• BIST 8762.55
  • Altın 2234.833
  • Dolar 32.3364
  • Euro 35.1115
  • İstanbul 13 °C
  • Diyarbakır 12 °C
  • Ankara 11 °C
  • İzmir 14 °C
  • Berlin 5 °C

Kıssadan hisse: 'Behram ve Kürd çoban'

Abdullah Can

Fikir ve yorum yazıları, yazarlar kadar okuyucuları da yorar. Bazen iki taraf da dinlenmek ister. Ben de böyle bir yola tevessül ettim; dinlenmek istedim. Aradığımı, Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sinde gördüm. Eserin “Dördüncü Faslı”nda geçen Behram-ı Gûr ve Kürd Çoban hikâyesi, hem zihnen, hem ruhen dinlenmeme vesile oldu. Sadece dinlenmek mi? Hayır, çok şey de öğretti. “Bir kıssa, bin hisse” dedikleri gibi bir şey. İstifademi, sizinle paylaşmak istedim; çünkü güzellikler, paylaşılmakla çoğalır. Sizi hikâyeyle başbaşa bırakırken, eser ve müellifiyle ilgili ufak bir açıklama da yapalım:

Günümüzden 1000 sene önce yazılan “Siyasetname”, yöneticiler/siyasîler için başucu kitabıdır. Yazarı Nizamülmülk, ziyadesiyle Melikşah’a olmak üzere, babasına ve atasına yaklaşık 40 yıl kadar vezirlik yapmış müstesna bir şahsiyettir. Eser, Melikşah’ın talebiyle yazılmıştır. Geçen bin yıla rağmen, muhteviyatı eskimeyen müstesna kitaplardandır. Okunduğunda, sanki bu günleri anlatıyor gibidir. Hikâyede bahsi geçen Behram-ı Gûr, Miladî 421 - 438 yılları arasında Sasanî İmparatorluğu'nda hükümdarlık yapmış meşhur şahsiyetlerdendir. (Not: Kaynak aldığımız Siyasetname, Mehmet Tahir Ayar’ın tercümesiyle İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan nüshanın 5. baskısıdır)

“Rivayet olunur ki Behrâm-ı Gûr’un, hakkında ileri-geri konuşulmasına hiç tahammül etmeyip kendisine gayetle güvendiği, bütün devlet işlerini emanet etmiş olduğu Rast Rûşen nam bir veziri var idi. Kendisine gelince, gece-gündüz demeden içer, eğlenir ve ava çıkardı. Bu vezir, Behrâm’ın vekillerinden olan birine şöyle dedi: “Kendilerine gösterilen aşırı adaletten ötürü raiyyet küstahlaşmış, idaresi zorlaşmıştır. Şayet tedbir alınmazsa korkarım bir felaket baş gösterecektir. Padişah işret meclisleri ve av partileriyle meşgul olduğu için raiyyetin halinden haberdar değildir. Bir fitne fesat ortaya çıkmazdan evvel sen onları yola getir ve bilesin ki yola getirmek de iki şekilde olur: Kötüleri bertaraf etmek, iyilerden mal almak. Kimin malını müsadere eyle dersem, eyleyiver!”

Bu şekilde vekil her kimi yakalıyorsa vezir ondan rüşvetini alır; vekile de kendi payını almasını emrederdi. İş o raddeye vardı ki cümle âlemin malı mülkü, atı biniti, güzel köle ve cariyesine el kondu. Sonunda raiyyet fakir düştü. Bütün soylu-soplular yerlerinden yurtlarından oldular. Öte yandan Behram’ın hazinesinde de zırnık bir şey toplanmıyordu.

Üstünden bir zaman geçtikten sonra Behrâm-ı Gûr’a güçlü ve çetin bir düşman musallat oldu. Askeri teşvik için onlara bahşiş vermek ve orduyu teçhiz edip düşmana karşı seferber etmek isteyen ama hâzineden elleri boş dönen Behrâm, şehrin eşrafından bunun sebebini sordu. Eşraf, nice zamandır şehirde falancaların yurtlarından olup filan memlekete göç etmek zorunda kaldıklarını dile getirdiler. Behrâm sebeb ü hikmetini sorunca mezkûr vezirden korkmaları sebebiyle, “bilmiyoruz” demekle kifayet ettiler. Behrâm, bütün gün ve gece boyunca bu konuyu zihninde mütalaa etti ama bir türlü sorunun nereden kaynaklandığını çözemiyordu.

