• BIST 9079.97
  • Altın 2324.254
  • Dolar 32.3617
  • Euro 34.9456
  • İstanbul 12 °C
  • Diyarbakır 6 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 14 °C
  • Berlin 8 °C

Kürdistan sorunu bağlamında Beşikçi ve Türköne - 2

Kürdistan sorunu bağlamında Beşikçi ve Türköne - 2
Araştırmacı Remzî Pêşeng'in 'Kürdistan sorunu bağlamında Beşikçi ve Türköne' başlıklı yazısının 2. bölümü...

Bu şartlar altında birliktelik mümkün mü? Sorusunun cevabı şüphesiz Kürtlerin ve Türklerin ilişkilerini incelemekle bir cevap bulmak mümkün.

 Nedenlerin incelenmesi Nereye sorusuna cevap olacaktır.

Tarihi, işlemediği biçimde yargılamak hakkına sahip değiliz ve böyle bir tavır bizi fazla bir yere ulaştırmaz. Ancak “olguların” oluş biçimleri üzerinde düşünceler ileri sürebiliriz ve gelecek tarihsel tecrübeler geçmiş Tarihsel uygulamalar açısından da bunun gerekli olduğu söyleyebiliriz. 

Bu anlamda Erzurum, Sivas Kongrelerini, Lozan’a kadar süren işbirliğini ele alarak, bu yargıdan hareket edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Objektif şartlar göz önüne alındığın da, sömürgeci bir imparatorluk yapısında, Kürtlerin, siyasal ve sosyal güçlerini birleştiremediklerini görmekteyiz. 

Kürdistan’da bu birliğin bilinçli olarak engellendiğini, siyasi yapının böyle işletildiği ortadadır.  Kürt Hareketi’nin siyasal zemini, böylesi bir çıkmazla karşı karşıyadır. Her etkili entelektüel veya aristokrat çevresi, M.Türköne dahil kendisini tüm Kürdistan adına yetkili görmek gibi bir zayıflığın içindedir ki bu tutum hala devam etmektedir.

Bu bölünmüş siyasal ve sosyal yapılanmanın Kürtlere uygulanan politikaların taşıdığı karakterden ötürüdür. Kürt halkının bizzat kendisi, içinde ulusal duygular yüksek olmasına karşın, siyasal planda örgütlenememiş olması ve bu alanda aristokrat çevrelerin etkinliklerini daha çok duyurmaları, ulusal yapılanmaların tüm Kürdistan’a ait olabilmesinin önünü kapamıştır. İşte Sayın Beşikçi böylesi bir siyasal zeminin kurbanı edilmek istenmektedir.  

Kürdistan’daki yapılar maalesef egemenlik sınırlarını aşmamıştır. Kurulan siyasal örgütlerin merkezleri, genel olarak o örgütü elde tutan aristokrasinin etkin olduğu bölgedir. Bunun dışına çıkabilmeleri için, siyasal güçlerini de pekiştirmeleri gerekmektedir. Sorunun bu yönü, problemin tarihsel karakterinin incelenmesini zorunlu kılmaktadır. 

Bölünmüş siyasal yapı içinde çalışan örgütler, doğal olarak modern bir ulusal harekette olması gereken birliği gerçekleştirememişlerdir. Ancak bu, onların ulusal bir dava için çalışmadıkları anlamına getirilemez. Sadece bu dava için yeterli alt yapının olmadığını gösterir. 

Uluslararası Anayasal Güvencenin Önemi: 

Kemalist hareketle birlikte olan Sol ve İslamcı grup ve kişiler de, Kürtlerin ulusal özüne ilişkin sorunlarda Kürdistan aleyhine açık tavır koyabilmektedirler. Bu tavrın tarihsel alt yapısıda mevcuttur. Örnek olarak, Kürdistan’daki önemli güçlerin Seyit Abdulkadir ve Bedirhanlar gibi Sevr Anlaşması’yla bir çözüme ulaşma hayallerinin yıkılması karşısında, daha geri planda olan gurup ve kişiler, Türklerle birlikte milli mücadele içine girmeyi uygun görmüşlerdir.

