıfların yükselişi adına beyan edilmiş olması mümkündür. Ve bu güç yüzünden, düşünürlerin, sorgulamaları fitne olarak değerlendirmeleriyle; din, hak talep etmeyen bir dine; fikir, eleştirme içeriğinden fakir bir fikre; vicdan, adalet duygusunu yitirmiş bir vicdana; ve düşünür, geniş açıya sahip olmayan bir düşünüre dönüşür. Bu da, yetersizliği elverişli kılar. 

Mesela, “adalet talebimiz var” diye bir deklarasyon yayımlayan İslamî kesimden kimilerinin, Hrant Dink’in yargılanması meselesinde vicdanlarının beş yıl sonra harekete geçmesi, bir özrü bile beraberinde taşıyamamıştır. Çünkü adalet talebi, adalet duygusunu yitirmiş bir vicdanla söz konusu olmaktadır. Özür dilemeyen bir vicdan, en iyimserinden yalnızca -izmsel bir çıkarı amaçlayan vicdan olabilir ki, Hrant Dink meselesi bir biçimde Türkiye kamuoyunda entelijansiya meselesine dönüşmesi bakımından oldukça romans bir meseledir aynı zamanda. Geç harekete geçmiş olsa da, acaba, “adalet talebimiz var” iddiası, bir vicdan patlaması mıdır, yoksa Türkiye’nin kalburüstü romans erdemcilerinden ayrı düşmeme telaşı mıdır? “Hak” söz konusu olduğunda Müslümanlar meselenin tabii ve zaruri tarafıdır, diyebilmeye Hrant Dink meselesiyle neden sonra güç yetirebilen kimi Müslümanlar, aynı zamanda “Hakkın” söz konusu olabilmesi için birinci derecede Müslümanlık referansıyla hareket etmeyenlerin ilkin harekete geçip “Hakkın” ne olduğunu onlara göstermesi açısından da dikkat çekiyor; ve bu durum, bu Müslümanların geniş açılı objektif düşünürler olmadığını da böylece ele veriyor. Demek ki, bu insanların inandığı din, kendiliğinden “hak” talep etmiyor, talep edilen bir “hakk” söz konusu olduğunda ve buna İslamcı olmayan entelejansiya sahip çıktığında tabii taraftar oluyor. 

Düşünme ameliyesi; 

Kendi referanslarıyla, yani dinin, hak, adalet, kardeşlik, yaratılıştaki eşitlik gibi bildirimleriyle ortaya konamayan bilgi ve bu bilgilerden biri olan “Hak söz konusu olduğunda” beyanı, görüldüğü gibi, gerçeklik hakkında kendiliğinden bir sonuca varamamış ve bu adalet için bugüne kadar beklemelerinden de anlaşılacağı gibi yanılmışlardır. Özetçe, bir değer taşısa da, böyle taraf olmak, bir düşünme süreciyle ve doğruluk arayışının sonucuyla söz konusu olmuş gibi gözükmüyor. Çünkü Ali Bulaç’ta gözüktüğü gibi düşünmenin en temel özelliği kesin bir sonuca ulaşıp düşünmeyi bitirmemesidir. Düşünme tabi ki bir sonuca ulaşmak ister, ancak düşünmek, ulaşılan o sonucu da düşünmeyi gerektirir. Düşünme, bir bilgi arayışı sürecidir; bu sürecin bir yerinde bilgiye ulaşılır. Bilgiye ulaşma, bizi, sonuçta başka bir evreye taşır; o evre, bilgi arayışı tarafından ulaşılan bilginin gerektiğinde tekrar sorgulanmasıdır. Düşünme objektif bir bilgi arayışı sürecidir aynı zamanda. Aslında, tarafsızlık olarak tanımlamak, objektif düşünme sürecini yansıtmaz. Çünkü düşünmede objektif olmak, geniş açıya sahip olmaktır. Hele uzman olmak hiç değildir. Düşünmeyle objektiflik arasında uzman olma bağını kurmak çok yanıltıcıdır çünkü. Öyleyse, “Hak söz konusu olduğunda” beyanına itibar edilmesi, bu beyanın, bugüne kadar nerede olduğunun hesabını vermesiyle, yani bir özeleştiriyle mümkün olabilir. Bu beyan, Hrant Dink meselesinin adalet diskurunda entelijansiya sahipliğine karşı verilmiş bir cevaptır, öyleyse aynı beyanın sahipleri, dürüstlüklerini göstermeli ve entelektüellerin değilse de, Kürt halkının hürriyet diskurundaki sahipliğine de bir cevap vermelidir. Böylece ya da belki, oryantalist karakter, az da olsa kırılabilir! 