Ertesi gün atına binerek çöle doğru yola koyuldu. Bir yandan giderken bir yandan da düşünmekteydi. Derken gün doğdu. Behrâm bu arada 7-8 fersah yol almıştı. Düşüne düşüne bîhâl olmuş, kızgın güneşin tesiriyle açlık ve susuzluk bastırmıştı. Su içmeye ihtiyaç duydu. Su bulma umuduyla ovaya şöyle bir baktığında yükselen bir duman bulutu gördü. “Muhakkak orada birileri vardır” diyerek dumanın geldiği tarafa yöneldi. Yaklaştığı vakit uyuklamakta olan bir koyun sürüsü, kurulu bir çadır ve darağacına çekilmiş bir köpek gördü. Hayretler içinde çadıra daha da yaklaştı. Çadırdan bir adam çıkarak ona selam verdi. Onu atından indirdi ve hazırdaki yiyeceklerinden nesi varsa Behrâm’ın önüne koydu.

Kendisinin kim olduğunu bilmeyen adama, Behrâm: “Yemek yemezden önce, evvelâ şu köpeğin hikâyesini anlat bakayım!” dedi. Delikanlı olayı şöyle anlattı:

“Bu benim sürüye göz-kulak olması için görevlendirdiğim köpeğim idi. On adama bedel işler çıkarttığını ve onun korkusundan hiçbir kurdun bu koyunlara yaklaşmaya cüret edemediğini biliyordum. Şehre günü birlik gittiğim zamanlarda bu köpek koyunları otlatmaya götürür ve sağ-salim geri getirirdi. Derken aradan bir zaman geçti. Bir gün koyunları sayayım dedim; birkaç koyun eksik çıkmıştı. Buralara hırsız da uğramadığı için ben bir türlü koyunlarımın neden azaldığını anlamıyordum. Bu arada vergi tahsildarı gelmiş, mutad olduğu üzre her yılki vergiyi istedi ama elimdeki koyun sayısı az olduğu için elimde kalan koyunlara el koydu. Şimdi ben o tahsildarın çobanlığını yapmaktayım.

“Ben bütün olan-bitenden habersizim; meğerse bu bizim köpek dişi bir kurt ile dostluk peyda eyleyerek onunla çiftleşmiş. Ezkaza günlerden bir gün odun toplamak için kıra gitmiştim. Dönerken de koyun sürüsünü görecek bir yüksekliğe çıkmıştım. Otlamakta olan sürüye doğru ilerleyen bir kurt gözüme ilişti. Bir diken çalılığının arkasına gizlenip olan biteni izlemeye koyuldum. Köpek kurdu görür görmez ona doğru seğirterek kuyruğunu sallamaya başladı. Kurt ise sakin sakin öylece dineliyordu. Köpek, sırtına çıkarak kurda abandı. Sonra bir köşeye çekilip, zıbardı. Daha sonra kurt sürüye dalarak bir koyunu kaptığı gibi parçaladı ve yedi. Köpeğin buna hiç sesi çıkmadı. Ben köpeğin kurtla bu alışverişinden haberdar olunca iflasımın sebebinin köpeğin başıbozukluğu ve ihaneti olduğunu kavradım. Ben de ihanetinin cezası olarak tuttum astım onu.”

Bu sözlerden pek hoşlanan Behrâm, anlatılanlara oldukça şaşırmıştı. Oradan dönüşte bütün bir yol boyunca, o çoban hikâyesini zihninde tartarak, kendi meselesiyle örtüşen noktalar üzerinde kendi kendine düşünüyordu: “Mesele tıpkı şunun gibidir: Tebaamız bir sürü, vezirlerimiz sürüyü emanet ettiklerimizdir. Memleket ve halkın hali perişandır ve bunun sebebini kime sordumsa hakikati söylemiyor. İyisi, vezir Rast Rûşen’den başlayayım işe!”