Halk tabakasına daha yakın olan bu kesimin tavrı, İngiliz ve Fransızların, Kürtlere karşı genel politikası göz önüne alındığında daha anlaşılır olmaktadır. Önemli politik ve askeri şahsiyetler, birlik yolunu, ülkenin kurtuluşu için gerekli gömüşlerdir. Şeyh Sait efendinin haraketinde asılan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ve Dersim Mebusu Hasan Hayri, Hamidiye Alayları eski komutanlarından Cibranlı Halid, 1929 Ağrı direnişinin tarihi lideri General İhsan Nuri ve arkadaşları, milli mücadele içinde her iki halkın kardeşliği ve kurtuluşu için yer almışlardır. 

Kongrelerde, meclis görüşmelerinde, kamuoyunda açıkça ve özgürce Türk ve Kürt halklarının ittifakından, kardeşliğinden Kürt yetkililer kadar Türk yetkililer de söz etmişlerdir. O dönemde Müslüman halklar adına kısmi bir özgürlük havası esmektedir. 

Ancak tüm bunların, kulakları okşayan tatlı birer söz olarak kalma tehlikesini, Kemalistlerle birlikte hareket eden Kürt temsilcileri Türk İslamcılarının oyununa gelmiş ve bunu görememişlerdir. Söylenen sözler yazılı birer belge haline getirilememiştir. Bu onların politik düzeyde oldukça tecrübesiz olduklarını göstermektedir. 

Çünkü politikada belgelenmeyen hiçbir şeyin hükmü yoktur. Kendileri, birer gerçeklik de olsalar, varlıklarını kabul ettirebilmek için yeni bir mücadeleye ihtiyaçları olacaktır. Bugün sayın M. Türköne ve benzeri çizgide duranlar, Türkiye’de azınlıklar söz konusu olduğunda Solcular Liberaller İslamcılar da dahil, tüm güçlerin, Lozan Antlaşması’na sarılmak istemesinin kolaylığı buradan gelmektedir. 

Ulusal ve uluslararası düzeyde onaylanmış anlaşmaların ve metinlerin öneminin küçümsenmemesi gerektiği kanısındayız. Bir tek madde bile, gelişebilecek bir hareketin ivme noktası haline gelebilir. Politikalar, her iki tarafın da bu yükümlere uymasını gerektirdiği gibi, birer baskı unsuru haline de gelebilirler. 

Uluslararası yasa ve prensiplerin ihlali ise savunma hakkını doğurduğundan, sosyal ve siyasal eylemliliklere haklılık zemini kazandırır. Kitleleri, bu tarzda yaratılan propagandalarla hareket geçirmek çok daha olanak dahilindedir. 

Oysa Kürt hareketlerinin hiç birinin, kendi varlıkları dışında, yasal perspektifleri yoktur ve bunun için mücadele etmemişlerdir. Yine bu nedenledir ki, kendilerini dünya kamuoyunada anlatamamışlardır. 

Güney Kürdistan’da süren direnişin, Sevr Barış Görüşmelerinde politik masaya bir taraf olarak oturtulmak istenmesi karşısında, İngiliz ve Fransız çevrelerinin bu yasal girişime tepkileri, yukarıda sözünü ettiğimiz konu açısından önem kazanmaktadır. 

İyi Niyetlere havale edilen Kürdistan

Şeyh Sait efendi dönemine baktığımızda  bu açıdan en önemlisi olduğu görülmektedir. Kemalizm’in kendi iktidarını kuvvetlendirmesinden sonra, Kürtlere yönelik karşı eylemlere girmesi, 1925 Ayaklanmasını doğurmuştur. Bu hareket içinde yer alan birçok önder Kemalistlerle birlikte, “Kardeşlik” adına, uzun yıllar birlikte çalışmışlar, ama onlara karşı ayaklandıklarında önlerinde hiçbir yasal dayanağın olmadığını görmüşlerdir. 

Oysa bu yasal dayanakları gerek milli mücadele yılları içinde gerekse, Lozan Konferansı’nda elde edebilirlerdi. Böylesi bir girişimin yapılmamış olması, Direnişin, Kemalistlerce, dünya kamuoyuna istendiği biçimde duyurulmasını sağlamıştır. 

Hatta bu konuda Kemalistler, solcuları da kullanarak, Sovyet politikasının Türkiye’ye yönelik uygulaması üzerinde etkili olabilmişlerdir. Şeyh Ubeydullah’a karşı Osmanlı Rusya ile ittifakı, Mustafa Kemal’in Lenin ile mektuplaşmaları, Türk bayrağına hilalin yanına yıldızın konulması, TKP nin kurulması Ruslarla olan ilişkinin boyutunuda göstermektedir. Aynı zamanda  şuan ki derin devletin Rusya’ya  yanaşmasının tarihsel alt yapısı olduğuda açıktır. 