Kısa bir tarihsel hatırlatma; 

İslamcılık, 70’lerle birlikte savaşlar ve devrimler eşliğinde yeni bir içerik ve biçim aldı. O, tüm İslam dünyasında bir epistemoloji, terminoloji, savaş ve mücadele ideolojisine dönüştü. İslam dışı toplumlarla verilen hem geleneksel hem modern tüm içerik ve biçimlerin mücadelesinin genel adı oldu. Müslüman olmayan toplumlara karşı verilen geleneksel veya modern savaşlar, tarihe İslamcı direniş olarak kaydedildi. 

Bu kısa hatırlatmayı doğruluk değerleri hakkında çağdaş kararlar vermek veya kanaatler sahibi olmak için, yeni şartları hesaba katmak gereğini belirtmek için verdim. Yani biz 1900’lerin İslamcılık’ını eleştirmiyoruz, çünkü bu tür bir eleştiri bugünün şartlarından yanıltıcı olabilir ve bizim konumuz da günümüz İslamcılık’ı ve onun oryantalist bir karakterle nasıl TC’ye hizmet ettiğidir. İslamcılık’ı “Kürt sorunu”yla ilişkisi bağlamında eleştirmemizin sebebi de budur. Kendi şartlarımızla bugünün İslamcılık’ını oryantalist diye tartışıyoruz. Eleştirilerimiz genel olarak İslamcılık tarihiyle ilgili değildir. Çünkü, mesela, Efgani’yi veya Bediüzzaman Said-i Nursî’yi, o günün şartlarında ele almak ayrı bir konudur.

Oryantalist karakter, konuşmakla da susmakla da mümkündür; 

Çocukken gördüğüm her sakallının iyilik abidesi olduğuna inanırdım. Dine duyulan çocukça inancın doğal ve doğru sonucuydu bu. Zaman sonra birçok sakallının çirkin kötülükler işlediğini anladım. Demek ki sakallı veya çarşaflı olmakla iyi olmak ve giderek dindar olmakla iyi olmak aynı anlama gelmiyor. Dini bilgi dolayısıyla kendi içinde tutarlı olan mantık örgüsü; dindar insanın iyi insan olduğudur. Dini bilgi şu önermeyi de önümüze koymuştur; her insan dindar olabilir, ama her dindar insanî olmayabilir. İkincinin birinciyle ilişkisi bir çeşit onun tefsirdir: Uygulayıcısı insan olduğundan, ister vahyî ister mantıkî yönden olsun, kendi içinde kusursuz olan bir teorinin pratiğe döküldüğünde de, zorunlu olarak tutarlı kusursuz sonuçlara sahip olacağı söylenemez. 

Ali Bulaç’ın yaptığı gibi, her sakallının iyi olduğunu söylemeye devam etseydim, sakallıların yaptığı kötülüklerin üzerini örten biri olmaz mıydım? Sakallıların kötülüğüne uğramış insanların hakkını yemiş olmaz mıydım? Ve sakallıların kötülüğüne uğrayan insanların öfkesini kazanmış olmaz mıydım? Bunların hepsi, eğer sakallılar hakkındaki doğruluk değerimin “doğru” olduğu inancımı değiştirmesem, doğal olarak gelişirdi. Bir kere sakallıların iyi ve doğru olduğuna inanmışsam, konuştuğumda da, sustuğumda da kötülüğün üstünü örten biri olurum! 

Burada oryantalist karakter şöyle kendini devam ettiriyor: Bir doğruluk değeri olarak, sakallı olanın iyi ve doğru insan olduğu yönündeki eğilimim, bana, bilinçli veya bilinçsizce, sakallıya dair şikâyetleri ilkin görmezlikten gelip önemsemememi sağlar. Sonra, yani artık görmezlikten gelemeyeceğim bir sırada, meseleye sakallının yaptığı değerlendirmelerle ve sakallının şartlarını değerlendirmeyle bakmamı elverişli kılar. En nihayetinde sakallının kötülüğünü, kötülüğü hangi şartlar yüzünden yaptığını analiz ederek geçiştirmemi gerekli kılar. Bu durum, tâ, sakallıyla ilgili doğruluk değer yargımın temelden yanlış olduğunu kabul edene kadar sürer. Doğruluk hakkındaki yargım değişmedikçe, sömürünün veya zulmün bir aracı, misyoneri, akıncısı ve büyücü bir entelektüeli olmaya devam ederim. 