Şah, sarayına döner dönmez derhal derdest edilenlere ilişkin ruznâmeleri talep etti. Tepeden tırnağa bütün ruznâmelerde, vezirin alçaklıklarını görüp insanlara karşı iyi davranmadığını, halka reva gördüğü kötülükleri ve adaletsizliği anladı. Daha sonra, “büyükler ne de doğru söylemişler” diyerek, şu atasözünü söyledi: “Nama-şana aldanan ekmekten olur; ekmeğine tüküren canından olur.” “Sözde adı Rast Rûşen olan vezirim özde karanlık ve yalancıymış. Ben kendi ellerimle onu o kadar semirtmişim ki zavallı raiyyet, korkusundan içinde bulundukları hali bana söylemeye cesaret edemiyor. İşin çaresi şudur ki, yarın vezir dergâha varınca ekâbirin önünde onu rüsva edip ayaklarına ağır zincirler vurarak zindana attıracağım. Diğer tutsakların huzuruma getirilmelerini emredip davalarıyla bizzat ilgileneceğim. Münadilere, cümle halka şöyle ilan etmelerini emredeyim:

“Ahali! Behrâm şah, veziri Rast Rûşen’i azletmiştir. Onun zulmüne maruz kalan, ondan şikâyeti olanlar, mağdurlar gelsinler de davasına bakıp hakkını teslim edelim. Her kim bir zulme uğramışsa başlarına gelenleri beyan için mutlaka gelsin! Eğer size adilane davranmış ise tekrar işinin başına döndürüp ona hilat sunayım; yok eğer bana ve size karşı bir sadakatsizlik ve ihanet eylemiş ise o çobanın köpeğe yaptığını misliyle ona yapacağım!”

Behrâm, ertesi gün emir ve ekâbirin huzura gelmesini istedi, vezirler yerlerine geçtiler Behrâm-ı Gûr yüzünü vezire dönerek: “Memlekete musallat ettiğin bu ne buhrandır! Askeri açlıktan kırmış, tebayı perişan eylemişsin. Sana askerin erzakını tam vaktinde ulaştırmanı, memleketi imardan geri durmamanı, raiyyetten hak olan dışında haraç almaman, hâzineyi dolu tutmanı emir ü ferman buyurmadık mı? Şimdi baktığımda ne hazinede zırnık, ne askerde erzak kalmış ve halk aç bî-ilaç. Benim şarap ve av ile başım hoş olduğu için raiyyet ve halk işlerinden haberdar olmadığımı sandın. Zannettiğin gibi değildir.” Sonra onun vezirliğine bakmadan derdest edilip ayaklarına ağır zincirler vurulmasını ve karga tulumba götürülmesini emretti.

Daha sonra şehre bir münadi salarak halka, şahın, veziri Rast Ruşen’e gazaplanarak onu azlettiğini ve bir daha ona bir devlet işi vermeyeceğini, onun gadr ve zulmüne uğrayanların çekinmeden, korkmadan dergâha gelmelerini, gasp edilmiş haklarını temin için şaha maruzatlarını arz etmelerini, halka ilan etmesini istedi.

Daha sonra şah, zindana atılanların tez elden huzuruna getirilmelerini emretti. Şah bütün tutsaklara tek tek, hangi suçtan ötürü alıkonduklarını sordu.

Birisi şöyle dedi: “Benim, malı mülkü bol olan zengin bir kardeşim var idi. Rast Rûşen onu tutuklayıp bütün servetine el koyarak işkenceyle katletti. Vezire kardeşimi neden öldürdüğünü sorduğumda, kardeşimin şahın hasımlarıyla yazışmaları olduğunu söyledi. Davayı örtbas etmek ve uğradığım haksızlığı şaha şikâyet etmemem için de beni zindana attı.”

Öbürü şöyle dedi: “Benim, Rast Rûşen’in ekili tarlasına komşu olan baba yadigârımümbit mi mümbitbir bağım var idi. Bağım vezire pek cazip geldiği için onu satın almak istedi. Satmayacağımı duyunca falancaların kızında gözün var, bir cürüm işledin iddiasıyla tevkif edip beni zindana attı.”

