• BIST 9454.03
  • Altın 2500.414
  • Dolar 32.5951
  • Euro 34.8132
  • İstanbul 13 °C
  • Diyarbakır 21 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 18 °C
  • Berlin 6 °C

Linç Rejimi ve Kürdler

Ersin Tek

Hukuk dediğimiz şey, kültür/toplum denilen şeyi zorbalıktan ayıran bir duvar, insanları kuvvete karşı koruyan, başkalarının hürriyetini bozmayacak şekilde bir hürriyet veren bir koruyucudur.

Hukukun üstünlüğü kanunlara uymanın ötesinde, ahlaki bir ilkedir. Hukukun üstünlüğünün kaybolması, gücün ve şiddetin keyfiliğine yol açar.

Linç, hukukun üstünlüğünün kaybolmasıdır, hukuksuzluktur, çokluğun azlığı çiğnemesidir; bazı insanların ya da bazı grupların hukuktan istisna edilmesidir, haksızlığın, adaletsizliğin, hukuksuzluğun olağanlaşması ve meşrulaşmasıdır; ağır bir zillet ve insanlıktan çıkma düşkünlüğüdür. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı ve infial uyandırmadığı toplumlar, hukukun üstünlüğü ilkesini ve millet olma vasfını yitirirler.

Türkiye’de fiziki, psikolojik ve siyasi linç eylemleri, tesadüfi ve az görülen bir şey değildir. Bilhassa Kürdlere karşı sokakta, okulda, öğrenci evinde, yurtta, iş yerinde, mecliste, her yerde geliştirilen linç eylemleri, neredeyse rutin haber niteliği taşıyor. Söz konusu linçin (şiddet ve barbarlığın) belirgin muharriki ise, Kürdlere yönelik kin ve nefrettir. Kutsal ve bölünmez addedilen devletin bölünmesi veya normalleşmesi korkusudur. Türk toplumunun içine sıkıştırıldığı trajik bir çelişkidir, paranoyadır, cehalettir.

Türk Devletinde askerî, siyasî ve mülkî erkânın çoğunlukla tahrik ettiği, tolere ettiği, mazur gördüğü linç eylemleri, ara ara geçit verilen ya da verilebilecek yan bir yoldur; aşağı yukarı yüz yıldır siyasî mühendislik kapsamında işlenen, kitlesel bir kabul gören, belirli bir toplumsal meşruiyete yaslanan bir pratiktir.

Türkiye’de savaşın durağanlaştığı zamanlarda bile toplumsal barış tam anlamıyla sağlanamamıştır. Türk toplumu tarafından kutsanmış ve içselleştirilmiş olan savaş deneyimi, gündelik hayatın bir normu haline gelmiş ve savaşın durağanlaştığı -çözüm süreci adı verilen, vs.- dönemlerde kendinden olmayanlara ya da kendine benzetemediklerine yönelik linç eylemlerine dönüşmüştür. Yani şiddet tekelini elinde bulunduran egemen(devlet), şiddet kullanma gücünü, ‘sivil’ olarak lanse edilmeye çalışılan ama örgütlü olan bir grubun taşeronluğuna vermiştir. Bu durumu ‘şiddetin taşeronlaşması’ olarak tanımlayan Zeynep Gambetti, ‘‘Şiddetin taşeronlaşması’’ olarak ifade edilebilecek bu dönüşüm, devlet toplum ilişkisinin yapı taşlarını yeniden düzenliyordu. Devlet şiddet tekelini artık elinde tutmadığı gibi, insan haklarını ihlal etme tekeli de artık yalnızca devlette değil, toplumsal aktörlerde idi. Devlet iktidarının karşısında erdemli ve eleştirel bir alan açtığına inanılan sivil toplum, devletin bir kolu olma misyonunu üstlenmişti’’ diyerek açıklamaktadır.

Millilik, milli dava, milli refleks, vatandaş hassasiyeti, vatanseverlik, vs. olarak haklılaştırılan linç eylemlerini ya da nefret söylemlerini tam olarak ifade eden ve kapsayan bir yasanın bulunmayışı bir çıkmaz ve Tanıl Bora’nın ‘‘Türkiye’de Linç Rejimi’’ adlı kitabında ifade ettiği gibi, ‘‘Linç eylemlerinin, tekrarlanabilir bir eylem olarak örgütlenebilir olması ve bunun meşru bir hak olarak kabul edilmesi, linç eylemlerinin rejim haline gelmesine neden olmaktadır. Rejim olarak linç eylemlerinin rutin hale gelmesi ise, ulus-devlet inşası sürecinin nasıl gerçekleştiği ile de birebir ilgilidir.’’

Ulus-devletin inşasında linç eylemlerinden, büyük katliamlara kadar birçok insanlık suçunun işlendiğini biliyoruz. Ulus-devletin, demokrasi, insan hakları, anayasal haklar vs. kavramları öne çıkardığını görüyoruz. Fakat modernitenin bir ürünü olan ulus-devlet, egemen ‘tek bir ulus’un tahayyül edilmesi ile inşa edilmektedir. Nazi döneminin ideologlarından biri olan Carl Schmitt, ulus-devletin inşası noktasında egemenin belirleyici olduğunu, devletin ve egemenliğin kurulmasında egemenin ‘sınırsız’ bir yetki zinciri ile sarmalanması gerektiğini söylüyordu. Schmitt’e göre sınırsız yetkinin en belirgin örneği, egemenin ‘olağanüstü hale’ karar veren olmasıdır. Egemen, olağanüstü hale karar veren olmasının yanında, hukuku askıya alabilme yetkisine de sahiptir.

Türkiye’de egemenin linç anında hukuku askıya almasına, sonrasında hukuki sürecin gerçek mağdurunu suçlu konumuna düşürmesine ve yargılamasına çokça şahit olduk. Daha bir hafta önce egemenin garantörlüğü altında, HDP’li vekillerin AKP’liler tarafından mecliste linç edilme girişimlerine, dokunulmazlıklarının hem anayasaya aykırı bir biçimde, hem de gizli oylama kuralı ihlal edilerek kaldırılmasına şahit olduk. Bu yetmedi üstüne birde Cumhurbaşkanından, ‘‘Bu günler onların iyi günleri’’ sözlerini işittik. Tabii bununla da kalmadı, daha sonra Twitter'da uzun süre “trend topic” olarak üst sıralarda yer alan ‘KürtlerTehcirEdilmelidir’ hashtagı açıldı ve sosyal medyadaki ‘linç güruhu’ içlerindeki tüm öfke ve nefreti kustular.

Anlayacağınız, bu yaşananlar belli dönemlere özgü krizler olmaktan öte, egemen(devlet) tarafından hazırlanmış bir yok etme planının örnekleridir, yol haritasıdır. Devletiyle milletiyle kaynaşmış bu rejimde, Kürdlere yönelik linç girişimlerinin ve katliamların çok uzağında değiliz...

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89