Osmanlı devleti içinden gelen ve devlet aygıtını iyi tanıyan Türkler ve önderlerinin, Kürtlere yönelik tavrında bilinçli bir çizgi görülmektedir. Daha başından beri, Kürt yardımına ihtiyaç duyduğu halde, gelen yardımları tek tek birey olarak kendi hareketlerinin içine katmayı temel prensip olarak uygulamıştır. 

Kürtlerin bir blok olarak karşısına gelmemesi için, “Türk ulusu” kavramını bilinçli olarak kullanmamış; sürekli Ermeni ve Hıristiyan tehlikesine karşı “Müslüman Halkların” birliğinden bahsetmiştir. Kongre sonuçlarına dikkat edilirse, Türk ve Kürt ulusallığına ilişkin bir tek kelimeye rastlanmamaktadır. İşte günümüzde Kürt İslamcılarının, Solcularının düştüğü çukur hiçte yabancı olmadığımız bir durumdur. 

Nitekim, Türk ulusalcılığı Misak-ı Milli içinde hakim bir ideoloji haline getirilmeye başlandığında, Kürtlerin hakları konusunda dayanılacak hiçbir resmi belge yoktur. Kürtler, böyle bir fırsatı ele geçirmişler miydi(?) sorusuna, tarih “Evet” demektedir. Kongreler dönemi dışında, Koçgiri direnişi bu fırsatlardan biridir. 

Meclis’teki Kürt Mebuslar, sorunun askeri çözüm şekline, sert önlemlere karşı çıkmışlar, ama diplomatik yolun ne olması gerektiği konusunda adım atmamışlardır. Kürtlerde var olan rahatsızlık karşısında bir öneri olarak, bizzat Kemalistlerce ortaya atılan Misak-ı Milli sınırları içinde otonom Kürdistan programına karşı, Kürt politik çevreleri, güçlerini yoğunlaştırıp ortak bir tavır benimseyememişler ve yetersiz kalmışlardır. 

 Kürt sorununun şu veya bu biçimde konuşulduğu bir dönemde Kürtler, kendi sorunlarının gözlemcisi olabilecek bir grubu Türk heyeti içerisine sokmayı düşünmemişler, her şeyi “iyi niyet” gösterisi içinde, Türk Heyeti’nin insafına terk etmişlerdir. Mecliste, bu heyetin Türk ve Kürtleri temsil ettiği iddia edilirken, İsmet İnönü Lozan Konferansı’nda, “Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar” deme gereğini duymuş. 

Dr. Rıza Nur ise, “Türkiye’de yalnız Türklerin ve Kürtlerin bulunduğunu, Kürtlerin kaderinin Türklerin kaderiyle ortak olduğunu, Kürtlerin azınlık haklarından yararlanmak istemediklerini” belirterek, heyet olarak uluslararası bir antlaşmada Kürtlerle ilgili bir kararın “alınmaması” için yoğun bir mücadele vermişlerdir. 

Geleneksel “Ulusal devlet egemenliği” adı altında çağdaş değerlere sırt çeviren bu yaklaşımların kaynağının Türkiye özgünlüğünde  ‘Derin devlet’ anlayışından kaynaklandığını tespit etmek için fazla bir fikir jimnastiği yapmaya gerek yoktur. 

Bu noktada Türklerin, Müslümanı, Liberali, Solcusu vs. çevrelerinden, bir itiraz yükselmekte ve şu soruyu akla getirmektedir: 

 “Farklı Milletlerin kendi kültürlerinde bağımsız bir yapıda kalmaları ve böyle bir çaba ve teşebbüs “Ümmetin” birlik düşüncesine darbe olmayacak mıdır? Bütün ümmet arasında ortak bir uyum sağlanırsa bu ümmetin işini kolaylaştıracaktır. Halkların Mozaiği ideal olan değil midir?. Ama her ulus kendi farklı özelliklerini korumaya devam ederse ve bu özelliklere uygun yapılar oluşturursa, bu bir nevi ümmeti parçalama sonucunu doğurmacak mıdır?. İnsanların kendi ulusal kabuklarına çekilmeleri beşeri bir tefrikadır." Denilmektedir.

Benim de arzum İnsanların dünyada bir birlik sağlamalarıdır. İnsanların tümünün kendilerini beşeri bir kültüre bağımlı kılmaları ideal bir düşüncedir. Ama ulusların kendi özelliklerini korumaları veya kendi kabuklarına çekilmeleri bir parçalanma meydana getirir mi? 