Bir başkası şöyle dedi: “Ben sermayesi pek az olan bir tacirdim. İşim gereği cihanın dört yanını dolaşır idim. Dolaştığım şehirlerde süs eşyaları ve ipek gibi hoşuma giden şeyler gördüğümde onu satın alır başka bir şehre götürüp satar idim. Bu şekilde kıt kanaat geçimimi sağlardım. Bir gün elime hasbelkader inciden bir gerdanlık geçti. Şehre geldiğimde onu satışa çıkardım. Bu haber vezirin kulağına gitti. Bir adamını yollayarak beni yanına çağırttı. O inci gerdanlığa alıcı olduğunu söyleyerek, hiçbir ödeme yapmaksızın el koyup hazinesine yolladı. Ödeme yapması için birkaç gün yanına uğradım. Ne inciyi ne de bedelini vermeye yanaşmıyor idi. Sabrım tükenmiş, umudumu yitirmeye başlamıştım. Bir gün yanına vararak, ‘Eğer o gerdanlığın sahibi olmak istiyorsanız emredin de ücretini versinler, yok eğer istemiyorsanız bana iade edin!’ dedim. Söylediklerime hiçbir cevap vermedi. Oradan ayrılıp döndüğümde, evde beni bekleyen dört çavuşla karşılaştım, bana, ‘Yürü, bizimle geliyorsun, vezir seni istiyor!’ dediler. Gerdanlığın parasını verecek diye sevinçten içim içime sığmıyordu. Kalkıp geldiğimde serhengler beni tutup zincire vurdular. İşte bir buçuk yıldır bu zindandayım.”

Mahpuslardan bir başkası da şöyle dedi: “Ben falan diyarın reisi idim, misafirlere, garibanlara ve ilim ehline kapım her zaman için açık idi. Allah’ın kullarına hizmette kusur etmez idim. Atalardan gördüğüm vecih ile muhtaç ve fakirlere gücümün yettiğince hayır hasenatta bulunurdum. Malımdan mülkümden temin ettiğim hâsılatı cömertçe Allah’ın kulları için harcar idim. Vezir, ‘Sen bir define bulmuşsun!’ iddiasıyla, işkence edip beni zindana attı. Ben de varımı yoğumu yarı fiyatına satarak ona vermek zorunda kaldım. İşte dört yıldır bu zindandayım ve artık bir dirhemim bile yok.”

Bir diğeri şöyle dedi; “Ben falanca kabile reisinin oğluyum. Vezir, mallarımızı müsadere ederek, pederimi kazığa vurdu. Beni de zindana attı. Yedi yıldır zindanın kahrını çekmekteyim.”

Bir başkası şöyle dedi: “Ben bir askerim. Nice yıllar hükümdar babanızın hizmetinde bulunup onunla seferlere çıktım ve yıllar var ki siz şevketli efendimizin hizmetinizdeyim. Divanın bana nân-pâre olarak tahsis ettiği ve onu işleyerek geçimimi sağladığım küçük bir tarlam var idi. Geçen yıl elime bundan bir şey geçmedi. Bu yıl ise vezire, ‘Efendim, bakacak çoluk çocuğum var, geçen yılki alacaklarım ödenmedi, emir buyur, versinler de bir kısmıyla ödenmesi gereken borçlarımı ödeyeyim, bir kısmını da evlatlarımın nafakası için ayırayım!’ diye rica ettim. Bana: ‘Askerlere ihtiyaç duymak için ufukta bir savaş ihtimali görünmüyor. Sen misüllü adamların şahın hizmetinde olup olmaması fark etmez. Eğer ekmek parası lazım ise var git amelelik yap!’ diye karşılık verdi. Ben de, ‘Bu devlete onca hizmetim dokundu, benim amelelik yapmam değil, senin mülk idaresini öğrenmen gerekir. Kaldı ki benim kılıç çalmadaki hünerim senin çalakaleminden yeğdir. Hale bak ki ben yeri gelir emrine amade olduğum padişah için kılıç üşürüp canımı feda ederken; sen yeri geliyor maaş günü ekmeğimizi bize çok görüp şahı hiçe sayıyorsun!’ dedim. ‘Bilmez misin ki şahın nezdinde sen de benim gibi bir kulsun. Sana vezareti buyurmuş, bana savaşmayı. Bir farkla ki, benim boynum şahın fermanına kıldan ince ama seninki değil ve dahi eğer padişahın işine ben yaramıyor isem sen hiç yaramazsın! Eğer padişahın benim ismimi muhasebe defterinden sildiyse bana göster! Yok, öyle değilse padişahın bizim için takdir ettiğini bize ulaştır!’ Vezir, ‘Yeter artık!’ dedi, ‘Seni de padişahını da gözetip kollayan benim, eğer ben olmayaydım akbabalar tez beri beyninizi dağıtıp yerlerdi.’ İki gün geçtikten sonra beni hapse yolladı. İşte şimdi dört ay oldu, zindandayım.”