Türkiye’de İslamcılar, “Kürt sorunu”nda Kürtlerin şikâyetlerini ve taleplerini hep Türkiye’nin tezleri üzerinden değerlendirdikleri için, doğal olarak kanaatlerinin doğruluk değerinin “doğru” olmasını Türkiye’nin tezlerinin belirlediğini söyleyebiliriz. İslamcılar, dinin bildirdiği adalet, kardeşlik ve yaratılıştaki eşitlik gibi kavramları “Kürt sorunu”nda Türkiye’nin tezleri bağlamında ele aldılar. Bu kavramların tümünü Türkiye’nin tezlerinin ve tanımlamalarının belirlediği bir diskur içerisinde gördüler. Bu ele alış biçimi bana göre büsbütün yanlıştı. Ve böylece, ister özgünlük iddia etsinler, ister zaten Türkiye’nin tezlerinin doğruluk dercesine inansınlar, her halükarda Türkiye adına oryantalist karakterde hareket etmiş oldular. 

Oysa “Kürt sorunu”nun doğruluk değeri hakkındaki kanaatlerini, Kürtlerin şikâyetlerini ve taleplerini belirleyen özgül şartlar içerisinde oluşturmalıydılar ki, Türkiye’nin ve tezlerinin ileri karakolu gibi iş tutup zulme ve sömürüye birer oryantalist misyoner gibi alet olmaktan çıkabileydiler. Bu ise, hala mümkün, fakat zor olsa da, bir kere bir itiraf söz konusu olmalıdır. “Evet”, demeliler “biz meseleye daha baştan yanlış bir temelden yaklaştık. Şimdi anladık ki, Türkiye’nin temel tezleriyle şekil almışız”. 

Anti-İslamcı İslamcılık;  

Yazının uzaması aslında konunun bir kitap çalışmasına muhtaç olmasındandır. Yoksa devrimcisinden ılımcısına, Nurcusundan Süleymancısına, tarikatçısından siyasetçisine, Ali Bulaç’ından Hayrettin Karaman’ına, Mustafa İslamoğlu’sundan Abdurrahman Aslan’ına, Fetullah Gülen camiasından Akit ve Yeni Şafak camiasına kadar bir çok İslamî unsuru, örnekleriyle, söz konusu etmek burada mümkündür. 

Tarihi sürecinde “19. asrın son çeyreğinden itibaren entelektüel cevabın ve savunmanın oynadığı rol, İslamcılık’a duyulan ihtiyacı ve inancı haklı çıkarmıştır”. Bu konudaki düşüncem budur. Fakat günümüzde ise, İslamcılık, Türkiye’nin güçlü kolları arasında Kürtlerin şikâyetlerine ve taleplerine karşı olmayı sağlayan bir saldırıyı ve bir savunmayı içermiş durumdadır. Elbette bir takım İslamcılarda iyi gelişmelerin olduğunu inkâr etmem, fakat “Kürt sorunu” İslamcı boyunca manzara bu idi. 

Oryantalist karakterini itiraf etmeyen İslamcılık’a duyulan çocuksu bağlılık (Ali Bulaç’ta olduğu gibi), bugün iki temel unsur tarafından tehdit edilmelidir: 

Birincisi, “Kürt sorunu”nda oluşan kanaatler hakkındaki doğruluk değerlerinin “doğru” kabul edilmesi genel olarak tüm Türkiye’nin ve özel olarak da AKP Türkiye’sinin tezleri bağlamında şekil almıştır. Bu unsur, onların iddia ettikleri özgünlüğün altını tümden boşaltır ve İslamcılık’ı içeriksizleştirir. 

İkincisi, “Kürt sorunu”nda özellikle AKP Türkiye’sinde İslamcılık’ın düşünce üreten siyasal bir ihtiyaç olmaktan çıkıp, sermaye, mevki ve makam üreten ticarî bir ihtiyaç aracına dönüştüğüdür. Bu unsur ise, İslamcılık’ın tüm ahlakî iddialarını bitirir. 

Sözün özü şu olabilir; en azından bu özlü söz, hangi İslamcılık’ı bu eleştirilerden uzak kıldığımızı tanımlayabilir; çünkü bu çürümüşlük ambiyansında düşünen her İslamcının yapması gereken şeyi söylüyoruz: İslamcılık için anti-İslamcılık! 

Günümüzde ve özellikle AKP iktidarı dolayısıyla anti-İslamcı olmayan bir İslamcılık, “harakiri” yapıp kendini yok edecektir! Bugün anti-İslamcı olmayan bir İslamcı, İslamcılık’ın tümden kokuşmasının ve tükenip yok olmasının sanığı ve tanığı olacaktır. Eğer İslamcılık’ın tümden tükendiğine tanıklık ederseniz, size referans olan değerler hakkındaki tüm okumalarınızı da çöpe atabilirsiniz. Önerim, mevcut şartlar dâhilinde anti-İslamcı bir İslamcılıktır; ve bunu konuşmaktır. Çünkü anti-İslamcı olmayan her İslamcı, “Kürt sorunu”nun doğal sömürücüsüdür. 

Not: Bu yazı, yaklaşık 25 gün önce yazılmıştır.

  • Yorumlar 2
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89