Cevabımız, Hayır’dır. 

Çünkü bu biçimsel bir alanda ayrılma olacaktır. Kültürlerin çeşitlenmesi insani birliği daha kolay sağlar. Bir Kürt ve bir Türk’ün arasında ne zaman anlaşma sağlanabilir. Bu ancak ikimizin de insan olmasıyla mümkün ola bilir. Eğer ikimizde bir tür olursak ben onun kalıbında bir insan olurum, ama muhtevası olamam. 

 Bu durum insani birlik için Türk olmayanın da insan yerine konulmalı ki başkalarıyla birleşe bilecek bir varlık olsun. Konuyla ilgili bir misal vermek gerekirse, sözgelimi, 5 milyon Türk, 5 milyon da alt sınıf olsun, alt sınıf oldukça birlik imkansızdır. Çünkü 5 milyon insandır, ama diğerleri insan yerine konulmuyor. 

Onlarda önce insan kabul edilmeli ki birlik olsun. Kürdistanlı bir Kürt, önce Kürt olacak, eğer Kürt kimliği ondan alınırsa onu Kürt yapan tüm muhtevasından ayırmış olacağız. Ben eğer Kürdistani sanatım, Dinim, Edebiyatım, Ruhumdan uzaklaştırır ve uzaklaştırılırsam, bunlarla ilişkilerim kesilirse insanlığımdan da uzaklaştırılmış olacağım zaman ben Türklere benzeyen bir kalıba dönüşürüm. Türk Düşünür başkaları düşünemez, yargısı geçerli olur. Birlik nasıl sağlana bilinir ki? 

Öyleyse herkes kendi özüne, kendi ulusuna dönmeli. Ve öyle bir düzeye varalım ki hem Kürt düşüne bilsin, hem Türk. Hem Kürt üretip tüketebilsin, hem de Türk, hem benim Dinim olsun, hem senin. İşte o zaman iki insan gibi ( o bir efendi, ben bir köle olarak değil ) el ele vere biliriz ve insani birlikteliğimizi sağlamak için oturur düşünürüz. 

Bunun dışında bir tutum, birlik ve beraberlik düşüncesinin ne siyasi nede ekonomik nede dinsel bir alt yapısı olabileceğinin tarihsel alt yapısı yoktur. Halkların Mozaiği bir ütopyadır. Türk ve Kürt birlikteliği artık hiç bir zaman mümkün olmayacak siyasi sosyal anlaşmalardan anlaşılmaktadır. Bu çerçeve içinde, tarihsel “olguları” göz önünde bulundurarak Türk ve Kürt birlikteliği bu şartlar altına mümkün olmayacağı, siyasi, sosyal anlaşmalardan anlaşılmaktadır. Zaman, birçok nedensellikleri soru sorulmayacak tarzda su yüzüne çıkarmaktadır. Yeterki bunları “sebep ve sonuç” ilişkilerinden anlamaya çalışalım. 

Bir sonraki makalemizin konusu Kürdistan sorununun oluş biçimini Tarihsel olgular üzerinden inceleyerek, sorunun tarihsel alt yapısına değineceğiz. 

Remzi  Pêşeng
Twitter: remzipeseng
Mail: remzipeseng@hotmail.com

Kaynak: Haber Kaynağı
  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
  • İlksel Yüzleşmeler11 Eylül 2018 Salı 00:36
  • Hewno Bêreng/Renksiz Rüya17 Nisan 2018 Salı 14:18
  • Sünni, Şii ve Kürt okulu18 Ağustos 2017 Cuma 10:44
  • 1925 Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve Saîdê Kurdî01 Temmuz 2017 Cumartesi 14:28
  • Kurdistan ve Arap Dünyası; Geleceğe dair (I)13 Haziran 2017 Salı 12:05
  • Sıçrama Tahtası; Kürtler ve Ermeniler25 Nisan 2017 Salı 16:59
  • Furkan Vakfı üyelerine polis ‘müdahalesi’23 Nisan 2017 Pazar 12:06
  • Türkiye ve Kurdistan: Geleceğe Dair (3); MEDYA22 Nisan 2017 Cumartesi 14:11
  • İslam medeniyetinde birlik ve çeşitlilik04 Nisan 2017 Salı 14:43
  • Türkiye ve Kurdistan: Geleceğe Dair (2)01 Nisan 2017 Cumartesi 15:31
  • ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89