Zindanda 700’den fazla mahpus vardı. Bunların ancak 20 tanesi katil idi. Geri kalanı vezir hazretlerinin dünya malına tamahından ötürü haksız yere, gaddarca hapse attıklarından oluşuyordu.

Ertesi gün padişahın fermanını işitip dergâha varan ahalinin haddi hesabı yoktu. Ayyuka çıkan kanunsuzlukları ve ahalinin hal-i pür melalini gören Behrâm-ı Gûr kendi kendine şöyle düşündü: “Bu herifin suiistimalleri yanında hapse atılması pek hafif kalmaktadır. Meşum zulmünden ötürü kellesi vurulmalıdır. Allah Azze ve Celleye eylediği küstahlıktan ötürü Hakk Teâlâ’nın nasıl olmuş beni de yakıp yandıracak bir ateş göndermediğine hayret ediyorum.”

Daha sonra, Rast Rûşen’in hanesine gidip bütün defter ve evrak torbalarını getirmelerini, evinin kapılarını mühürlemelerini emretti. Mutemetler gidip aynen denildiği gibi emri ifa ettiler. Defterleri ve evrak torbalarını tetkik ederlerken, padişahların Rast Rûşen’e yolladıkları, ondan sitayişle söz eden bir evrak buldular. Ayrıca bir padişaha Rast Rûşen’in kendi el yazısıyla kaleme aldığı şöyle bir mektup buldular: “Bu ne menem bir gaflet ve gevşekliktir. Gevşeklik ve gaflet devlete zeval verir. Ben size duyduğum iştiyak ve sadakatimin şartını elimden geldiğince yerine getirdim. Falancalar gibi nice ordu önderinin başını önünde eğdirip sana biatlarını sağladım. Orduyu levazımatsız ve teçhizatsız komuşum. Bir bazısını bir yere bir görev için yollamış, bir bazısını cenge yollamışım. Raiyyeti aç bî-ilaç ve zayıf düşürüp, yerinden-yurdundan etmişim. Her ne vakit elime her ne geçmiş ise sırf sana ayırmış hazinene yığmışım. Öyle ki bugün hiçbir padişahta sende olan hazine yoktur. Sana, benzeri görülmemiş ve görülmeyecek mücevherle bezeli bir tac ü kemer ve altın bir taht yapmışım. İçim bu adama dair rahattır. Meydan boş ve düşman gafildir. Hasım hâlâ gaflet uykusundayken, aymazlıktan kurtul ve işler sarpa sarmadan mümkün olduğunca tez davran!”

Behrâm-ı Gûr yazıları okuyunca, “Bereket versin ki bu hasmı, vezirin bizzat kendisi bana ifşa etti. Demek ki bu sözlerden güç alarak üstüme geliyorlar. Artık bu it herifin kara tıynetinden ve düşmanlığından zerre kuşkum kalmadı.” dedi. Vezire ait mal, mülk, servet, her ne var ise getirilmesini, kölelerine ve hayvanlarına el konmasını ferman buyurdu.

Melikin hali hazırda satın almış olduğu her şeyi satarak sahiplerine iade ettiler. Vezirin hane ve sarayını yer ile yeksan ettiler. Şah, dergâhın önünde, dibinde üç küçük olmak üzere yüksek bir darağacı çatılmasını emretti. O çobanın köpeği astığı gibi onu darağacına çektiler. Akabinde ona biat edip onunla işbirliği yapanlar da vezirle aynı kaderi paylaştılar.

Şah, münadinin yedi gün boyunca şöyle çağrışmasını emretti: “Kendi öz erbabına ve padişahına hıyanet edip hasımlarıyla uzlaşan, Allah’ın kullarına zulmü reva gören, rabbine ve efendisine karşı küstahlık edenlerin akıbeti budur!”

Bu cezayı gören bütün bozguncuların yüreğine Behrâm-ı Gûr’un korkusu düştü. Rast Rûşen’in tayin ettikleri azledilerek, azlettikleri tayin edildi. Kâtipler ve mutasarrıflar değiştirildi. Behrâm-ı Gûr’un üzerine doğru sefere çıkmış olan hükümdar, olan bitenden haberdar olunca, geldiği gibi gitti. Dahası, eylediklerinden bin pişman olup özürler diledi, itaatlerini bildirerek Behrâm-ı Gûr’a birçok mal, hazine ve değerli eşyalardan oluşan armağanlar gönderdi ve “Şaha isyan etmek aklımızın ucundan bile geçmiyorken, senin vezirin bizi bu yola soktu. Bize sürekli yazıyor, birilerini yolluyordu.” diye beyanda bulundu.

Şah Behrâm-ı Gûr onları mazur görerek o davayı kapattı. Şah, vezirliği temiz tıynetli birisine verdi. Memleket sükûn bularak reaya ve ordunun işleri düzene girdi. İşler yoluna girdi. Cihana taravet ve huzur geldi. Halk zulüm ve zorbalıktan kurtuldu.

Behrâm-ı Gûr, köpeği darağacına çekmiş olan Kürd gencin çadırından çıktığı vakit ona bir ok vererek: “Senin zahmetlere girerek bize gösterdiğin bu iyilik altında kalmak istemem. Ben Behrâm-ı Gûr’un haciblerinden biriyim. Elindeki bu okla melikin dergâhına kalkıp gelesin. Bu oku sende gördükleri an seni benim huzuruma getirirler. Ben de böylece sana olan borcumu ödemiş olurum.” demişti.

İşte Behrâm-ı Gûr’un onca müşkülün üstesinden gelme hikâyesi budur.

Günlerden bir gün o Kürd’ün hanımı kocasına, “Haydi kalk bu oku da alarak şehre var. Gelen adam, giyim kuşamıyla kelli-felli birine benziyordu. Ola ki sana bir faydası dokunur. Bugünlerde yapacağı en küçük bir iyilik çok işimizi görür.” dedi.

Kalkıp şehre gelen Kürd, ilk gece bir yerde kaldı. Ertesi gün Behrâm’ın dergâhına vardı. Bu arada Behrâm hacip ve muhafızlara, “Eğer saraya elinde bana ait bir okla falan eşkâlde bir adam gelirse onu derhal huzuruma getirin!” diye tembih etmişti.

Hacipler, elinde okla onu gördüklerinde: “Neredesin ey civanmert, nicedir gözlerimiz yollarda kaldı. Haydi, bizimle gel de seni melikin huzuruna götürelim!” dediler. Bir müddet sonra Behrâm has odasından çıkarak tahtına kuruldu. Huzurdakilere, adamı getirmelerini işaret etti. Hacipler, adamın elinden tutarak onu huzura çıkardılar. Gözleri ilişir ilişmez kendisine oku verenin Behrâm olduğunun hemen farkına varan adam: “Aman Allah’ım, mahvoldum! O atlı Behrâm’ın ta kendisiymiş, hakkıyla ona hizmet etmeyip, huzurunda ağzıma geleni söylemiştim. Hizmette, aman bir kusur etmiş olmayayım!” deyip oku fırlatarak temennalarda bulundu.

Behrâm oradakilere dönerek: “Efendiler, biliniz ki devlet meselelerinde gözümü dört açmamı sağlayan işte bu şahıs idi.” dedi. Sahraya gidişini, adamı ve onun köpeği asma hikâyesini anlatarak, “Bu şahıs benim uğurumdur.” diyerek ona hilât ve Behrâm-ı Gûr’un kendi sürüsünden ihtiyacı olan

700 koyun vermelerini buyurdu. Ona daha nice altınlar, servetler ve bir hayli başka hediyeler bağışladılar. Daha sonra, Behrâm, “Yaşadığım sürece kimse ondan ne bir vergi ne bir sadaka alacaktır!” diye ferman buyurdu.”

  • Yorumlar 3
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89